vaktileyl
Kayıtlı Kullanıcı
İman-Ahlâk Münâsebeti; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâkı
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman ağacı, gönül toprağına dikilmişse mutlaka "iyi ahlâk" adlı meyve verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır.
"Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır." 1
"Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz." 2
"Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir." 3
Rasûlullah'a (s.a.s.) soruldu: "Mü' minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?" "Ahlâkça en güzelleridir!" cevabını verdi. Tekrar soruldu: "Pekiyi, mü'minlerden hangisi en akıllıdır? "Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır." 4
"Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır."5
"Kıyâmet gününde mü'minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. ALLAH Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez." 6
"Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir." 7
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." 8
"Hayâ imandandır." 9
İslâm Ahlâkının İman ve İbâdetle İlgisi
İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele ulaştırmaktır. Hz. Peygamber'in ahlâkını soranlara Hz. Âişe'nin: "Rasûl-i Ekrem'in (s.a.s.) ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti." 10 demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması11 ve ALLAH Taâlâ'nın Hz. Muhammed'i (s.a.s.) "Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir mertebesinde bulunmaktasın" 12 diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öylesine mal edecek ki, bütün davranışları en güzel ahlâk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgunluğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklinde kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecektir.
İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber'in hadislerinde billûrlaş mış olarak müşâhede edilir: "Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır." 13 Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olmayan kimsenin iman itibarıyla kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadiste şöyle buyurulur: "İman yetmiş nevidir. En üstünü "Lâ ilâhe illâllah (ALLAH'tan başka ilâh yoktur)" demek, en aşağısı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür." 14
Yine şu hadis-i şerifler de iman ile ahlâkın ve özellikle hayânın etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz birer özellik olduğunu belirtir: "Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı hayâdır." 15; "Dört haslet peygamberlerin (ortak) sünnetlerindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." 16; "İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: 'Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap." 17; "Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir." 18
Hayâyı imandan sayan ALLAH'ın Rasûlü, imanı en güçlü insan olduğu gibi, hayâsı da aynı şekilde toplum arasında en büyük olan idi. Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık." 19
Demek ki hayâ duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî bir özellik değildir; ayrıca imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir duygu ve davranıştır, imanın yetmiş küsür bölümünden biridir. İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) yine buyurur ki: "Nefsimi elinde tutan ALLAH'a yemin ederim ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." 20
İşte bu tür hadisler, dinin temeli olan iman kökleriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde birbirinin içinde eridiğini ifâde etmekedir.
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtrîdir. İnanan bir mü'min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü veya zayıflığı belirleyecektir.
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalp iyi ise, yani iman kalpte bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. "Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir."21 Psikolojik açıdan mü'minin ahlâkî davranışı ve hayâsı onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.
Aile Ahlâkı
Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.
Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.
Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, ALLAH'a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu, bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir. Şuurlu Müslüman bir fert, eşinin ve çocuklarının hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eşlerden biri veya her ikisi görev ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen), adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Böyle kimseler öncelikle kendilerine zarar verirler, sorumsuzluklarının dünyevî cezası olarak kendilerini vicdan azâbı rahatsız eder durur. Bu hak ihlâli sürdüğü müddetçe tüm aile bireylerinin de psikolojileri bozulur. Ve giderek bu tür ailelerden oluşan toplum da çöküntüye uğrar.
Evli çiftlerden biri: "Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor" diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.
Müslüman olduğunu iddia eden bireylerin oluşturduğu topluma bakalım. Saâdet asrı öncesinin, Kur'an tâbiriyle "ilk câhiliyye"nin 22 her türlü câhilliği, çirkinlik ve isyanı olanca rezilliğiyle sergileniyor. Bu modern câhiliyye toplumu, helâk edilen bütün kavimlerin helâk olmalarına sebep olan bütün rezilliklerini istisnasız işlemekten çekinmiyor. Bunun en önemli sebebi, şirkin bütün boyutlarından sakınıp tevhidî imanın tüm gereklerini yerine getirmeyiş; ALLAH Rasûlü'nün ifadeleriyle hayâ ve güzel ahlâk şeklinde dışa rengini veren iman. "İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: 'Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap!" 23
Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasındaki fonksiyonu tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri ALLAH Rasulü (s.a.s.) buyurdu ki: "Hayâ, imandandır." 24; "Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!" Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeplerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mâzur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar.
Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi. İnsanın da öyle.
Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV.ler, bilgisayarlar geldi.
Televizyon çıktı, "sizi", "bizi" düşünenler gitti; yerine dizi dizi "dizi" geldi.
İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.
Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlık gitti; kölelik geldi.
İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.
Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya kulluk, emir kulluğu geldi.
Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.
Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken "gözlerim kızarıyor" diyen birisine diğer birisi "Benim de yüzüm kızarıyor" demiş. Bir başkası da çıkıp "ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor" demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi ALLAH'tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.
Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi.
Sorumlu bir insanın "iman"dan sonra temel görevi, dinini hakkıyla öğrenmek, öğrendiklerini yaşamak ve onu insanlara öğretip onların da müslümanca yaşamalarına vesile olmaktır. Bu durum da en azından ve hiç ihmal edilmeden ailelerde tümüyle yerine getirilebilir. Bu konumundan dolayı hâlâ bazı temel değerlerin önemsendiği ve ev dışı hayata rağmen ve ona temelden zıt şekilde bir kısım İslâmî uygulamaların hâlâ geçerliliğini sürdürmesinden dolayı aile ve aile hayatı büyük çaplı tahribata uğratılmak istenmektedir. Artık gençler evlenmeyi pek câzip görmemeye başladı. Evlenme yaşı giderek daha uzuyor. Boşanmaların sayısı her yıl rekor kırıyor. Bununla birlikte, aile hayatı artık dedelerimizden ve babalarımızdan gördüğümüz şekilde yanlış birçok cehâlet, gelenek ve örfün hüküm sürdüğü şekilde devam edemez. Bu topraklardaki günümüz yaşama biçimi ile 30 sene öncesinin özellikleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki… Dünün (doğru-yanlış iç içe geçmiş) cevaplarıyla bugünün sorunlarını çözmek mümkün değil. Bunca hücuma ve giderek artması engellenemeyen ifsâda rağmen, aile kurumunun kendini koruması için kesinlikle radikal bir değişim ve dönüşüm geçirmesi, bilinçli bir değerler sistemine dayanması kaçınılmazdır. İslâmî şuura, ilme ve örnekliğe/modelliğe dayalı, bugünün küfür ve şirkine olduğu gibi yarının daha da çirkinleşecek ve şirretleşecek çirkinliklerine karşı dayanabilecek nesiller yetiştiren birer okul haline gelmelidir evler.
İslâm bireyin özel hayatını yönlendirdiği gibi, aile ve toplum hayatını da düzene koyar. Bununla birlikte günlük yaşayışının en uzun zamanının içinde geçtiği aile hayatının her noktasında nasıl yaşanacağını hükme bağlar. Denilebilir ki, İslâm tam anlamıyla ve her yönüyle bir aile dinidir. Evler Müslümanlar için kaledir, sığınaktır, moral depolama yeri, çocuklar için karantina mekânlarıdır. Mü'minin evi, İslâm toplumunun çekirdeğidir. O, evini bu bilince uygun olarak inşâ eder. İslâmî eğitim ailede başlar ve toplum içinde gelişerek devam eder. Bizler dinî gıdamızı/besinlerimizi, annemizden süt emer gibi "ailemiz"in müşfik göğüslerinden emerek alırız. Bu itibarla, çocuklarımıza ikram ettiğimiz inanç, ahlâk ve hayat anlayışı helâl olmalıdır. Rabbimizin haram kıldığı inanç, düşünce, ahlâk anlayışı ve yaşam tarzı kesinlikle çocuklarımıza verilmemelidir. Bunlar bizleri ve çocuklarımızı zehirler ve hayatımızı felç eder.
Aile hayatı, insanların cenneti veya cehennemidir. Aile yuvasını küçük çaplı cennete benzeten mü'minler, ebedî yurtlarına en güzel şekilde bu cenneti taşımış olacaklardır. Yeter ki aile bireyleri, ALLAH ve Rasûlünün kendilerine yüklediği görevleri ihsan bilinciyle en güzel şekilde yerine getirme gayreti göstersin.
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe'nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaz için mescide giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O'nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O'nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, iyilik yapmaları için onları devamlı teşvik ederdi. "Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır" der, kendisini ailesinin dünya ve âhiret saâdetinden sorumlu tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in hiçbir eşine hiçbir şekilde vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, "en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır" derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman ağacı, gönül toprağına dikilmişse mutlaka "iyi ahlâk" adlı meyve verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır.
"Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır." 1
"Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz." 2
"Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir." 3
Rasûlullah'a (s.a.s.) soruldu: "Mü' minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?" "Ahlâkça en güzelleridir!" cevabını verdi. Tekrar soruldu: "Pekiyi, mü'minlerden hangisi en akıllıdır? "Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır." 4
"Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır."5
"Kıyâmet gününde mü'minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. ALLAH Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez." 6
"Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir." 7
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." 8
"Hayâ imandandır." 9
İslâm Ahlâkının İman ve İbâdetle İlgisi
İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele ulaştırmaktır. Hz. Peygamber'in ahlâkını soranlara Hz. Âişe'nin: "Rasûl-i Ekrem'in (s.a.s.) ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti." 10 demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması11 ve ALLAH Taâlâ'nın Hz. Muhammed'i (s.a.s.) "Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir mertebesinde bulunmaktasın" 12 diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öylesine mal edecek ki, bütün davranışları en güzel ahlâk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgunluğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklinde kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecektir.
İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber'in hadislerinde billûrlaş mış olarak müşâhede edilir: "Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır." 13 Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olmayan kimsenin iman itibarıyla kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadiste şöyle buyurulur: "İman yetmiş nevidir. En üstünü "Lâ ilâhe illâllah (ALLAH'tan başka ilâh yoktur)" demek, en aşağısı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür." 14
Yine şu hadis-i şerifler de iman ile ahlâkın ve özellikle hayânın etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz birer özellik olduğunu belirtir: "Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı hayâdır." 15; "Dört haslet peygamberlerin (ortak) sünnetlerindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." 16; "İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: 'Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap." 17; "Hayâ, imandandır, imandan bir şûbedir." 18
Hayâyı imandan sayan ALLAH'ın Rasûlü, imanı en güçlü insan olduğu gibi, hayâsı da aynı şekilde toplum arasında en büyük olan idi. Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık." 19
Demek ki hayâ duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî bir özellik değildir; ayrıca imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir duygu ve davranıştır, imanın yetmiş küsür bölümünden biridir. İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) yine buyurur ki: "Nefsimi elinde tutan ALLAH'a yemin ederim ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." 20
İşte bu tür hadisler, dinin temeli olan iman kökleriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde birbirinin içinde eridiğini ifâde etmekedir.
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtrîdir. İnanan bir mü'min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü veya zayıflığı belirleyecektir.
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalp iyi ise, yani iman kalpte bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. "Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir."21 Psikolojik açıdan mü'minin ahlâkî davranışı ve hayâsı onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.
Aile Ahlâkı
Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.
Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.
Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, ALLAH'a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu, bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir. Şuurlu Müslüman bir fert, eşinin ve çocuklarının hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eşlerden biri veya her ikisi görev ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen), adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Böyle kimseler öncelikle kendilerine zarar verirler, sorumsuzluklarının dünyevî cezası olarak kendilerini vicdan azâbı rahatsız eder durur. Bu hak ihlâli sürdüğü müddetçe tüm aile bireylerinin de psikolojileri bozulur. Ve giderek bu tür ailelerden oluşan toplum da çöküntüye uğrar.
Evli çiftlerden biri: "Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor" diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.
Müslüman olduğunu iddia eden bireylerin oluşturduğu topluma bakalım. Saâdet asrı öncesinin, Kur'an tâbiriyle "ilk câhiliyye"nin 22 her türlü câhilliği, çirkinlik ve isyanı olanca rezilliğiyle sergileniyor. Bu modern câhiliyye toplumu, helâk edilen bütün kavimlerin helâk olmalarına sebep olan bütün rezilliklerini istisnasız işlemekten çekinmiyor. Bunun en önemli sebebi, şirkin bütün boyutlarından sakınıp tevhidî imanın tüm gereklerini yerine getirmeyiş; ALLAH Rasûlü'nün ifadeleriyle hayâ ve güzel ahlâk şeklinde dışa rengini veren iman. "İnsanlığın ilk nübüvvetten (ilk peygamberden beri) aldığı öğüt şudur: 'Eğer hayâ etmiyor, utanmıyorsan dilediğini yap!" 23
Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasındaki fonksiyonu tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri ALLAH Rasulü (s.a.s.) buyurdu ki: "Hayâ, imandandır." 24; "Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!" Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeplerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mâzur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar.
Her şeyin aslı, gerçeği gitti; hormonlusu, sahtesi, sanalı geldi. İnsanın da öyle.
Komşuluklar, sohbetler gitti; yerine TV.ler, bilgisayarlar geldi.
Televizyon çıktı, "sizi", "bizi" düşünenler gitti; yerine dizi dizi "dizi" geldi.
İnternet çıktı, cihat gitti; yerine chat geldi.
Gitmek bilmeyen arsız misafir gibi evlere giren teknolojik araçlar aracılığıyla özgürlık gitti; kölelik geldi.
İnternetle evdeki yakınlıklar gitti; uzaktakilerle ve uzaklaşılması gerekenlerle yakınlık geldi.
Rabbe kulluk gitti; kula kulluk, tâğutlara, paraya, karıya, topa, popa kulluk, hevâya kulluk, emir kulluğu geldi.
