Siyahgulsevdalisi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 20 Haz 2006
- Mesajlar
- 2,046
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
İnsan, madde ile mânanın, ruh ile bedenin ve kâinat ile zerrenin birleştiği muazzam bir varlıktır. Bunlardan hangisinde bir eksiklik varsa, orada hastalık olur ve o hastalığın tedavisi de yine o eksilen yerin tamamlanması, onarılmasıyla düzelir. İşte bu hususu tam mânası ile bilen tasavvuf ehlimiz, insanı bir bütün olarak değerlendirmiş ve ilim meclislerinde, tasavvuf sohbetlerinde insanların maddî, mânevî, ruhsal, bedensel, küçük ya da büyük her türlü problemlerine çözümler getirmişlerdir.
Ve ne zaman ki kopmuşuz kendi özümüzden, işte o zaman kaybetmişiz bize ait olan değerlerimizi. Sonrasında ise yaslamışız sırtımızı batıya… Bizim kaybettiğimize, önemsemediğimize hatta yok etmek istediğimize batı sahip çıkmış, almış ve uydurmuş kendine göre ve terapi demiş bunun adına. Ruhsal sıkıntılar çekenlere, kendini yalnız hissedenlere, stres, depresyon ve bunalımda olanlara yani tam da modern çağın modern insanlarına göreymiş bu. Ruhu paramparça olan bedenlere, maddenin yüceltilip mânanın hiçe sayıldığı gönüllere bir şifa iksiri kabul edilmiş psikoterapi.
Kuşkusuz, hikmet bizim yitiğimizdir ve onu nerede görsek alırız. Ancak unutmamalıyız ki bu hikmet bizim kendi öz kültürümüzde zaten vardı. Sadece adı farklıydı: terapi değil; tasavvuftu. Bu, biraz da tasavvuftan ne anladığımıza bağlıdır lakin o engin sohbetler, mânevî atmosferler, oralarda alınan gıdâlar, paylaşılan yaşantılar, birliktelikler başlı başına bir ruhsal tedaviydi.
Tuhaf olan, kendi öz kültürümüzde var olan onca ruhsal tedavi yöntemlerini elimizin tersiyle bir yana itip, batının bizden alıp kendi kültürüne ve inançlarına göre yorumladığını, şimdi bizim onlardan almamızdır. Daha enteresan olanı ise, batı kültüründen aldıklarımızın şaheser olarak; kendi özümüzde var olanların ise "hurâfe" olarak değerlendirilmesidir. Oysa batı daha ruhu bile tanımazken, ruh hastalarını deli olarak görüp "içine şeytan girmiş" diyerek yakarlarken; bizler onları doğal yollarla, özel yöntemlerle tedavi ediyorduk. Her şey bir yana, kişi daha hasta olmadan, onun ruhunu korumak için, ilim meclislerinden ve tasavvuf sohbetlerinden manevi tedbirler sunuluyordu.
İşte bu nedenle siz değerli okuyucularımızı bu ay tasavvuf geleneğimizin o engin okyanusuna götürmek ve günümüz modern psikolojisiyle şöyle bir karşılaştırma yapmak istiyorum.
TASAVVUF NEDİR
İmam–ı Gazali'ye göre Tasavvuf, ilmin özüdür. Nefsin ağır gelen zorluklarına katlanmak, onun kötü huy ve çirkin sıfatlardan arınarak, Allah'tan başka her şeyi kalpten boşaltarak, kalbi Allah'ın zikri ile süsleyip güzelleştirmektir. Ahiret saadeti nefsi men ve dünyayı terk etmekle mümkündür.
"Nefsi elinde kar gibi erimeyenin elinde, dini kar gibi erir."
Amr Bin Osman el–Mekkî Hazretleri'ne göre Tasavvuf, "Kulun içinde bulunduğu vaktin gereğine göre, o an ne yapılması gerekiyorsa onu yapmasıdır."
Semnun: "Tasavvuf hiçbir şeyin sana, seninde hiçbir şeye malik olmamandır" der.
Necip Fazıl ise: "Tasavvuf, İslam ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi ana unsurudur. Belki de hepsi birden." der ve ekler: "Tasavvuf, ruhtan gelip akla hisse veren; lakin aklı kendi hissesine asla karıştırmayan ve gayeyi 'Ne akılla olur ne de akılsız' diye tespit eden ilahi bir marifettir."(1)
Tasavvuf, adıyla olmasa bile, muhtevâsı ve müesseseleriyle Allah Rasûlü'nün (s.a.v) hayatında ve Kur'an'da vardır. Tasavvufta önemli olan, Hakk'ın rızasını kazanmak, nefsi temizlemek, Allah Rasulü (sav)'nün ahlâkı ile ahlâklanmak, kalbin boş işlerden alakasını keserek İslamî esaslara uygun bir hayat yaşamaktır.
TASAVVUF OLMADAN OLMAZ MI?
Bu hususu İmam–ı Rabbânî Hazretleri 'Mektubât' adlı eserinde şöyle açıklar:
"Tasavvuf yoluna girmek, İslâmiyet'in inanılacak şeylerine îmanı kuvvetlendirmek içindir. Böylece kişinin îmanı, düşünerek anlamak zorluğundan kurtularak, görmüş gibi sağlam ve vicdânî olur ve derin bir îman hâsıl olur. Meselâ, Allah–u Teâlâ'nın varlığına ve bir olduğuna önce düşünerek veya başkalarından görerek inanan bir insana, tasavvuf yolunda ilerlemek nasip olunca, düşünerek ve işiterek olan îmanı; şimdi bularak, anlayarak hâsıl olur. Îmanı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de, böyle îman hâsıl olur.
Tasavvuf yoluna girmenin ikinci faydası, fıkıhta bildirilen vazîfeleri yapmakta kolaylık elde etmek ve nefs–i emmâreden ileri gelen güçlükleri yok etmektir. Bu fakir, iyi anladı ki, tasavvuf, İslâmiyet'in yardımcısıdır. İslâmiyet'ten başka bir şey değildir. Böyle olduğunu, mektûblarımda, kitaplarımda açıkladım.
Bu iki faydaya kavuşmak için, tasavvuf yolları içinden, Ebû Bekr–i Sıddîk'ın yolunu seçmek iyi ve daha uygundur. Çünkü, bu yolun büyükleri sünnet–i seniyyeye yapışmışlar ve bid'atlerden sakınmışlardır."(2)
Tasavvuf, insan ile âlem arasındaki savaşın düğümünü çözme, insanı âlem içinde huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onu bir iç muhasebe ve murakabe ile yavaş yavaş bu sebeplerden uzaklaştırma, ona kendi iç hakikatini buldurma yoludur.
Sufilere göre insan bir âlem–i sağîr'dir, mikro kozmostur, zübde–i âlemdir. Akıl, bizi gizli güçlerimizi gerçekleştirmeye yönlendirir, hayatın temel amacını belirlememize yardım eder. Ancak varoluşsal sorunumuzu tek başına çözemez. O nedenle insan gerçek benliğe ulaşmalı, İnsan–ı Kâmil olmalıdır.
Ahsen–i Takvîm (yaratılmışların en güzeli) ile Esfel–i Sâfilin (aşağıların en aşağısı) arasında gidip gelen insan, hem bir mükemmellik imgesi barındırır, hem de kopuşla birlikte başlayabilecek bir bozulmaya meyillidir.
İnsan, eğer varoluşsal problemini çözmek için, ebedi olanı arar ve kendini aşmak isterse bilincini kurgu, yalan ve idollerden; kalbini de hırs, kıskançlık ve öfkeden temizlemelidir ki Ahsen–i Takvîm'e ulaşabilsin.(3)
Tasavvufta ruhsal gelişimin ilerleme aşamalarını temsil eden makamlar vardır. Her aşama kişiliğin daha mükemmel bir seviyeye dönüşmesine katkıda bulunur. İnsan gelişiminin yedi aşaması ve eşlik eden kişilik gelişim düzeyleri şu şekildedir4)
Tevbe: Nefs–i Emmâre
Verâ: Nefs–i Levvâme
Zühd: Nefs–i Mülhime
Fakr: Nefs–i Mutmainne
Sabr: Nefs–i Râziyye
Tevekkül: Nefs–i Marziyye
Rızâ: Nefs–i Kâmile
"Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir."(5) âyet–i kerimesinden yola çıkarak nefsimizin hangi mertebede olduğunu daha iyi anlamak ve ona eşlik eden ruhsal aşamaları öğrenmek için bu yedi nefs makamını biraz açıklayalım.
