Ali Emmi, Bir Allah Dostu
Bir Ali Emmi tanımıştım Bolu’da okuduğum yıllarda. Kırım göçmeni bir Allah dostu idi. Sohbetleri, hal-i pür melali insanın içini ısıtır; başka âlemlere dalıp dalıp gitmesine vesile olurdu. Yaşı doksanın üzerinde idi. Soranlara “Sünneti aşalı epey oldu. Saymadım.” gibilerden latif cevaplar verirdi. Ailesi Rus zulmünden kaçıp gelmişti. O yılları hatırlamaya, çocuk aklı pek ermiyordu. Ali Emmi has adamdı. Kumaşı has ipekten dokunduğundan mıdır, bilinmez; sağlamdı. Kendisi ‘ehl-i tarik’ti. Pazarlarda çorap satarak, rızkını çıkarır; üç-beş çorap satınca “Allah, bugünkü rızkımızı verdi.” diyerek sergisini toplardı. Akşam olunca dergâha gelir, mekân da kalabalıksa bir hayli keyiflenirdi. Ne derisi olduğunu şimdi hatırlayamadığım, içi boş posta oturur; hiç vazgeçemediği sarma tütünden bir ‘cıgara’ yakardı. Tatar işi kalpağını arkaya doğru kaydırır ve sigarasını tüttürürdü. Bu anlar, onun âlemler arasında yolculuğa çıktığı anlardı. Kimse, onu bu haldeyken rahatsız etmez; sükût (sessizlik) içerisinde, onun başını kaldırıp çevresini süzmesini beklerdi. Ali Emmi’nin bu hali, Gazi Mustafa Kemal’i Kocatepe’ye çıkarken gösteren temsili resmi aklıma getirirdi hep. Sonrasında şöyle bir etrafını süzer; ayetlerle, hadislerle, kıssalarla süslenmiş derunî bir sohbeti başlatırdı. O söylerdi, biz dinlerdik; o dinlerdi, biz susardık. Velhasıl-ı kelam (sözün kısası) Ali Emmi büyük adamdı. Dağların bile yüklenmekten korktuğu emaneti, omzunda kuş tüyü gibi taşır dururdu.
Yiğitliği, Ali Emmi’den öğrendik canlar. Tanımını, tarifini onun gönül ikliminde hazmettik. “Yiğidim!” hitabı ile eriyip, mum ola ola; bir de baktık ki ‘Ali Emmi’ oluvermişiz. Öyle ya, yiğitlik kim; biz kim? Nefsimizin elinde, Horasan itleri gibi sokakları arşınlayıp dururken hem de. Avucumuzun içinde, üç-beş parmak… Yiğit olmak kim, biz kim? Yiğitlik, önce nefsine galebe çalmayı gerektirir derdi Ali Emmi. Edebi, hayâyı gerektirir. Mazluma dost, zalime düşmandır yiğit. Dünya malına tamah etmez. Midesinin açlığını, gönlünün tokluğu ile giderendir. Haramı bilmez. Emanete hıyanet etmez. Yılandan korkmaz, yalandan korktuğu kadar. Bulunca şükreden, bulamayınca sabreden Horasan itleri gibi yaşamaz. Bulunca dağıtan, bulamayınca şükredendir yiğit. Yaratılanı, Yaradan hakkı için sever. Halkın içindedir ve Halîk ile birlikte… Bencil değil; diğerkâmdır. Fesat değil; fedakârdır. Dokuz köyü ardında bıraksa da ‘Allah-u âlem’ der; yola koyulur. Yiğit olmak, zor zanaattır cancağızlar. Adam gibi adam olmayı gerektirir. Kafa kâğıdı almakla da olmaz bu iş. Ali Emmi olabiliyorsan, yiğitsindir. Ne mutlu sana…
Ali Emmi’yi görmeyeli yıllar oldu. Artık mahşer gününe kadar da görüşemeyeceğiz. Ama Allah ondan razı olsun ki, yokluğunda bile yok olmaktan kurtulma ümidi hâlâ yüreğimde... Bir tarafta ‘ben’le başlayan bencillik; diğer tarafta güven bunalımından kaynaklanan güvensizlik (şüphecilik)… Toplumsal mizanın bozulması; ifrat ve tefrit hâli… Böyle bir zamanda yiğit olmanın; yiğit kalmanın zorluğuna amenna… Kıblenin hep güneyi gösterdiğine gelince ise amenna ve saddakna. Yani istikametiniz düzgün olursa, pusulanız şaşmaz; adınız her daim yiğit kalır, emin olun. Anlayacağınız üzere Ali Emmi