Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Aile.................................. (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
SUZANNE BROGGER VE MUHATAP ANLAYIŞA GÖRE AİLE



Emel ZOR



Günümüz toplumunda tepetaklak olmuş, bir türlü yerli yerine oturtulamamış pek çok müessese gibi aile müessesesi de, mutlaka yeniden can verilmesi elzem müesseselerden biridir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ; “İslâm inkılâbında aile, “zat’ül-hareke”liğini kazanıncaya kadar, yeni baştan maya tutturulacak ve her unsuriyle yeniden teşkil ve tesis edilecek bir mevzuudur.” (İdeolcya Örgüsü, Sh:246) şeklinde işaretleyişinin “nasıl”ı üzerinde düşünmenin memuriyetiyle mevzûyu ele almaya çalışacağız.

Yine Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in;

“İslâm inkıbâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, “zat-ül hareke”liğine kadar her ferdi ve unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.”(A.g.e, Sh.246) şeklindeki tespitinden de görüleceği üzere, bütün diğer müesseselerde olduğu gibi, aile veya evlilik müessesesi de, sisteme bağlı ve sistemle birlikte anlam kazanır. Aile müessesesini korumak ve ailenin bütün efradını, İslâmî ahlâk, emir ve yasaklarla BD-İBDA ideolcyası ve ideali etrafında yeniden ruh ve şekil alıncaya kadar vazifelendirmek, yine devletle birlikte ve devlet kontrolünde, aile mefhumunun bütün fert ve unsurlarıyla gerçekleştirilebilecektir. “Mukaddes gayenin eşya ve hadiseler nakşı içinde devlet dışarıdan ve aile içeriden yetiştirici olacaktır.”(A.g.e, Sh:247)

İşte bu yetiştiricilik işinde, kadın ve erkeğin misyonu, rolleri, mânâları ve olması gereken kadınla, olması gereken erkek ilişkisi içinde evlilik ve evlilikte çocuk yetiştirmenin “nasıl”ı üzerinde durmaya çalışacağız.

İnsan, Hakkın zuhurundan bir parça ve Hak, insanın aslı ve ilk kaynağı…Kadın ise, erkeğin eğik kaburga kemiğinden yaratılmış olması hasebiyle onun bir parçası…Bu nedenle, erkeğin kendisine “sevdirilmiş” olan kadına karşı duyduğu bu muhabbet, yine kendisine ve neticede kendisini yaratan Allah’a karşı duyduğu muhabbetten…”Çünkü Allah da bizzat kendi sureti üzere halk ettiği kimseye muhabbet gösterdi. İşte , “kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki münasebet buradan başladı.” (Hakikat-i Ferdiye; Salih Mirzabeyoğlu. Sh.144)

Kendisine “kadın” sevdirilen erkekte , kavuşma arzusu vuku buldu. Hakkın sureti üzerine yaratılan insanın, yine Hak ile vuslatı ancak ölümden sonra gerçekleşebileceği için, Allah vuslatın lezzetini kuluna gölge âleminde tattırmak diledi. Bedende hâsıl olan şehvet ile birlikte, erkek ve kadının ten birliğinde gerçekleşen bu vuslattan sonra, iki insanın kendilerine gelip tekrar Hak’kı görmeleri için guslü ve temizlenmeyi emir kıldı. Zira Allah gayret yönünden kulunun kendisinden başkasında lezzet bulmasını istemedi.

Demek ki; kadın, erkek için Allah’a ulaşmada bir vasıta olmak gerekken, erkek ve kadının birlikte olmalarından murad da “Allah” içindir.

“Kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki bu münasebeti ruhunun derinliklerinde hissedemeyen kadın ve erkek, tıpkı, Don Juan misâlinde olduğu gibi “kemiyet zenginliği içinde, kadından yana fakirliğin, bulamayışın ve eremeyişin ve elleri boş kalışın melankolik örneği” oluverirler ve “asıl müessiri görmeksizin varabilecekleri son hassasiyet ufkunu çizerler.” (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, S.Mirzabeyoğlu, Sh:203)

Kadın ve erkeğin birlikteliğini yalnızca nefsî plânda ele alan ve evliliğin mânâ ve ehemmiyetini kavrayamayan insanların oluşturduğu bir toplumda, İslâmî ahlâk kaygılarından uzak, ama tersinden veya düzünden bölük pörçük yakalanan, nihayetinde bir türlü sonuca varılamayan “mihraksız tüme varım zafiyeti” gösteren insanlar da çıkmıyor değil. İşte mevzuumuzun kısmî başlığı olarak belirlediğimiz, “Bizi Aşktan Koru” isimli kitabın yazarı Suzanne Brogger bunlardan bir tanesi. Bu Batılı kadının, bütünden uzak tespitlerine, bütüne nispetle, -kitabın da bir nevi irdelenişi şeklinde- sık sık başvuracağız.