7 NEFS ve 7 GELİŞİM DÜZEYİ
NEFS–İ EMMÂRE =TEVBE
"Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dâhilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?"(6)
Mübalağa ve şiddetle kötülüğü emredici nefs anlamına gelen, Nefs–i Emmâre Cenâb–ı Hakk'ın Celâl sıfatı ile yaratılmıştır. Yukarıdaki âyette de çok açık bir şekilde gördüğünüz üzere Nefs–i Emmâre, kişiye kendi hevâ ve hevesini ilah ettiren, insanı dalâlete, inkara, isyana ve kötülüğe sürükleyen bu itibarla da en alt tabakada yer alan nefstir.
Modern psikolojinin yapısal kişilik kuramındaki "id" sistemi de aynen Nefs–i Emmâre gibi "Haz İlkesi" ile çalışır. Bu ilke ile hareket eden id, acıdan kaçınma ve haz duyabilme amacıyla iki süreçten yararlanır. Dürtülerine göre hareket eder. Dürtülerini ne engeller ne denetler ve ne de düzenler. Nasıl, nerede ve ne zaman istiyorsa o anda dürtülerini gerçekleştirir.(7)
Bu aşamadaki nefs, küfür halindedir. İmandan yoksundur. Hikmet–i İlâhî'den, Nûr–u Sübhânî'den, Füyüzât–ı Muhammedî'den bir nebze bile nasibi yoktur. Sadece Allah'ın tevbe kapısını açıp hidayete erdirdikleri hariç. Tevbe, bir çıkış kapısıdır nefsin bu basamağından.
Cüneyd–i Bağdâdî'ye göre tevbenin üç anlamı vardır: 1. Suçluluk ve pişmanlık, 2. Alışkanlıklardan kurtulmak, 3. Kişinin kendisini haksızlık ve husumetten arındırması.
İmam–ı Gazâlî Hazretleri Kimya–ı Saadet'inin bir bölümünü tevbeye ayırır. Ona göre "İnsan, tutku ve dürtülerine mağlup olabileceği için eksiktir. İnsan ancak akıl ve iradesiyle tutkularına gem vurabilirse olgunlaşır."
Tevbe, geçmiş günahlar ya da psikoloji diliyle söylersek impulsif davranışlar ve yasaklanmış arzular için af dilemektir. Psikodinamik bakış açısından, tevbe bir kendini gözleme ve inceleme sürecidir ve kararlı bir pratik gerektirir. Kendini gözleme, inceleme ve dürtüleri gözden geçirme, etkin psikolojik terapinin önemli aşamalarıdır.
Bir de tevbe–i nasûh diye isimlendirilen bir tevbe vardır ki, bu tür tevbede kişi tekrar günaha meyledeceği zaman nasûh tevbesi onu korur. Bir insan işlemiş olduğu günahlara asla geri dönmemek üzere tevbe etmiş ve bu hususta Allah'tan da yardım dilemişse o kişi tevbe–i nasûh ile tövbe etmiş demektir. İşte asıl tevbe budur: Kişiyi tekrar günah işlemekten ve aynı hataya düşmekten koruyan tevbe ki biz buna "Tevbe–i Nasûh" yani "Kurtarıcı Tevbe" diyoruz.
Kur'an–ı Kerim'de "Tevbeten Nâsuha" diye geçen bu tevbede Allah–u Teâlâ: "Ey o bütün iman edenler! Allah'a öyle tevbe edin ki nasûh (samimi, gayet ciddi, tesirli, öğütçü) bir tevbe olsun. Umulur ki Rabbiniz sizin kabahatlerinizi keffaretle örter."(8)
İbn Abbas (R.A)'a göre nasûh tevbe: "Kalp ile pişmanlık duymak, dil ile istiğfar (bağışlanmayı dilemek), beden ile günahlardan kopmak, içinden de bir daha aynı hataya dönmemeye karar vermektir."
NEFS–İ LEVVÂME =VERÂ
"Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah korkusudur.
Ey akıl sahipleri! Benden korkun!"(9)
Tasavvufun temeli umuttur. Verâ aşamasında, kişi umudu korkuyla birlikte yaşar. Havf ve recâ arasında salınır. Umut insanı geleceğe hazırlar, arzulara takılıp kalmak ise kişilik gelişimini ketleyebilir ve ciddi psikolojik huzursuzluklara yol açabilir. Hakikat yolundaki en büyük engel kibirdir. Kibir ve gurur; husumet, önyargı ve uyumsuzluğu besler.
İnsan gelişiminin ikinci aşaması olan verâ'ya eşlik eden nefs; kendini kınayan nefs anlamına gelen, Nefs–i Levvâme'dir. Tasavvufta insanları hayvanlardan ayıran yalnızca akıl ve zekası değildir; kendini kınayan Nefsi Levvâme de insanları hayvanlardan ayıran bir özellik olarak görülür.
Psikanalizdeki süper ego kavramıyla, kendini kınayan nefs arasında kimi benzerlikler vardır. Süper ego kişinin ahlâkî, dinî ve vicdânî değerleriyle ilgilenen parçasıdır. Süper egonun pek çok işlevi bilinçdışıdır. Psikanalizin yapısal kişilik kuramının en son gelişen sistemidir ve gerçekten çok ideali, hoşlanmadan çok kusursuzluğu temsil eder. İdden gelen dürtüleri bastırır. Egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlâkî amaçlara yönlendirmeye çalışır.(10)
Tasavvuftaki kendini kınayan nefs ve ego psikolojisindeki ego ideali; hayvanî arzuları, bencil eğilimleri, narsistik gururu, yalancı umudu ve kendini kandırmayı dizginlemek için gereklidir.
Tasavvufta verâ ile çok meşgul olma ve riyâzet; ego psikolojisindeki suçluluk duygusu ve utançla aşırı uğraş, insan gelişimini sınırlar ve bir dizi psikopatolojik durumun ortaya çıkmasını kolaylaştırır.
Sûfîler, kendilerini korkuya teslim etmemeleri gerektiğinin farkındadırlar. Onlara göre yoğun korku; fobiler, ketlenmeler, korkaklık, atâlet, kararsızlık, zihin ve ruhun felce uğraması gibi bir çok duruma geçit verir. O nedenle tasavvufta korkuyla doğrudan yüzleşilir ve devamlı korku ile ümit arasında, havf ve recâ halinde olunur.
NEFS–İ MÜLHİME=ZÜHD
"Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayanların vay haline!"
Zühd, dünyadaki şeyleri özlemekten ve arzulamaktan vazgeçme halidir. Cüneyd–i Bağdâdî Hazretleri'ne göre zühd: "Elin dünya malından, kalbin tamahkârlıktan âzad olmasıdır."(11) Maddî ve maddî ihtiyaçları yüceltmek şöyle dursun; zerre miktarı hatırlanması, düşünülmesi dahi yoktur bu makamda.
Zühd makâmı, batılı psikoterapilerde olgunluk ve kişilik bütünleşmesi evrelerine karşılık gelir. Bu evrede, kişi kendisine, hayatına ve başkalarına biraz uzaktan bakmayı dener.
Karen Horney'e göre olgunluk, yanılsamalardan derece derece kurtuluştur.
Erikson'un insan gelişimi kuramında ise olgunluk, en üst basamağı oluşturur. Bu aşamada ego bütünlüğü gelişir, benlik kendi içinde bir düzen ve anlam bulur. Erikson bu dönemin bilgelik ile bezendiğini söyler. Bu bilgelik, yaşantılara bir bütün olarak bakabilmektir.
Zühd makâmına eşlik eden nefs; ilham edilmiş nefs anlamına gelen, Nefs–i Mülhime'dir. İdris Şah'ın deyimiyle: "İlham edilmiş nefs, gerçek zihinsel bütünleşmenin başlangıcıdır. Orada zihin eski verimsiz hâlinin aksine; daha yüksek bir seviyede işlemeye muktedir olur."
Zühd; alışkanlıklar, savunmacı tavırlar ve yanıltıcı düşünmeler üzerinde bir kazı çalışmasıdır. Kişi, bu kazıyla bilinçdışının set vurulmamış enerjilerine ulaşır. Bu enerjilerin yaşanması ve ifade edilmesi ancak Nefs–i Mülhime ile hayata geçirilir.
