Din ve akıl ilişkisi, asırlardan beri tartışılagelmiştir. Daha net ifade etmek gerekirse, “vahiy ve akıl” arasında bir zıtlaşma olup olmayacağı, böyle bir “zıtlaşma” halinde insanın tercihinin hangi yönde olması gerektiği, bilhassa oryantalist mahfillerin yahut felsefi cereyanların etkisinde kalanların gündemini hayli meşgul etmiştir.
Ve etmektedir de.
Türkiye, bu tartışmalarla aşikâr olarak Abant Toplantıları ile tanıştı. Bu toplantılarda “akılla vahiy çatışır mı?” sorusuna cevap arandı. Ve bu cevabı vermek üzere turistik bir otelde toplanan “felsefeci, gazeteci, köşe yazarı, ateist, marksist ve ilahiyatçı” kimlikleri ile bilinen değişik kişiler arasında oylama yapıldı ve şu karara varıldı:
“Akılla vahiy arasında bir çatışma olursa akıl tercih edilir!”
Bu toplantıların, İslam geleneğini ve İslam akaidinin 14 asırlık çizgisini rayından saptırmak için düzenlenen çok profesyonel organizasyonlar olduğu, Avrupa Birliği sürecinde önümüze konulan “dinde reform” saçmalığı ile daha iyi anlaşılmış oldu.
Bazılarına göre Müslümanlarda “akıl tutulması” meydana gelmiş (!), dolayısıyla, akılla vahiy arasındaki çatışma halinde aklın tercih edilmesi gerektiğini “A.Ö.M” (Abant Öncesi Müslümanlar) anlayamamışlardır!
Akıl tutulmasının aşılmasında milat, Abant Toplantıları’dır!
Peki akılla vahiy çatışır mı? Aklı başında bir Müslüman, akılla vahyin; yani, Kur’an ile insan aklının çatışabileceğini nasıl iddia edebilir! Bir Müslüman, “Allah’ın emrettiği ile aklım arasında tezat varsa, yani, Allah’ın emri aklıma yatmıyorsa, vahyedilene değil, aklıma uyarım” diyebilir mi?
Elbette herkesin her şeyi söyleme özgürlüğü var! İsteyen istediğini söyler.
Ama, İslam itikadına göre, “Aklını vahye tercih eden kişi, vahyi, yani, Allah’ın emrini reddediyor demektir” ki, İslam dışı bir davranışa girmiş olur.
Bu, vahyin dini yerine, aklın dinini koymak demektir.
Vahiy, tereddütsüz teslimiyeti gerektirir. Allah’ın Kelâmı, “Sorgulanmak, hesaba çekilmek, akılla uygunluğunu masaya yatırmak” için indirilmemiştir.
“Allah’ın yarattığı akıl”, Allah’ın gönderdiği kutsal kelama teslim olmak zorundadır.
Kaldı ki, akılla vahiy arasında bir çatışma olması mümkün değildir. Allah’ın hiç bir kelamı akla tezat olmaz, olamaz.
Allah’ın maksadını anlamak için ise müctehidlerin içtihatı devreye girer. Burada da akıl değil, “İslamî kaynaklar” ön plandadır.
Dinde hükmün yolunu açan içtihattır. Yani bir alim içtihat ehliyse, hüküm istimdat eder. İçtihattan asıl maksat şudur: Kur’an ayetlerinde Allah’ın bir maksadı vardır. Kullarına bunu emrediyor veya nehyediyor. İçtihat sahibi olan müctehit, bu maksadı ortaya koyar; “Kendi görüşlerini değil”. Kendi zamanına kadar gelen rivayetlerden, yani Peygamberlerin hadislerinden, sahabenin bu konudaki davranışından, tepkisinden kendisine kadar ulaşan bilgileri, değerleri ortaya koyar. Ve, ‘bunlarla maksadı şu idi’ der.
Bugün “akıl tutulmasından” şikayet eden Mehmet Aydın ve âvânesi ise, tam tersini savunuyorlar.
“Halbuki Mehmet Aydın’ın, burada ortaya koyduğu mantık, bunun dışında bir olaydır. Maksadı–ı ilahi göz önüne alınmadan, kompozisyon mantalitesiyle yorum getirmek demektir, reformun asıl maksadı. Kendi düşüncenizi Kur’an ayetleri üzerine çıkartıp, onu hayat görüşü haline, dini bir kılıf da uydurarak getirmek manasına gelir. Bu, dinin ruhuyla, fikriyle, manasıyla temelinden oynamak demektir.” (A.g.g)
Buradan çıkan sonuç şu: “Akılla vahiy çatışırsa aklı tercih ederiz, Müslümanlarda akıl tutulması olmuştur” gibi görüşlerin ortaya atılması tesadüf değildir. Bu görüşler, “dinin ruhuyla, fikriyle, manasıyla” temelinden oynamak demektir.
Zira Türkler, “aklın dinine” değil, “vahyin dinine” teslim olarak Müslüman olmuşlardır.