tasavvuf ehli idi cancağızlar. Peki, tasavvuf nedir? Tasavvuf -bir yerde- asr-ı saadet döneminin iman tazeliğini, güzelliğini yaşamak ve yaşatmaktır. Ten kafesten taşıp, çağıldamaktır. O halde, ten kafes nedir? Ten kafes (vücut) uzaya giden bir aracın yakıt tankı gibidir. Nasıl ki araç, yörüngeye ulaşınca yahut yakıtı bitince fazlalık durumuna düşen tankı atıyorsa; insan da, ölüm denen sırlı kapıyı aralayınca vücudu atıveriyor. Yani özgür kalıyor. İşte tasavvuf, insanın ölmeden; daha hayatta iken özgürleşmesi; ruhun, ‘ten’ denen tanktan kurtulmasıdır. Sıradan insanın, ölünce yaşadığı halet-i ruhiyeyi; hal ehli, hayatta iken yaşar bir yerde. Bunun için de “Mutü ente kalbemutü” hadis-i şerifini, yani Türkçe söylemle “Ölmeden önce ölünüz.” düsturunu kendisine hayat tarzı kabul eder. Fani olana yüz çevirip, baki olana bağlanır. Kısacası Kur’an ahlâkı ile ahlâklanır. Ali Emmi de bu hal üzere yaşayıp giden bir âdemoğlu idi işte.
Hayat denen varlık terazisi, Allah ile ‘abdullah’lar arasındaki sevap-günah; iyi-kötü; sevgi-korku… diye giden ikilemlerden oluşan bir süreçtir. Bu süreçte nihai hedef vahdet-i vücut olmalıdır. Peki, vahdet-i vücut söz konusu olunca iyi-kötü; helal-haram; cennet-cehennem gibi İslâmî kavramların askıya alınması düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Öyleyse önce Kur’an ahlâkı, çünkü Üstad Necip Fazıl’ın da dediği gibi ‘yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya’ ve insan hayatı da angaryalar için hayli kısa. Şu kısa ömr-ü hayatımda senin gibi bir yiğidi tanımak ne büyük saadet? Ali Emmi, Allah-u Teâlâ mekânını cennet kılsın; ne diyeyim, beni de sana komşu… Hakkını helâl eyle!
Serik–30.08.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com
Bir Ali Emmi tanımıştım Bolu’da okuduğum yıllarda. Kırım göçmeni bir Allah dostu idi. Sohbetleri, hal-i pür melali insanın içini ısıtır; başka âlemlere dalıp dalıp gitmesine vesile olurdu. Yaşı doksanın üzerinde idi. Soranlara “Sünneti aşalı epey oldu. Saymadım.” gibilerden latif cevaplar verirdi. Ailesi Rus zulmünden kaçıp gelmişti. O yılları hatırlamaya, çocuk aklı pek ermiyordu. Ali Emmi has adamdı. Kumaşı has ipekten dokunduğundan mıdır, bilinmez; sağlamdı. Kendisi ‘ehl-i tarik’ti. Pazarlarda çorap satarak, rızkını çıkarır; üç-beş çorap satınca “Allah, bugünkü rızkımızı verdi.” diyerek sergisini toplardı. Akşam olunca dergâha gelir, mekân da kalabalıksa bir hayli keyiflenirdi. Ne derisi olduğunu şimdi hatırlayamadığım, içi boş posta oturur; hiç vazgeçemediği sarma tütünden bir ‘cıgara’ yakardı. Tatar işi kalpağını arkaya doğru kaydırır ve sigarasını tüttürürdü. Bu anlar, onun âlemler arasında yolculuğa çıktığı anlardı. Kimse, onu bu haldeyken rahatsız etmez; sükût (sessizlik) içerisinde, onun başını kaldırıp çevresini süzmesini beklerdi. Ali Emmi’nin bu hali, Gazi Mustafa Kemal’i Kocatepe’ye çıkarken gösteren temsili resmi aklıma getirirdi hep. Sonrasında şöyle bir etrafını süzer; ayetlerle, hadislerle, kıssalarla süslenmiş derunî bir sohbeti başlatırdı. O söylerdi, biz dinlerdik; o dinlerdi, biz susardık. Velhasıl-ı kelam (sözün kısası) Ali Emmi büyük adamdı. Dağların bile yüklenmekten korktuğu emaneti, omzunda kuş tüyü gibi taşır dururdu.