Erich Fromm, modern insanın olmak ile sahip olmak arasında bir temel tercih noktasında bulunduğunu söylediği yapıtında şöyle yazar: "Tüketim, günümüz aşırı üretim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin geri alınması imkansız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren ve tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de, insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar."(12)
Psikanaliz, batılı psikoterapiler ve bir dizi batılı psikoloji, olgunluğun ötesinde herhangi bir gelişim evresini düşünmezler. İnsan gelişiminin mânevî, evrensel ve aşkın evrelerini keşfetmeyi arzulamazlar. Oysa tasavvufta gelişim yeni başlamaktadır. Kişi fakr, sabır, tevekkül ve rızâ olmak üzere dört gelişim basamağından daha geçerek İnsan–ı Kâmil mertebesine ulaşacaktır.
NEFS–İ MUTMAİNNE=FAKR
"Ey mutmain olan, itaat edip huzura eren nefs! Hem hoşnut edici hem de hoşnut edilmiş olarak dön Rabbine! Gir kullarımın arasına. Gir cennetime!"(13)
Fakr, yoksulluk; arzu ve isteklerden kurtuluş demektir. Tasavvuf ehli genellikle kendilerine "fakir" derler. Bu makama eşlik eden nefs; Nefs–i Mutmainne'dir.
Nefs–i Mutmainne'ye ulaşmak içsel çatışmalardan, dünyevî bağlanmalardan ve sahip olma eğilimlerinden kurtulmak, hayatın ve varoluşun görünmez ritmine yaklaşmak demektir.
Kişi bu dünyadan el–etek çekmeden ondan özgürleşebilmeyi başarabildiği anda Nefs–i Mutmainne'ye ulaşabilir. Gerçek yoksulluk ve fakr hâlinin göstergesi, kişinin iç dünyasında maddî nesneleri algılama biçimidir. Daha fazla edinme arzusuna, mevki kaygısına köle olmadığı sürece kişi fakirdir, erdemlidir. Tasavvuf büyüklerinden Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Efendi Hazretleri, bu hâli Hazreti Ebubekir (R.A) edâsıyla anlatır: "Biz parayı kalbimizde değil; cebimizde taşırız."
Nefs–i Mutmainne sahibi, sürekli kulluğunun bilincindedir. Neşe ve sürûr günlerinde azgınlaşmadığı gibi; güçlük ve zorluk sırasında Allah'ın kaza ve kaderine de baş kaldırmaz. Kulluğunu eşit bir biçimde sürdürür.
Görevlerini yerine getirmeye gelince, namazlarını ilk vaktinde kılar. Haramlardan, Allah'ın yasak ettiği her şeyden kaçar. Kulluğunun bilincindedir. İster darlıkta, ister genişlikte, ister nimet verilsin, ister sıkıntıya uğratılsın fark etmez. O sürekli kulluğunu yerine getirir.(14)
NEFS–İ RÂZİYYE=SABIR
"Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır."(15)
Dayanma, tahammül, katlanış anlamlarına gelen sabra eşlik eden nefs; Nefs–i Râziyye'dir. Sabır bir yönüyle bilişsel, duygulanımsal ve bilinçdışı düzeylerde yaşanılan bir psikolojik süreçtir. Bir yanıyla da psikolojik süreçleri aşan mânevî bir hâldir.
İçsel sabır yaşantısı üzerinde durarak dürtüsel/agresif güdülerin yıkıcı güçlerini dizginlemek isteyen tasavvuf ehli, kişinin iç huzur ve ahengini arttırır.
Sessizlik, sabrın davranışa yansıyan tarafıdır. İçsel sessizlik yaşantısı daha fazla kişilik bütünleşmesi sağlayan güçlü bir psikolojik kuvvettir.
Tasavvufta sabır inancın özüdür.
NEFS–İ KÂMİL= RIZÂ
"Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum."(18)
İnsan gelişiminin son ve yedinci makamı Rızâ'dır. Tasavvufta rızâ, derin bir içsel tatmin, kanaat ve gönül hoşnutluğuna işaret eder. Bu aşamaya eşlik eden nefs; arınmış ve kemâle ermiş olan Nefs–i Kâmile'dir. Bu makama ulaşabilen kişinin artık kaybedeceği bir şey yoktur. Hiçbir kayıptan ıstırap duymaz. Hiçbir şeye sahip olmakla zenginleşmez. Hiçbir şeyi yitirmekle yoksullaşmaz. Her iki durum arasında onun için fark yoktur.
Rızâ hâli, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'ne: "Kahrın da hoş; lütfun da hoş" dedirten mertebedir. Rızâ'ya ulaşan, kâinatta ikilik, çelişki, kötü, çirkin, acı, gam görmez. Allah'ın irade ve yazgısına mutlak bir teslimiyet vardır. Rızâ benlikten kurtulmanın en yüksek biçimidir.
Derin bir içsel tatmin, adanmış bir aşk, diğerlerine karşı empati, samimiyet ve insanlığa sürekli hizmet rızânın neticelerindendir. Rızâ, hayatın olduğu gibi kabul edilmesidir. Ne geçmiş ne gelecek, ânın yaşanmasıdır.
Nefs–i Kâmil mertebesindeki kişi, nefsin diğer alt basamaklarının tamamını yaşayarak zirveye ulaşır ve Kâmil insan olur.
İNSAN–I KÂMİLİN
PSİKOLOJİK NİTELİKLERİ
Korku, tamahkârlık, dürtüsel/agresif dürtülerden kurtulma.
İkililikten kurtulma.
Dünyevî veya şartlanmış benlikten kurtulma.
Bütün nefislerin toptan bütünleşmesi.
İnsan gelişiminin yedi evresini de yaşantılama.
Yoğun duygusal ve ruhsal hâllerin yaşantılanması: umut, korku, neşe, vecd, güven, kesinlik.
Hayatla tam bir içiçelik.
An ile tam bir bütünleşme.
Geçmişe ya da geleceğe takılmama.
Kişinin, hayatın ekolojik düzeni ve hayatın görünmez ritmi ile olan bağını keşfetmesi.
Aşkın gerçekliğin yaşantılanması.
Varoluşsal birlik (Fenâ ve bekâ)
Niyâz–ı Mısrî İnsan–ı Kâmil'in psikolojisini şu dizelerle anlatıyor:
"Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş.
Burhan sorardım aslıma; aslım bana burhan imiş."
Nesefî, İnsan–ı Kâmil adlı yapıtında: "Bil ki kâmil insan şu dört şeyi tam olan insandır: İyi sözler, iyi hareketler, iyi ahlak ve bilgi."(19)
TASAVVUFLA YAŞAYANLAR TERAPİYE
İHTİYAÇ DUYMAZLAR ÇÜNKÜ TASAVVUFUN
HER YÖNÜ AYRI BİR TERAPİDİR
Modern manada terapinin ilk yıllarına baktığımızda, ne zamanki insanlar toplumdan uzaklaşmış, yalnızlığın limanında boğulur olmuşlar, işte orada anlaşılmış başka bir insanın kendi varlığı ile olan ilgisinin ne kadar önemli olduğu...
Bu şekilde başlayan psikoterapi yaşantıları da göstermektedir ki tasavvufun bizlere sunduğu o hâl, sadece mânevî hayatımızı, ibadetlerimizi değil; toplumla olan ilişkilerimizi, sosyal hayatımızı da etkilemektedir. Herhangi bir tasavvuf meclisinde ya da bir sohbette elde edilen tat, kişiyi hem bedenen hem de ruhen olumlu yönde etkilemektedir.
Terapi de tıpkı tasavvuf gibi iki tarafın da bir şeyler öğrendiği hoş bir sohbet ortamıdır. Bu açıdan baktığımızda ise terapinin İslâm tasavvufundan etkilendiğini görürüz ve tasavvufla yaşayan bir insanın terapiye ihtiyaç duymayacağını da anlarız. Çünkü tasavvuf dediğimiz o yaşantı başlı başına Kur'ân ahlâkı ile yaşayan Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in hâlidir.