Ama, “akıllarını da sonuna kadar kullanarak.”
“Akıl tutulması” safsatasıyla bu hazinenin ellerinden alınmasına da asla göz yummayacaklardır.
Ve etmektedir de.
Türkiye, bu tartışmalarla aşikâr olarak Abant Toplantıları ile tanıştı. Bu toplantılarda “akılla vahiy çatışır mı?” sorusuna cevap arandı. Ve bu cevabı vermek üzere turistik bir otelde toplanan “felsefeci, gazeteci, köşe yazarı, ateist, marksist ve ilahiyatçı” kimlikleri ile bilinen değişik kişiler arasında oylama yapıldı ve şu karara varıldı:
“Akılla vahiy arasında bir çatışma olursa akıl tercih edilir!”
Bu toplantıların, İslam geleneğini ve İslam akaidinin 14 asırlık çizgisini rayından saptırmak için düzenlenen çok profesyonel organizasyonlar olduğu, Avrupa Birliği sürecinde önümüze konulan “dinde reform” saçmalığı ile daha iyi anlaşılmış oldu.
Bazılarına göre Müslümanlarda “akıl tutulması” meydana gelmiş (!), dolayısıyla, akılla vahiy arasındaki çatışma halinde aklın tercih edilmesi gerektiğini “A.Ö.M” (Abant Öncesi Müslümanlar) anlayamamışlardır!
Akıl tutulmasının aşılmasında milat, Abant Toplantıları’dır!
Peki akılla vahiy çatışır mı? Aklı başında bir Müslüman, akılla vahyin; yani, Kur’an ile insan aklının çatışabileceğini nasıl iddia edebilir! Bir Müslüman, “Allah’ın emrettiği ile aklım arasında tezat varsa, yani, Allah’ın emri aklıma yatmıyorsa, vahyedilene değil, aklıma uyarım” diyebilir mi?
Elbette herkesin her şeyi söyleme özgürlüğü var! İsteyen istediğini söyler.
Ama, İslam itikadına göre, “Aklını vahye tercih eden kişi, vahyi, yani, Allah’ın emrini reddediyor demektir” ki, İslam dışı bir davranışa girmiş olur.
Bu, vahyin dini yerine, aklın dinini koymak demektir.
Vahiy, tereddütsüz teslimiyeti gerektirir. Allah’ın Kelâmı, “Sorgulanmak, hesaba çekilmek, akılla uygunluğunu masaya yatırmak” için indirilmemiştir.
“Allah’ın yarattığı akıl”, Allah’ın gönderdiği kutsal kelama teslim olmak zorundadır.
Kaldı ki, akılla vahiy arasında bir çatışma olması mümkün değildir. Allah’ın hiç bir kelamı akla tezat olmaz, olamaz.
Allah’ın maksadını anlamak için ise müctehidlerin içtihatı devreye girer. Burada da akıl değil, “İslamî kaynaklar” ön plandadır.
Dinde hükmün yolunu açan içtihattır. Yani bir alim içtihat ehliyse, hüküm istimdat eder. İçtihattan asıl maksat şudur: Kur’an ayetlerinde Allah’ın bir maksadı vardır. Kullarına bunu emrediyor veya nehyediyor. İçtihat sahibi olan müctehit, bu maksadı ortaya koyar; “Kendi görüşlerini değil”. Kendi zamanına kadar gelen rivayetlerden, yani Peygamberlerin hadislerinden, sahabenin bu konudaki davranışından, tepkisinden kendisine kadar ulaşan bilgileri, değerleri ortaya koyar. Ve, ‘bunlarla maksadı şu idi’ der.
Bugün “akıl tutulmasından” şikayet eden Mehmet Aydın ve âvânesi ise, tam tersini savunuyorlar.
“Halbuki Mehmet Aydın’ın, burada ortaya koyduğu mantık, bunun dışında bir olaydır. Maksadı–ı ilahi göz önüne alınmadan, kompozisyon mantalitesiyle yorum getirmek demektir, reformun asıl maksadı. Kendi düşüncenizi Kur’an ayetleri üzerine çıkartıp, onu hayat görüşü haline, dini bir kılıf da uydurarak getirmek manasına gelir. Bu, dinin ruhuyla, fikriyle, manasıyla temelinden oynamak demektir.” (A.g.g)
Buradan çıkan sonuç şu: “Akılla vahiy çatışırsa aklı tercih ederiz, Müslümanlarda akıl tutulması olmuştur” gibi görüşlerin ortaya atılması tesadüf değildir. Bu görüşler, “dinin ruhuyla, fikriyle, manasıyla” temelinden oynamak demektir.
Zira Türkler, “aklın dinine” değil, “vahyin dinine” teslim olarak Müslüman olmuşlardır.
Ama, “akıllarını da sonuna kadar kullanarak.”
“Akıl tutulması” safsatasıyla bu hazinenin ellerinden alınmasına da asla göz yummayacaklardır.