İşte bir örnek:”Eşlerin cinsiyetlerine göre belirlenmiş, herhangi bir yanılgıya yer bırakmayan belirli işlevleri olduğu sürece, evlilik kurumu sağlamlığını iyi kötü koruyordu. Eşlerin her biri hangi kuralı çiğnediğini, hangi günahı işlediğini kestirebiliyordu. Herkesin görevi belliydi. Gelgelelim hemen hiç kimse bu tür bir evlilik istemiyor artık. Evlilik standartlarını içeriden değiştirebileceğimizi sandığımızdan, kuralları ve cinsiyet rollerini bir yana bıraktık. Gelgelelim o değişikliği nasıl yapacağımızı da bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey herkesin ‘insanca yaşaması, insan olması’ gerektiği. O da kolay değil, çünkü ‘insan’ın ne anlama geldiğini kimse kesin olarak açıklayamıyor.Yine de, herkesin bir İNSAN olduğu her zamankinden çok daha sık ve daha yüksek sesle yineleniyor artık.” (Bizi Aşktan Koru, Suzanne Brogger, Sh:24)

Evet gerçekten de bırakın “kadın”, “erkek” olmayı, nedir İNSAN olmak?... Günümüz toplumunda herkesin sıkıntısını çektiği ve kadın-erkek ilişkisi ve evlilik müessesesine yeni bir “anlayış” yeni bir “ruh” kazandırmaya çabaladığı, pörsümeye yüz tutmuş –belki de pörsümüş- evlilik müessesesini canlandırmaya ve ayakta tutmaya gayret sarfettiği, bunu madde plânına indirgeyerek başarabileceğini sandığı, evine yeni bir eşya alırcasına “çocuk peydahladığı” ve nihayetinde ne yaparlarsa yapsınlar, o ruhu yakalayamadıkları için, evliliğin mânâsızlığına hükmettikleri ve “evlilik müessesesini ayakta tutmak neden?” gibi bir soruyla yanlışa düştükleri, üzücü ama gerçek bir vakıa haline geldi artık.

Gerçekten bu konuda ne yapacaklarını bilemediklerinden ve yalnızca yine kıyısından köşesinden bir yakalamayla, “insanca yaşamak”, “insan olmak” teraneleri tüttüren, ama gerçek mânâda “insan” olmanın bile ne demek olduğunu kavrayamayan, ölçüsüz, mizansız, çaresiz ve zavallı insanlar topluluğu…

Aslına bakarsanız hepimiz bu “çaresiz” insanlar topluluğunun birer üyesiyiz. Çünkü ferdî bir takım gayretler neticesinde bir sonuca varamayacağımızı ve bunun bir “sistem” sorunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Düşüncelerimiz ve yaşam biçimlerimiz arasındaki farklılığın da bu “sistem” sorunundan kaynaklandığının farkındayız. Evlilikte dengelerin tam olarak yerli yerine oturtulabilmesi için “kadın-erkek” rollerinin yanı sıra, “karı-koca” ve “anne-baba” rollerine de gerçek mânâlarının yüklenmesi gerekmektedir. İşte her birinin gerçek mânâda yerli yerine oturtulması ancak “devlet” eliyle ve “devlet-aile” işbirliği ile gerçekleşebilir.

Evlilikte “kadın” ve “erkeğin” rolleri üzerine Suzanna Broger’den devam edelim:

“Evlilikte Aziz Matta’nın görüşüne göre asıl olan ‘1+1=1’ ilkesidir. Bu denklem bizlere okulda öğretilen aritmetiğe uygun düşmemektedir ama, Aziz Matta’nın söylemek istediği, evlenen kadınla erkeğin birleşip bir bütün oluşturacaklarıydı tabii. Tarih pek çok kimsenin bunu başardığını da gösteriyor. Cinsiyetleri ayrı olduğu halde birbirlerini “tamamlayan” pek çok kadın ve erkek vardı. Kadın (0) olmayı kabul ettiği sürece de her şey yolunda gidiyordu. Ama bu günün insanları denklemi değiştirmeye çalışıyor, 1+1=2 diye diretiyorlar. Hayıflanacak bir durum… Evlilik adına yâni. Çünkü evlilik denen şeyin temelinde, erkeğin erkek (1) olabilmesi, kadının da (0) olması gerektiği görüşü yatmaktadır.” (A.g.e.Sh:24)

Güzel ve doğru bir tesbit…Ancak bizim anlayışımıza göre, kadının (0) olmasından kasıt, “erkeğin şahsiyetini manto gibi giymesi” ve “insana şah damarından daha yakın olan Allah’a bir sıçrama taşı vazifesi görmesi, ve o nokta göründümü hemen silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilmesi”dir. Yoksa onu alçaltıcı, küçük düşürücü ve değersiz kılıcı mânâsında (0) olmak değil. Bu şekilde (0) olmayı arzulayan bir kadın, bütün değerlerin üzerinde ve gerçek mânâda bir kadındır.