Bir kısım psikolog ve psikiyatrisler arasında yeni yeni ruhsal sağlıkta ve ruhsal hastalıkların tedavisinde dinin önemini vurgulayan bazı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Allah'a imanın, harika bir güç olup, dindar insana yaşamın zorluklarını göğüslemede, ruhsal yönden büyük bir güç verdiğini kabullenen batılı düşünürler ve psikologlar arasında doğu kültürüne yöneliş görülmektedir. Bu yöneliş her ne kadar imanî boyutta olmasa da takdire şâyandır. Bunları sizlerle paylaşacağım birazdan; lâkin öncelikle şunu da ifade etmek istiyorum: Maddenin ön planda tutulduğu, maddî kazanç yüzünden kendisini dehşetli yarışların peşinde sürüklediği, bu modern çağda yaşayan bir çok çağdaş insanın, muzdarip olduğu psikolojik rahatsızlıklardan ancak imânî bir güç ile korunabileceği unutulmamalıdır. Batı bu dönüşümü henüz yeni anlamaya başlar. Oysa çağları aşıp gelen dinimiz, inancımız, Kur'ân–ı Mübinimiz, o Yüce Peygamberimiz, âlimlerimiz ve tasavvuf büyüklerimiz her fırsatta bunu zikretmişlerdir. Kişi hasta olmadan ilacını vermişler ve asıl tedaviyi uygulamışlardır.
"Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla sükuna erer, rahatlar, huzura kavuşur, başkasıyla değil!"(20) diyerek bizleri ikaz eden Yüce Yaratıcımız'ın bu ayetindeki derin imgelerde de gördüğümüz gibi en büyük terapi kaynağımız olan Kur'ân–ı Kerim, ruhsal problemlerin kaynağını da çözümünü de göstermektedir.
Teğâbün sûresinin on birinci âyet–i kerimesinde geçen: "Başa gelen her musibet (hastalık, insanı üzüntüye sokan her olay) Allah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğru düşünceye götürür" âyetini, İbn–i Kesir yorumlarken şöyle der: "İnanan insan, başına bir musibet geldiği zaman bunun Allah'ın kaza ve kaderiyle gerçekleştiğini bilir. Buna sabreder, öldüğünde bunun mükafatını alacağını umar. Allah onun kalbine hidayet, yakîn ve doğruluk verir. Böylece başına gelen musibetin onu töhmete sevk etmek için gelmediğini, bunun Allah tarafından olduğunu bilir. Böylece ondan razı olur ve ona teslim olur"(21) der.
BATIDAKİ İMÂNİ YÖNELİŞER
Ünlü bir psikanalist olan Carl G. Jung şunları söylemektedir: "Geçmiş otuz sene zarfında modern dünyanın çeşitli uluslarından bazı şahıslarla görüşmem vaki oldu. Yüzlerce hastayı tedavi ettim. Ömrünün ikinci yarısını yaşayan –Yani 35 yaşını geçmiş– yaşamında temel dini görüşe ihtiyaç problemi olmayan hiç bir hasta görmedim. Şunu söyleyebilirim: Bunlardan her biri, her asırda yaşayan dinlerin kendi mensuplarına vermiş oldukları şeyi kaybetmiş olma nedeniyle hastalığın pençesine düşmüş ve bunların gerçek şifaları ancak yaşamda dinsel görüşüne dönmeleriyle mümkün olmuştur."(22)
Psikiyatrist, A.A. Brill ise şunları söylemektedir: "Gerçek anlamda dindar olanlar, asla psikolojik bakımdan rahatsız olmazlar."(23)
Buna çağrıda bulunan çağdaş Amerikalı filozof ve psikolog William James bu konuda şunları söylemektedir: "Stresin en büyük tedavisi şüphesiz imandır." Aynı şekilde: "İman, kişinin yaşamasına yardımcı olmak üzere kendisine çokça lazım olan bir güç kaynağıdır. Onun kaybedilmesi yaşamın zorluklarına karşı direnç gücünü kaybetmektir. Bizimle Allah arasında kopmayacak bir bağ vardır. Biz nefislerimizi onun yücelmesi kullanırsak bütün ideal ve emellerimiz gerçekleşir." diyen Dale Carnegie, sonra şu benzetmeyi yapar: "Okyanusun ıslık çalan devirici dalgaları, onun derinliğindeki dinginliği bozmuyor, emniyetini sarsmıyorsa; Allah'a imanı köklü olan kişideki sathî ve süreli değişiklikler onun ruh dinginliğini sarsmaz. Dindar kişi, strese karşı dayanıklıdır, dengesini devamlı korur. Zamanın getirebileceği muhtemel şartlara, karşı koymaya hazırlıklıdır."(24)
Buna ilave olarak psikolog ve psikiyatristlerden son dönemin bir çok batılı düşünürü, çağdaş insanın sorununun temelde insanın dinî ve ruhsal değerlere olan ihtiyacından kaynaklandığına işaret etmişlerdir. Tarihçi A. Toynbee son asırda Avrupalıların sorunlarının, esasında ruhsal ihtiyaçlardan kaynaklandığını, bunun yegane tedavisi olarak da dine dönüş olduğunu belirtmektedir.(25)
Descartes ise: "Bende nâmütenâhî bir düşünme hassası var. Ben, nâmütenâhî olmadığıma göre bana verilen bu hassa, nâmütenâhî olan bir Zât'tan gelmektedir" mülahazasıyla bu hakikati ifşa eder.
Lynn Wilcox sonuç olarak der ki: "Batı toplumunda kaybolan ruhsal coşku ve dinî hayat, onun yerini yalnızca tehlike ve heyecan ile doldurulmasını bilen boş insanlar güruhunu oluşturmuştur."(26)
Kaliforniya Devlet Üniversitesi'nde Profesör olarak görev yapan Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji adlı eserinde Batının psikolojisi ile Doğunun tasavvuf geleneğine dair bir dizi karşılaştırmalar yapar ve en sonunda der ki: "Gerçek psikoterapi bizimki değil; Doğu kültürünün tasavvuf anlayışıdır." Batı dünyasında 30 yılı aşkın psikoterapi tecrübeleriyle tanınan L. Wilcox'un tasavvuf ile psikoterapi karşılaştırmasını da sizlerle paylaşmak istiyorum:
PSİKOTERAPİ İLE TASAVVUF ARASINDAKİ FARKLILIKLAR
Psikoterapi bugünkü biçimine yalnızca yüzyıllık bir zaman diliminden sonra gelmiş iken; tasavvuf insanlık kadar eskidir ve 1400 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Psikoterapide amaç insanın davranışlarını tanımlamak ve kontrol etmektir; ama tasavvuf öyle değildir. Kişi kendi kendini tanımalı ve bu tanıma yoluyla yaratıcısının bilgisini kazanmalıdır.
Psikoterapi niceliksel ve kaçınılmaz biçimde gayri şahsidir, ölçülebilen "ortalama" davranış ile ilgilenir. Tasavvuf ise niteliksel ve şahsidir.
Psikoterapi fiziksel olana odaklanır. Tasavvuf ise fiziksel olanı kabul eder ama metafiziksel olana ağırlık verir.
Psikoterapi zihinsel sağlık ile ilgilenirken; tasavvuf sevgiyle birlikteliğe ulaşılması suretiyle ruhun tedavi edilmesiyle ilgilenir.
Psikoterapi kişinin hastalıklı yaşantısını düzeltmek için konuşmayı birincil metod olarak kullanırken; tasavvufta ruhsal metotlarla içsel kalbe yöneliş vardır.
Psikoterapinin yol açtığı değişimler genelde küçük çaplıdır ve "uyum sağlama"yı içerir. Oysa tasavvuf yolunu derin, kalıcı ve dönüştürücü bir deneyimdir.
Psikoterapide esas odak noktası insan iken; tasavvufta Allah'tır.
Batı Psikolojisi araştırma alanını, ölçülebilir fiziksel olguların tanımıyla sınırlarken, kendi özgün anlamı olan ruhun hakiki varlığını ihmal etmiştir. Fiziksel seviyeye ve daha özgül olarak sözcüklere odaklanan Batı Psikolojisi, ne yüksek seviyeli yetiler ve yetenekler kazandırmak, ne de onun özgün anlamı olan "ruh tedavisi"ni sağlamak için bir yol ve yönteme sahiptir. Bunun tersine tasavvuf, ruhu tedavi etmenin ve bize doğuştan ihsan edilmiş yüksek seviyeli insanî yetiler ve yetenekleri kazanmanın yoludur. Bu itibarla gerçek psikoterapi tasavvuftur. Çünkü tasavvuf psikoterapinin, psikolojinin cevap veremediği anahtar sorulara cevap verir: Kâmil insan nasıl gelişir ve mükemmel toplum nasıl kurulur? Özbenlik ve yaşamın amacına ilişkin insanoğlunun bâki kalan sorularını yanıtlar ve hepimizin aradığı sükunetin yolunu gösterir.