Yiğitliği, Ali Emmi’den öğrendik canlar. Tanımını, tarifini onun gönül ikliminde hazmettik. “Yiğidim!” hitabı ile eriyip, mum ola ola; bir de baktık ki ‘Ali Emmi’ oluvermişiz. Öyle ya, yiğitlik kim; biz kim? Nefsimizin elinde, Horasan itleri gibi sokakları arşınlayıp dururken hem de. Avucumuzun içinde, üç-beş parmak… Yiğit olmak kim, biz kim? Yiğitlik, önce nefsine galebe çalmayı gerektirir derdi Ali Emmi. Edebi, hayâyı gerektirir. Mazluma dost, zalime düşmandır yiğit. Dünya malına tamah etmez. Midesinin açlığını, gönlünün tokluğu ile giderendir. Haramı bilmez. Emanete hıyanet etmez. Yılandan korkmaz, yalandan korktuğu kadar. Bulunca şükreden, bulamayınca sabreden Horasan itleri gibi yaşamaz. Bulunca dağıtan, bulamayınca şükredendir yiğit. Yaratılanı, Yaradan hakkı için sever. Halkın içindedir ve Halîk ile birlikte… Bencil değil; diğerkâmdır. Fesat değil; fedakârdır. Dokuz köyü ardında bıraksa da ‘Allah-u âlem’ der; yola koyulur. Yiğit olmak, zor zanaattır cancağızlar. Adam gibi adam olmayı gerektirir. Kafa kâğıdı almakla da olmaz bu iş. Ali Emmi olabiliyorsan, yiğitsindir. Ne mutlu sana…
Ali Emmi’yi görmeyeli yıllar oldu. Artık mahşer gününe kadar da görüşemeyeceğiz. Ama Allah ondan razı olsun ki, yokluğunda bile yok olmaktan kurtulma ümidi hâlâ yüreğimde... Bir tarafta ‘ben’le başlayan bencillik; diğer tarafta güven bunalımından kaynaklanan güvensizlik (şüphecilik)… Toplumsal mizanın bozulması; ifrat ve tefrit hâli… Böyle bir zamanda yiğit olmanın; yiğit kalmanın zorluğuna amenna… Kıblenin hep güneyi gösterdiğine gelince ise amenna ve saddakna. Yani istikametiniz düzgün olursa, pusulanız şaşmaz; adınız her daim yiğit kalır, emin olun. Anlayacağınız üzere Ali Emmi tasavvuf ehli idi cancağızlar. Peki, tasavvuf nedir? Tasavvuf -bir yerde- asr-ı saadet döneminin iman tazeliğini, güzelliğini yaşamak ve yaşatmaktır. Ten kafesten taşıp, çağıldamaktır. O halde, ten kafes nedir? Ten kafes (vücut) uzaya giden bir aracın yakıt tankı gibidir. Nasıl ki araç, yörüngeye ulaşınca yahut yakıtı bitince fazlalık durumuna düşen tankı atıyorsa; insan da, ölüm denen sırlı kapıyı aralayınca vücudu atıveriyor. Yani özgür kalıyor. İşte tasavvuf, insanın ölmeden; daha hayatta iken özgürleşmesi; ruhun, ‘ten’ denen tanktan kurtulmasıdır. Sıradan insanın, ölünce yaşadığı halet-i ruhiyeyi; hal ehli, hayatta iken yaşar bir yerde. Bunun için de “Mutü ente kalbemutü” hadis-i şerifini, yani Türkçe söylemle “Ölmeden önce ölünüz.” düsturunu kendisine hayat tarzı kabul eder. Fani olana yüz çevirip, baki olana bağlanır. Kısacası Kur’an ahlâkı ile ahlâklanır. Ali Emmi de bu hal üzere yaşayıp giden bir âdemoğlu idi işte.
Hayat denen varlık terazisi, Allah ile ‘abdullah’lar arasındaki sevap-günah; iyi-kötü; sevgi-korku… diye giden ikilemlerden oluşan bir süreçtir. Bu süreçte nihai hedef vahdet-i vücut olmalıdır. Peki, vahdet-i vücut söz konusu olunca iyi-kötü; helal-haram; cennet-cehennem gibi İslâmî kavramların askıya alınması düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Öyleyse önce Kur’an ahlâkı, çünkü Üstad Necip Fazıl’ın da dediği gibi ‘yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya’ ve insan hayatı da angaryalar için hayli kısa. Şu kısa ömr-ü hayatımda senin gibi bir yiğidi tanımak ne büyük saadet? Ali Emmi, Allah-u Teâlâ mekânını cennet kılsın; ne diyeyim, beni de sana komşu… Hakkını helâl eyle!
Serik–30.08.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com