“Aziz Matta’nın evlilikte 1+1=1 savını temel alışına tekrar bir göz atmak gerekirse, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktanın daha olduğunu tespit edebiliriz. O da; “Evlilikte kadın ve erkeğin birleşip bir bütün oluşturmaları”nın elzem olduğu gerçeğidir. Anti-psikiyatrist David Cooper şunları söylüyor:”İki kişilik ilişkileri, özellikle de –ayakta kalabildikleri yıllar arasında- evliliklerin en kötü yanı, (aslında en mükemmel yanı demeliydi) iki insanın birbirleriyle simbiyoz (ortak yaşarlık) durumuna girmeleridir. Böylece her biri öbürünün asalağı olur, ötekinin kafasına gizlenir… Gerçek “mutlu evlilik” budur işte.Bedeli bir insanın ortadan kaldırılmasıdır yalnızca.” (A.g.e.Sh:22)

David Cooper’in ironi kokan bu ifadelerinde, kendisinin “simbiyozluk” olarak nitelendirdiği durum aslında evli çiftlerin birbirleriyle bütünleşmeleri,”ötekinin kafasına gizlenir” ifadesi ise “ortak duygu ve düşünce” birliği oluşturmalarıdır. Yine Kumandan’ın eserlerinde de geçen, Brezna’nın, ünlü yönetmen Tarkowski ile yaptığı mülakatta da görürüz ki, “kadın ve erkek kendi iç dünyalarını yaşarlarsa onları birbirlerine bağlayan hiçbir şey kalmaz… Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur…” Çünkü yine Tarkowski’nin de belirttiği gibi;”Dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de… Şimdiye kadar süren kadın-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz…” “Olabilir!” diyenlerin düştükleri bataklıktan ve rezillikten nasıl kurtulacaklarını bilemeleri da ayrı bir konu. Ama olması gereken kadın-erkek ilişkisinin dışında yeni bir ilişkiye Yaradan’ın müsaade etmemesinde sonsuz hikmetlerin olduğu, üzerinde durmayı bile gerektirmeyecek kadar su götürmez bir bedahattir.

Evlilikte “kadın” ve “erkek” rolleri üzerine tekrar Brogger’a dönersek;

“Erkeğin ağırlık merkezi , varlığının özü, yaşadığı sürece neler yaptığına, neler başardığına (biz buna eylemlerinin toplamı da diyebiliriz.) oysa kadının ki, ne OLDUĞUNA bağlıdır.Dolayısıyla birbirleriyle boy ölçüşmeleri boştur, çünkü her biri kendi yolunda ilerleyecektir. Tıpkı satranç oyununda kendi başlarına eşit değerde olan vezirle at gibi. Kadının gerçek görevi benliğini büyütmek, geliştirmek olmalıdır.

Biraz daha ileri, tarih boyunca herkesten çok önemsenmiş, en büyük sanat eserlerine konu olmuş, kalplerimize el koyup kafalarımızı değiştirmiş olan kadına, Hz. Meryem’e gidersek, aynı gerçeğin onun için de geçerli olduğunu görürüz. Meryem’in bütün gücü ne olduğuna bağlıdır. Tanrı dünyayı yaratmış, denildiğine göre İsa insanlığı kurtarmış, oysa Meryem –İsa’yı doğurmanın dışında- pek büyük bir iş yapmamıştır. Kimse de onun bir şey yapmasını beklemez zaten. Güney Avrupa ülkelerinde edindiğim izlenim, Meryem’in çağımızda yaşayan milyonlarca insanın candan yürekten sevdikleri tek göksel varlık olduğu doğrultusundadır. Ama o milyonlarca insana Meryem Ana’nın büyük bir keşifte bulunduğunu, içinden çıkılmaz matematik problemleri çözdüğünü ya da oturduğu kasabada bir ev kadını sendikası kurmak gibi göz kamaştırıcı bir başarı sağladığını söyleyecek olsam şaşkın şaşkın bakar, hatta öfkelenirler.Hayır Meryem Ana’nın, ANA OLMASI yeter. O göksel kraliçe benliğini öylesine genişletmiştir ki, bütün insan soyuna ulaşabilir. Aya gitmeye kalkışmaz, orada kıpırtısızca durur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Yine de, bir kadın BİLGİSİZSE, Meryem Ana ya da ona benzer biri OLMAK şansına da kavuşamamışsa, benliğini genişletmesi pek keyifli bir eğlence olmayacaktır.”