Psikoterapide ortaya çıkan sonuç, insan davranışı üzerinde edinilen düşünceler ve birikimsel bilgilerdir. Tasavvufun sonucu ise ilahi ışıktır.(27)
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billûr içindedir; o billûr da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. Bu öyle bir ağaç ki yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. Bu ışık, nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara işte böyle misal verir; Allah her şeyi bilir."(28
Ve ne zaman ki kopmuşuz kendi özümüzden, işte o zaman kaybetmişiz bize ait olan değerlerimizi. Sonrasında ise yaslamışız sırtımızı batıya… Bizim kaybettiğimize, önemsemediğimize hatta yok etmek istediğimize batı sahip çıkmış, almış ve uydurmuş kendine göre ve terapi demiş bunun adına. Ruhsal sıkıntılar çekenlere, kendini yalnız hissedenlere, stres, depresyon ve bunalımda olanlara yani tam da modern çağın modern insanlarına göreymiş bu. Ruhu paramparça olan bedenlere, maddenin yüceltilip mânanın hiçe sayıldığı gönüllere bir şifa iksiri kabul edilmiş psikoterapi.
Kuşkusuz, hikmet bizim yitiğimizdir ve onu nerede görsek alırız. Ancak unutmamalıyız ki bu hikmet bizim kendi öz kültürümüzde zaten vardı. Sadece adı farklıydı: terapi değil; tasavvuftu. Bu, biraz da tasavvuftan ne anladığımıza bağlıdır lakin o engin sohbetler, mânevî atmosferler, oralarda alınan gıdâlar, paylaşılan yaşantılar, birliktelikler başlı başına bir ruhsal tedaviydi.
Tuhaf olan, kendi öz kültürümüzde var olan onca ruhsal tedavi yöntemlerini elimizin tersiyle bir yana itip, batının bizden alıp kendi kültürüne ve inançlarına göre yorumladığını, şimdi bizim onlardan almamızdır. Daha enteresan olanı ise, batı kültüründen aldıklarımızın şaheser olarak; kendi özümüzde var olanların ise "hurâfe" olarak değerlendirilmesidir. Oysa batı daha ruhu bile tanımazken, ruh hastalarını deli olarak görüp "içine şeytan girmiş" diyerek yakarlarken; bizler onları doğal yollarla, özel yöntemlerle tedavi ediyorduk. Her şey bir yana, kişi daha hasta olmadan, onun ruhunu korumak için, ilim meclislerinden ve tasavvuf sohbetlerinden manevi tedbirler sunuluyordu.
İşte bu nedenle siz değerli okuyucularımızı bu ay tasavvuf geleneğimizin o engin okyanusuna götürmek ve günümüz modern psikolojisiyle şöyle bir karşılaştırma yapmak istiyorum.
TASAVVUF NEDİR
İmam–ı Gazali'ye göre Tasavvuf, ilmin özüdür. Nefsin ağır gelen zorluklarına katlanmak, onun kötü huy ve çirkin sıfatlardan arınarak, Allah'tan başka her şeyi kalpten boşaltarak, kalbi Allah'ın zikri ile süsleyip güzelleştirmektir. Ahiret saadeti nefsi men ve dünyayı terk etmekle mümkündür.
"Nefsi elinde kar gibi erimeyenin elinde, dini kar gibi erir."
Amr Bin Osman el–Mekkî Hazretleri'ne göre Tasavvuf, "Kulun içinde bulunduğu vaktin gereğine göre, o an ne yapılması gerekiyorsa onu yapmasıdır."
Semnun: "Tasavvuf hiçbir şeyin sana, seninde hiçbir şeye malik olmamandır" der.
Necip Fazıl ise: "Tasavvuf, İslam ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi ana unsurudur. Belki de hepsi birden." der ve ekler: "Tasavvuf, ruhtan gelip akla hisse veren; lakin aklı kendi hissesine asla karıştırmayan ve gayeyi 'Ne akılla olur ne de akılsız' diye tespit eden ilahi bir marifettir."(1)
Tasavvuf, adıyla olmasa bile, muhtevâsı ve müesseseleriyle Allah Rasûlü'nün (s.a.v) hayatında ve Kur'an'da vardır. Tasavvufta önemli olan, Hakk'ın rızasını kazanmak, nefsi temizlemek, Allah Rasulü (sav)'nün ahlâkı ile ahlâklanmak, kalbin boş işlerden alakasını keserek İslamî esaslara uygun bir hayat yaşamaktır.
TASAVVUF OLMADAN OLMAZ MI?
Bu hususu İmam–ı Rabbânî Hazretleri 'Mektubât' adlı eserinde şöyle açıklar:
"Tasavvuf yoluna girmek, İslâmiyet'in inanılacak şeylerine îmanı kuvvetlendirmek içindir. Böylece kişinin îmanı, düşünerek anlamak zorluğundan kurtularak, görmüş gibi sağlam ve vicdânî olur ve derin bir îman hâsıl olur. Meselâ, Allah–u Teâlâ'nın varlığına ve bir olduğuna önce düşünerek veya başkalarından görerek inanan bir insana, tasavvuf yolunda ilerlemek nasip olunca, düşünerek ve işiterek olan îmanı; şimdi bularak, anlayarak hâsıl olur. Îmanı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de, böyle îman hâsıl olur.
Tasavvuf yoluna girmenin ikinci faydası, fıkıhta bildirilen vazîfeleri yapmakta kolaylık elde etmek ve nefs–i emmâreden ileri gelen güçlükleri yok etmektir. Bu fakir, iyi anladı ki, tasavvuf, İslâmiyet'in yardımcısıdır. İslâmiyet'ten başka bir şey değildir. Böyle olduğunu, mektûblarımda, kitaplarımda açıkladım.
Bu iki faydaya kavuşmak için, tasavvuf yolları içinden, Ebû Bekr–i Sıddîk'ın yolunu seçmek iyi ve daha uygundur. Çünkü, bu yolun büyükleri sünnet–i seniyyeye yapışmışlar ve bid'atlerden sakınmışlardır."(2)
Tasavvuf, insan ile âlem arasındaki savaşın düğümünü çözme, insanı âlem içinde huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onu bir iç muhasebe ve murakabe ile yavaş yavaş bu sebeplerden uzaklaştırma, ona kendi iç hakikatini buldurma yoludur.
Sufilere göre insan bir âlem–i sağîr'dir, mikro kozmostur, zübde–i âlemdir. Akıl, bizi gizli güçlerimizi gerçekleştirmeye yönlendirir, hayatın temel amacını belirlememize yardım eder. Ancak varoluşsal sorunumuzu tek başına çözemez. O nedenle insan gerçek benliğe ulaşmalı, İnsan–ı Kâmil olmalıdır.
Ahsen–i Takvîm (yaratılmışların en güzeli) ile Esfel–i Sâfilin (aşağıların en aşağısı) arasında gidip gelen insan, hem bir mükemmellik imgesi barındırır, hem de kopuşla birlikte başlayabilecek bir bozulmaya meyillidir.
İnsan, eğer varoluşsal problemini çözmek için, ebedi olanı arar ve kendini aşmak isterse bilincini kurgu, yalan ve idollerden; kalbini de hırs, kıskançlık ve öfkeden temizlemelidir ki Ahsen–i Takvîm'e ulaşabilsin.(3)
Tasavvufta ruhsal gelişimin ilerleme aşamalarını temsil eden makamlar vardır. Her aşama kişiliğin daha mükemmel bir seviyeye dönüşmesine katkıda bulunur. İnsan gelişiminin yedi aşaması ve eşlik eden kişilik gelişim düzeyleri şu şekildedir4)
Tevbe: Nefs–i Emmâre
Verâ: Nefs–i Levvâme
Zühd: Nefs–i Mülhime
Fakr: Nefs–i Mutmainne
Sabr: Nefs–i Râziyye
Tevekkül: Nefs–i Marziyye
Rızâ: Nefs–i Kâmile
"Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir."(5) âyet–i kerimesinden yola çıkarak nefsimizin hangi mertebede olduğunu daha iyi anlamak ve ona eşlik eden ruhsal aşamaları öğrenmek için bu yedi nefs makamını biraz açıklayalım.