Yardımlaşma gitti; bireycilik geldi. Huzur gitti; stres geldi. Saygı gitti, kaygı geldi.
Okumak gitti; bakmak geldi. Televizyon seyrederken "gözlerim kızarıyor" diyen birisine diğer birisi "Benim de yüzüm kızarıyor" demiş. Bir başkası da çıkıp "ancak yüzünün kızararak seyredebileceğin çirkinlikleri seyrediyorsun, öyleyse senin de yakıcı ateşte imanın kızarıyor" demesi gerekiyor. Gözlerin, yüzlerin ve imanların kızarmaması, âhirette de her tarafı kızartan kızgın demirlerle insanın dağlanmaması için bizi ALLAH'tan uzaklaştıranlardan uzaklaşmalı.
Ve böylece medya ve cahilî eğitim vasıtasıyla, kapitalizm ve tâğutlar tarafından zihinler ve gönüller işgal edildi.
Sorumlu bir insanın "iman"dan sonra temel görevi, dinini hakkıyla öğrenmek, öğrendiklerini yaşamak ve onu insanlara öğretip onların da müslümanca yaşamalarına vesile olmaktır. Bu durum da en azından ve hiç ihmal edilmeden ailelerde tümüyle yerine getirilebilir. Bu konumundan dolayı hâlâ bazı temel değerlerin önemsendiği ve ev dışı hayata rağmen ve ona temelden zıt şekilde bir kısım İslâmî uygulamaların hâlâ geçerliliğini sürdürmesinden dolayı aile ve aile hayatı büyük çaplı tahribata uğratılmak istenmektedir. Artık gençler evlenmeyi pek câzip görmemeye başladı. Evlenme yaşı giderek daha uzuyor. Boşanmaların sayısı her yıl rekor kırıyor. Bununla birlikte, aile hayatı artık dedelerimizden ve babalarımızdan gördüğümüz şekilde yanlış birçok cehâlet, gelenek ve örfün hüküm sürdüğü şekilde devam edemez. Bu topraklardaki günümüz yaşama biçimi ile 30 sene öncesinin özellikleri arasında öyle büyük bir uçurum var ki… Dünün (doğru-yanlış iç içe geçmiş) cevaplarıyla bugünün sorunlarını çözmek mümkün değil. Bunca hücuma ve giderek artması engellenemeyen ifsâda rağmen, aile kurumunun kendini koruması için kesinlikle radikal bir değişim ve dönüşüm geçirmesi, bilinçli bir değerler sistemine dayanması kaçınılmazdır. İslâmî şuura, ilme ve örnekliğe/modelliğe dayalı, bugünün küfür ve şirkine olduğu gibi yarının daha da çirkinleşecek ve şirretleşecek çirkinliklerine karşı dayanabilecek nesiller yetiştiren birer okul haline gelmelidir evler.
İslâm bireyin özel hayatını yönlendirdiği gibi, aile ve toplum hayatını da düzene koyar. Bununla birlikte günlük yaşayışının en uzun zamanının içinde geçtiği aile hayatının her noktasında nasıl yaşanacağını hükme bağlar. Denilebilir ki, İslâm tam anlamıyla ve her yönüyle bir aile dinidir. Evler Müslümanlar için kaledir, sığınaktır, moral depolama yeri, çocuklar için karantina mekânlarıdır. Mü'minin evi, İslâm toplumunun çekirdeğidir. O, evini bu bilince uygun olarak inşâ eder. İslâmî eğitim ailede başlar ve toplum içinde gelişerek devam eder. Bizler dinî gıdamızı/besinlerimizi, annemizden süt emer gibi "ailemiz"in müşfik göğüslerinden emerek alırız. Bu itibarla, çocuklarımıza ikram ettiğimiz inanç, ahlâk ve hayat anlayışı helâl olmalıdır. Rabbimizin haram kıldığı inanç, düşünce, ahlâk anlayışı ve yaşam tarzı kesinlikle çocuklarımıza verilmemelidir. Bunlar bizleri ve çocuklarımızı zehirler ve hayatımızı felç eder.
Aile hayatı, insanların cenneti veya cehennemidir. Aile yuvasını küçük çaplı cennete benzeten mü'minler, ebedî yurtlarına en güzel şekilde bu cenneti taşımış olacaklardır. Yeter ki aile bireyleri, ALLAH ve Rasûlünün kendilerine yüklediği görevleri ihsan bilinciyle en güzel şekilde yerine getirme gayreti göstersin.
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe'nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaz için mescide giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O'nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O'nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, iyilik yapmaları için onları devamlı teşvik ederdi. "Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır" der, kendisini ailesinin dünya ve âhiret saâdetinden sorumlu tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in hiçbir eşine hiçbir şekilde vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, "en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır" derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.