7 NEFS ve 7 GELİŞİM DÜZEYİ
NEFS–İ EMMÂRE =TEVBE
"Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dâhilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?"(6)
Mübalağa ve şiddetle kötülüğü emredici nefs anlamına gelen, Nefs–i Emmâre Cenâb–ı Hakk'ın Celâl sıfatı ile yaratılmıştır. Yukarıdaki âyette de çok açık bir şekilde gördüğünüz üzere Nefs–i Emmâre, kişiye kendi hevâ ve hevesini ilah ettiren, insanı dalâlete, inkara, isyana ve kötülüğe sürükleyen bu itibarla da en alt tabakada yer alan nefstir.
Modern psikolojinin yapısal kişilik kuramındaki "id" sistemi de aynen Nefs–i Emmâre gibi "Haz İlkesi" ile çalışır. Bu ilke ile hareket eden id, acıdan kaçınma ve haz duyabilme amacıyla iki süreçten yararlanır. Dürtülerine göre hareket eder. Dürtülerini ne engeller ne denetler ve ne de düzenler. Nasıl, nerede ve ne zaman istiyorsa o anda dürtülerini gerçekleştirir.(7)
Bu aşamadaki nefs, küfür halindedir. İmandan yoksundur. Hikmet–i İlâhî'den, Nûr–u Sübhânî'den, Füyüzât–ı Muhammedî'den bir nebze bile nasibi yoktur. Sadece Allah'ın tevbe kapısını açıp hidayete erdirdikleri hariç. Tevbe, bir çıkış kapısıdır nefsin bu basamağından.
Cüneyd–i Bağdâdî'ye göre tevbenin üç anlamı vardır: 1. Suçluluk ve pişmanlık, 2. Alışkanlıklardan kurtulmak, 3. Kişinin kendisini haksızlık ve husumetten arındırması.
İmam–ı Gazâlî Hazretleri Kimya–ı Saadet'inin bir bölümünü tevbeye ayırır. Ona göre "İnsan, tutku ve dürtülerine mağlup olabileceği için eksiktir. İnsan ancak akıl ve iradesiyle tutkularına gem vurabilirse olgunlaşır."
Tevbe, geçmiş günahlar ya da psikoloji diliyle söylersek impulsif davranışlar ve yasaklanmış arzular için af dilemektir. Psikodinamik bakış açısından, tevbe bir kendini gözleme ve inceleme sürecidir ve kararlı bir pratik gerektirir. Kendini gözleme, inceleme ve dürtüleri gözden geçirme, etkin psikolojik terapinin önemli aşamalarıdır.
Bir de tevbe–i nasûh diye isimlendirilen bir tevbe vardır ki, bu tür tevbede kişi tekrar günaha meyledeceği zaman nasûh tevbesi onu korur. Bir insan işlemiş olduğu günahlara asla geri dönmemek üzere tevbe etmiş ve bu hususta Allah'tan da yardım dilemişse o kişi tevbe–i nasûh ile tövbe etmiş demektir. İşte asıl tevbe budur: Kişiyi tekrar günah işlemekten ve aynı hataya düşmekten koruyan tevbe ki biz buna "Tevbe–i Nasûh" yani "Kurtarıcı Tevbe" diyoruz.
Kur'an–ı Kerim'de "Tevbeten Nâsuha" diye geçen bu tevbede Allah–u Teâlâ: "Ey o bütün iman edenler! Allah'a öyle tevbe edin ki nasûh (samimi, gayet ciddi, tesirli, öğütçü) bir tevbe olsun. Umulur ki Rabbiniz sizin kabahatlerinizi keffaretle örter."(8)
İbn Abbas (R.A)'a göre nasûh tevbe: "Kalp ile pişmanlık duymak, dil ile istiğfar (bağışlanmayı dilemek), beden ile günahlardan kopmak, içinden de bir daha aynı hataya dönmemeye karar vermektir."
NEFS–İ LEVVÂME =VERÂ
"Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı Allah korkusudur.
Ey akıl sahipleri! Benden korkun!"(9)
Tasavvufun temeli umuttur. Verâ aşamasında, kişi umudu korkuyla birlikte yaşar. Havf ve recâ arasında salınır. Umut insanı geleceğe hazırlar, arzulara takılıp kalmak ise kişilik gelişimini ketleyebilir ve ciddi psikolojik huzursuzluklara yol açabilir. Hakikat yolundaki en büyük engel kibirdir. Kibir ve gurur; husumet, önyargı ve uyumsuzluğu besler.
İnsan gelişiminin ikinci aşaması olan verâ'ya eşlik eden nefs; kendini kınayan nefs anlamına gelen, Nefs–i Levvâme'dir. Tasavvufta insanları hayvanlardan ayıran yalnızca akıl ve zekası değildir; kendini kınayan Nefsi Levvâme de insanları hayvanlardan ayıran bir özellik olarak görülür.
Psikanalizdeki süper ego kavramıyla, kendini kınayan nefs arasında kimi benzerlikler vardır. Süper ego kişinin ahlâkî, dinî ve vicdânî değerleriyle ilgilenen parçasıdır. Süper egonun pek çok işlevi bilinçdışıdır. Psikanalizin yapısal kişilik kuramının en son gelişen sistemidir ve gerçekten çok ideali, hoşlanmadan çok kusursuzluğu temsil eder. İdden gelen dürtüleri bastırır. Egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlâkî amaçlara yönlendirmeye çalışır.(10)
Tasavvuftaki kendini kınayan nefs ve ego psikolojisindeki ego ideali; hayvanî arzuları, bencil eğilimleri, narsistik gururu, yalancı umudu ve kendini kandırmayı dizginlemek için gereklidir.
Tasavvufta verâ ile çok meşgul olma ve riyâzet; ego psikolojisindeki suçluluk duygusu ve utançla aşırı uğraş, insan gelişimini sınırlar ve bir dizi psikopatolojik durumun ortaya çıkmasını kolaylaştırır.
Sûfîler, kendilerini korkuya teslim etmemeleri gerektiğinin farkındadırlar. Onlara göre yoğun korku; fobiler, ketlenmeler, korkaklık, atâlet, kararsızlık, zihin ve ruhun felce uğraması gibi bir çok duruma geçit verir. O nedenle tasavvufta korkuyla doğrudan yüzleşilir ve devamlı korku ile ümit arasında, havf ve recâ halinde olunur.
NEFS–İ MÜLHİME=ZÜHD
"Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayanların vay haline!"
Zühd, dünyadaki şeyleri özlemekten ve arzulamaktan vazgeçme halidir. Cüneyd–i Bağdâdî Hazretleri'ne göre zühd: "Elin dünya malından, kalbin tamahkârlıktan âzad olmasıdır."(11) Maddî ve maddî ihtiyaçları yüceltmek şöyle dursun; zerre miktarı hatırlanması, düşünülmesi dahi yoktur bu makamda.
Zühd makâmı, batılı psikoterapilerde olgunluk ve kişilik bütünleşmesi evrelerine karşılık gelir. Bu evrede, kişi kendisine, hayatına ve başkalarına biraz uzaktan bakmayı dener.
Karen Horney'e göre olgunluk, yanılsamalardan derece derece kurtuluştur.
Erikson'un insan gelişimi kuramında ise olgunluk, en üst basamağı oluşturur. Bu aşamada ego bütünlüğü gelişir, benlik kendi içinde bir düzen ve anlam bulur. Erikson bu dönemin bilgelik ile bezendiğini söyler. Bu bilgelik, yaşantılara bir bütün olarak bakabilmektir.
Zühd makâmına eşlik eden nefs; ilham edilmiş nefs anlamına gelen, Nefs–i Mülhime'dir. İdris Şah'ın deyimiyle: "İlham edilmiş nefs, gerçek zihinsel bütünleşmenin başlangıcıdır. Orada zihin eski verimsiz hâlinin aksine; daha yüksek bir seviyede işlemeye muktedir olur."
Zühd; alışkanlıklar, savunmacı tavırlar ve yanıltıcı düşünmeler üzerinde bir kazı çalışmasıdır. Kişi, bu kazıyla bilinçdışının set vurulmamış enerjilerine ulaşır. Bu enerjilerin yaşanması ve ifade edilmesi ancak Nefs–i Mülhime ile hayata geçirilir.
Erich Fromm, modern insanın olmak ile sahip olmak arasında bir temel tercih noktasında bulunduğunu söylediği yapıtında şöyle yazar: "Tüketim, günümüz aşırı üretim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin geri alınması imkansız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itibaren ve tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de, insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar."(12)
Psikanaliz, batılı psikoterapiler ve bir dizi batılı psikoloji, olgunluğun ötesinde herhangi bir gelişim evresini düşünmezler. İnsan gelişiminin mânevî, evrensel ve aşkın evrelerini keşfetmeyi arzulamazlar. Oysa tasavvufta gelişim yeni başlamaktadır. Kişi fakr, sabır, tevekkül ve rızâ olmak üzere dört gelişim basamağından daha geçerek İnsan–ı Kâmil mertebesine ulaşacaktır.
NEFS–İ MUTMAİNNE=FAKR
"Ey mutmain olan, itaat edip huzura eren nefs! Hem hoşnut edici hem de hoşnut edilmiş olarak dön Rabbine! Gir kullarımın arasına. Gir cennetime!"(13)
Fakr, yoksulluk; arzu ve isteklerden kurtuluş demektir. Tasavvuf ehli genellikle kendilerine "fakir" derler. Bu makama eşlik eden nefs; Nefs–i Mutmainne'dir.
Nefs–i Mutmainne'ye ulaşmak içsel çatışmalardan, dünyevî bağlanmalardan ve sahip olma eğilimlerinden kurtulmak, hayatın ve varoluşun görünmez ritmine yaklaşmak demektir.
Kişi bu dünyadan el–etek çekmeden ondan özgürleşebilmeyi başarabildiği anda Nefs–i Mutmainne'ye ulaşabilir. Gerçek yoksulluk ve fakr hâlinin göstergesi, kişinin iç dünyasında maddî nesneleri algılama biçimidir. Daha fazla edinme arzusuna, mevki kaygısına köle olmadığı sürece kişi fakirdir, erdemlidir. Tasavvuf büyüklerinden Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Efendi Hazretleri, bu hâli Hazreti Ebubekir (R.A) edâsıyla anlatır: "Biz parayı kalbimizde değil; cebimizde taşırız."
Nefs–i Mutmainne sahibi, sürekli kulluğunun bilincindedir. Neşe ve sürûr günlerinde azgınlaşmadığı gibi; güçlük ve zorluk sırasında Allah'ın kaza ve kaderine de baş kaldırmaz. Kulluğunu eşit bir biçimde sürdürür.
Görevlerini yerine getirmeye gelince, namazlarını ilk vaktinde kılar. Haramlardan, Allah'ın yasak ettiği her şeyden kaçar. Kulluğunun bilincindedir. İster darlıkta, ister genişlikte, ister nimet verilsin, ister sıkıntıya uğratılsın fark etmez. O sürekli kulluğunu yerine getirir.(14)
NEFS–İ RÂZİYYE=SABIR
"Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır."(15)
Dayanma, tahammül, katlanış anlamlarına gelen sabra eşlik eden nefs; Nefs–i Râziyye'dir. Sabır bir yönüyle bilişsel, duygulanımsal ve bilinçdışı düzeylerde yaşanılan bir psikolojik süreçtir. Bir yanıyla da psikolojik süreçleri aşan mânevî bir hâldir.
İçsel sabır yaşantısı üzerinde durarak dürtüsel/agresif güdülerin yıkıcı güçlerini dizginlemek isteyen tasavvuf ehli, kişinin iç huzur ve ahengini arttırır.
Sessizlik, sabrın davranışa yansıyan tarafıdır. İçsel sessizlik yaşantısı daha fazla kişilik bütünleşmesi sağlayan güçlü bir psikolojik kuvvettir.
Tasavvufta sabır inancın özüdür.
NEFS–İ KÂMİL= RIZÂ
"Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum."(18)
İnsan gelişiminin son ve yedinci makamı Rızâ'dır. Tasavvufta rızâ, derin bir içsel tatmin, kanaat ve gönül hoşnutluğuna işaret eder. Bu aşamaya eşlik eden nefs; arınmış ve kemâle ermiş olan Nefs–i Kâmile'dir. Bu makama ulaşabilen kişinin artık kaybedeceği bir şey yoktur. Hiçbir kayıptan ıstırap duymaz. Hiçbir şeye sahip olmakla zenginleşmez. Hiçbir şeyi yitirmekle yoksullaşmaz. Her iki durum arasında onun için fark yoktur.
Rızâ hâli, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'ne: "Kahrın da hoş; lütfun da hoş" dedirten mertebedir. Rızâ'ya ulaşan, kâinatta ikilik, çelişki, kötü, çirkin, acı, gam görmez. Allah'ın irade ve yazgısına mutlak bir teslimiyet vardır. Rızâ benlikten kurtulmanın en yüksek biçimidir.
Derin bir içsel tatmin, adanmış bir aşk, diğerlerine karşı empati, samimiyet ve insanlığa sürekli hizmet rızânın neticelerindendir. Rızâ, hayatın olduğu gibi kabul edilmesidir. Ne geçmiş ne gelecek, ânın yaşanmasıdır.
Nefs–i Kâmil mertebesindeki kişi, nefsin diğer alt basamaklarının tamamını yaşayarak zirveye ulaşır ve Kâmil insan olur.
İNSAN–I KÂMİLİN
PSİKOLOJİK NİTELİKLERİ
Korku, tamahkârlık, dürtüsel/agresif dürtülerden kurtulma.
İkililikten kurtulma.
Dünyevî veya şartlanmış benlikten kurtulma.
Bütün nefislerin toptan bütünleşmesi.
İnsan gelişiminin yedi evresini de yaşantılama.
Yoğun duygusal ve ruhsal hâllerin yaşantılanması: umut, korku, neşe, vecd, güven, kesinlik.
Hayatla tam bir içiçelik.
An ile tam bir bütünleşme.
Geçmişe ya da geleceğe takılmama.
Kişinin, hayatın ekolojik düzeni ve hayatın görünmez ritmi ile olan bağını keşfetmesi.
Aşkın gerçekliğin yaşantılanması.
Varoluşsal birlik (Fenâ ve bekâ)
Niyâz–ı Mısrî İnsan–ı Kâmil'in psikolojisini şu dizelerle anlatıyor:
"Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş.
Burhan sorardım aslıma; aslım bana burhan imiş."
Nesefî, İnsan–ı Kâmil adlı yapıtında: "Bil ki kâmil insan şu dört şeyi tam olan insandır: İyi sözler, iyi hareketler, iyi ahlak ve bilgi."(19)
TASAVVUFLA YAŞAYANLAR TERAPİYE
İHTİYAÇ DUYMAZLAR ÇÜNKÜ TASAVVUFUN
HER YÖNÜ AYRI BİR TERAPİDİR
Modern manada terapinin ilk yıllarına baktığımızda, ne zamanki insanlar toplumdan uzaklaşmış, yalnızlığın limanında boğulur olmuşlar, işte orada anlaşılmış başka bir insanın kendi varlığı ile olan ilgisinin ne kadar önemli olduğu...
Bu şekilde başlayan psikoterapi yaşantıları da göstermektedir ki tasavvufun bizlere sunduğu o hâl, sadece mânevî hayatımızı, ibadetlerimizi değil; toplumla olan ilişkilerimizi, sosyal hayatımızı da etkilemektedir. Herhangi bir tasavvuf meclisinde ya da bir sohbette elde edilen tat, kişiyi hem bedenen hem de ruhen olumlu yönde etkilemektedir.
Terapi de tıpkı tasavvuf gibi iki tarafın da bir şeyler öğrendiği hoş bir sohbet ortamıdır. Bu açıdan baktığımızda ise terapinin İslâm tasavvufundan etkilendiğini görürüz ve tasavvufla yaşayan bir insanın terapiye ihtiyaç duymayacağını da anlarız. Çünkü tasavvuf dediğimiz o yaşantı başlı başına Kur'ân ahlâkı ile yaşayan Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in hâlidir.
Bir kısım psikolog ve psikiyatrisler arasında yeni yeni ruhsal sağlıkta ve ruhsal hastalıkların tedavisinde dinin önemini vurgulayan bazı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Allah'a imanın, harika bir güç olup, dindar insana yaşamın zorluklarını göğüslemede, ruhsal yönden büyük bir güç verdiğini kabullenen batılı düşünürler ve psikologlar arasında doğu kültürüne yöneliş görülmektedir. Bu yöneliş her ne kadar imanî boyutta olmasa da takdire şâyandır. Bunları sizlerle paylaşacağım birazdan; lâkin öncelikle şunu da ifade etmek istiyorum: Maddenin ön planda tutulduğu, maddî kazanç yüzünden kendisini dehşetli yarışların peşinde sürüklediği, bu modern çağda yaşayan bir çok çağdaş insanın, muzdarip olduğu psikolojik rahatsızlıklardan ancak imânî bir güç ile korunabileceği unutulmamalıdır. Batı bu dönüşümü henüz yeni anlamaya başlar. Oysa çağları aşıp gelen dinimiz, inancımız, Kur'ân–ı Mübinimiz, o Yüce Peygamberimiz, âlimlerimiz ve tasavvuf büyüklerimiz her fırsatta bunu zikretmişlerdir. Kişi hasta olmadan ilacını vermişler ve asıl tedaviyi uygulamışlardır.
"Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla sükuna erer, rahatlar, huzura kavuşur, başkasıyla değil!"(20) diyerek bizleri ikaz eden Yüce Yaratıcımız'ın bu ayetindeki derin imgelerde de gördüğümüz gibi en büyük terapi kaynağımız olan Kur'ân–ı Kerim, ruhsal problemlerin kaynağını da çözümünü de göstermektedir.
Teğâbün sûresinin on birinci âyet–i kerimesinde geçen: "Başa gelen her musibet (hastalık, insanı üzüntüye sokan her olay) Allah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğru düşünceye götürür" âyetini, İbn–i Kesir yorumlarken şöyle der: "İnanan insan, başına bir musibet geldiği zaman bunun Allah'ın kaza ve kaderiyle gerçekleştiğini bilir. Buna sabreder, öldüğünde bunun mükafatını alacağını umar. Allah onun kalbine hidayet, yakîn ve doğruluk verir. Böylece başına gelen musibetin onu töhmete sevk etmek için gelmediğini, bunun Allah tarafından olduğunu bilir. Böylece ondan razı olur ve ona teslim olur"(21) der.
BATIDAKİ İMÂNİ YÖNELİŞER
Ünlü bir psikanalist olan Carl G. Jung şunları söylemektedir: "Geçmiş otuz sene zarfında modern dünyanın çeşitli uluslarından bazı şahıslarla görüşmem vaki oldu. Yüzlerce hastayı tedavi ettim. Ömrünün ikinci yarısını yaşayan –Yani 35 yaşını geçmiş– yaşamında temel dini görüşe ihtiyaç problemi olmayan hiç bir hasta görmedim. Şunu söyleyebilirim: Bunlardan her biri, her asırda yaşayan dinlerin kendi mensuplarına vermiş oldukları şeyi kaybetmiş olma nedeniyle hastalığın pençesine düşmüş ve bunların gerçek şifaları ancak yaşamda dinsel görüşüne dönmeleriyle mümkün olmuştur."(22)
Psikiyatrist, A.A. Brill ise şunları söylemektedir: "Gerçek anlamda dindar olanlar, asla psikolojik bakımdan rahatsız olmazlar."(23)
Buna çağrıda bulunan çağdaş Amerikalı filozof ve psikolog William James bu konuda şunları söylemektedir: "Stresin en büyük tedavisi şüphesiz imandır." Aynı şekilde: "İman, kişinin yaşamasına yardımcı olmak üzere kendisine çokça lazım olan bir güç kaynağıdır. Onun kaybedilmesi yaşamın zorluklarına karşı direnç gücünü kaybetmektir. Bizimle Allah arasında kopmayacak bir bağ vardır. Biz nefislerimizi onun yücelmesi kullanırsak bütün ideal ve emellerimiz gerçekleşir." diyen Dale Carnegie, sonra şu benzetmeyi yapar: "Okyanusun ıslık çalan devirici dalgaları, onun derinliğindeki dinginliği bozmuyor, emniyetini sarsmıyorsa; Allah'a imanı köklü olan kişideki sathî ve süreli değişiklikler onun ruh dinginliğini sarsmaz. Dindar kişi, strese karşı dayanıklıdır, dengesini devamlı korur. Zamanın getirebileceği muhtemel şartlara, karşı koymaya hazırlıklıdır."(24)
Buna ilave olarak psikolog ve psikiyatristlerden son dönemin bir çok batılı düşünürü, çağdaş insanın sorununun temelde insanın dinî ve ruhsal değerlere olan ihtiyacından kaynaklandığına işaret etmişlerdir. Tarihçi A. Toynbee son asırda Avrupalıların sorunlarının, esasında ruhsal ihtiyaçlardan kaynaklandığını, bunun yegane tedavisi olarak da dine dönüş olduğunu belirtmektedir.(25)
Descartes ise: "Bende nâmütenâhî bir düşünme hassası var. Ben, nâmütenâhî olmadığıma göre bana verilen bu hassa, nâmütenâhî olan bir Zât'tan gelmektedir" mülahazasıyla bu hakikati ifşa eder.
Lynn Wilcox sonuç olarak der ki: "Batı toplumunda kaybolan ruhsal coşku ve dinî hayat, onun yerini yalnızca tehlike ve heyecan ile doldurulmasını bilen boş insanlar güruhunu oluşturmuştur."(26)
Kaliforniya Devlet Üniversitesi'nde Profesör olarak görev yapan Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji adlı eserinde Batının psikolojisi ile Doğunun tasavvuf geleneğine dair bir dizi karşılaştırmalar yapar ve en sonunda der ki: "Gerçek psikoterapi bizimki değil; Doğu kültürünün tasavvuf anlayışıdır." Batı dünyasında 30 yılı aşkın psikoterapi tecrübeleriyle tanınan L. Wilcox'un tasavvuf ile psikoterapi karşılaştırmasını da sizlerle paylaşmak istiyorum:
PSİKOTERAPİ İLE TASAVVUF ARASINDAKİ FARKLILIKLAR
Psikoterapi bugünkü biçimine yalnızca yüzyıllık bir zaman diliminden sonra gelmiş iken; tasavvuf insanlık kadar eskidir ve 1400 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Psikoterapide amaç insanın davranışlarını tanımlamak ve kontrol etmektir; ama tasavvuf öyle değildir. Kişi kendi kendini tanımalı ve bu tanıma yoluyla yaratıcısının bilgisini kazanmalıdır.
Psikoterapi niceliksel ve kaçınılmaz biçimde gayri şahsidir, ölçülebilen "ortalama" davranış ile ilgilenir. Tasavvuf ise niteliksel ve şahsidir.
Psikoterapi fiziksel olana odaklanır. Tasavvuf ise fiziksel olanı kabul eder ama metafiziksel olana ağırlık verir.
Psikoterapi zihinsel sağlık ile ilgilenirken; tasavvuf sevgiyle birlikteliğe ulaşılması suretiyle ruhun tedavi edilmesiyle ilgilenir.
Psikoterapi kişinin hastalıklı yaşantısını düzeltmek için konuşmayı birincil metod olarak kullanırken; tasavvufta ruhsal metotlarla içsel kalbe yöneliş vardır.
Psikoterapinin yol açtığı değişimler genelde küçük çaplıdır ve "uyum sağlama"yı içerir. Oysa tasavvuf yolunu derin, kalıcı ve dönüştürücü bir deneyimdir.
Psikoterapide esas odak noktası insan iken; tasavvufta Allah'tır.
Batı Psikolojisi araştırma alanını, ölçülebilir fiziksel olguların tanımıyla sınırlarken, kendi özgün anlamı olan ruhun hakiki varlığını ihmal etmiştir. Fiziksel seviyeye ve daha özgül olarak sözcüklere odaklanan Batı Psikolojisi, ne yüksek seviyeli yetiler ve yetenekler kazandırmak, ne de onun özgün anlamı olan "ruh tedavisi"ni sağlamak için bir yol ve yönteme sahiptir. Bunun tersine tasavvuf, ruhu tedavi etmenin ve bize doğuştan ihsan edilmiş yüksek seviyeli insanî yetiler ve yetenekleri kazanmanın yoludur. Bu itibarla gerçek psikoterapi tasavvuftur. Çünkü tasavvuf psikoterapinin, psikolojinin cevap veremediği anahtar sorulara cevap verir: Kâmil insan nasıl gelişir ve mükemmel toplum nasıl kurulur? Özbenlik ve yaşamın amacına ilişkin insanoğlunun bâki kalan sorularını yanıtlar ve hepimizin aradığı sükunetin yolunu gösterir.
Psikoterapide ortaya çıkan sonuç, insan davranışı üzerinde edinilen düşünceler ve birikimsel bilgilerdir. Tasavvufun sonucu ise ilahi ışıktır.(27)
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billûr içindedir; o billûr da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. Bu öyle bir ağaç ki yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. Bu ışık, nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara işte böyle misal verir; Allah her şeyi bilir."(28