“Bilginler, erkek için ideal olanın kadın için doğal olduğunu düşünüyorlar. Kadın pek çok bakımdan erkekten daha kusursuzdur. Bir kadın gördüğümüz zaman adını, toplumdaki yerini, neler yaşadığını sormayız. Kadın kendisidir çünkü; önemli olan her şeyi benliğinde toplamıştır. Oysa kapıdan bir erkek girdiğinde, en seçkin, en başarılı erkek bile olsa –ve daha çok onlarla ilgili olarak- hemen sorarız :Ne bakımdan?Ne yapmış?” (A.g.e. Sh:111-114)

Gerçekten de kadından beklenen, içinden çıkılmaz matematik problemleri çözmek veya büyük bir keşif yapması değildir.Öyleyse kadından beklenen nedir, kadının “benliğini” geliştirmesi ne demektir ve bunu nasıl başaracaktır?

Kadından beklenen, kendi iç dünyasını, kendisi, eşi ve çocukları için zenginleştirmesi, aile içerisinde hem eşi ve hem de çocuklarıyla bir bütün oluşturmasıdır. Bütün bunları gerçekleştirirken elbette ki büyük fedakârlık örnekleri göstermek zorundadır.Ama bütün bu fedakârlıkları yaparken, hiçbir zaman ezildiğini, hor görüldüğünü ve kullanıldığını düşünmeyecek ve hissetmeyecek –erkek de onu hiçbir zaman bu şekilde görüp, böyle hissettirmeyecek-, tam tersine bunu doğal bir sorumluluk duygusuyla ve zevkle yerine getirecektir. Tarkowski’nin işaret ettiği gibi; “Kadın olmanın mânâsının kadınca sevginin kabiliyeti ve onun fedakârlığında yattığının” idrakiyle hareket edecek ve en ufak bir komplekse kapılmayacak, yalnız ve yalnızca kendisine “biçilen rol” gereği bütünü en güzel bir biçimde tamamlayacak ve bunun tarifsiz hazzını duyacaktır.

Meselenin özü budur ve feministlerin anlamakta güçlük çektikleri nokta da burasıdır.Onlar kadının her zaman “ezildiğini”, “horgörüldüğünü” ve “aşağılandığını” ifâde ederken anlayamadıkları gerçek, “kadının bir bütünün parçası olduğu” gerçeğidir.Yoksa kadının başlı başına ve erkeksiz bir bütünlük teşkil etmesi mümkün değildir. Kadının rolü, “başlı başına bir bütün olmaya çalışmak değil, bütün içerisinde olması gereken parçayı yerli yerine oturtmaktır.”

Günümüz evliliklerinin başarısız olmasının nedenlerinden biri de, kadınların artık kendi mesuliyetlerini yerine getirmekten kaçınır duruma gelmeleridir.

İşte Suzanne Brogger’in çok güzel tespitlerinden bir tanesi daha:

“Evlilikte ezilen bir kadından daha kötü olan bir şey vardır. O da artık ezilmek istemeyen kadındır. Evde konuklar varken kocasına dik dik bakıp, çocuğu oturağa oturtmasını emreden kadın. Öte yandan evli kadınların durumunu ‘ezilmiş’ klişesiyle tanımlamak da yersizdir. Geleneksel ‘kadın’ rolünü tam anlamıyla benimseyip eksiksizce oynayan, ondan beklenen her şeyi yerine getiren kadın ‘ezilmiş’ değildir bence.” (A.g.e. Sh:27)

“Temizlik yapmaktan vazgeçtiler. Bulaşık yıkamaya karşı çıktılar. Kadından beklenen rolü oynamamakta direttiler, hangi rol olursa olsun ama o olmasın. Ağır ağır, ancak sistemli bir biçimde, erkeğin tutamadıklarını ellerinden alarak onları ölüme ittiler. Sonra da bütün sorumluluklarından kurtulup sinir ilaçlarına sarıldılar.Nasıl yaşayabildilerse öyle yaşadılar. Ömürlerinin geri kalan bölümünü vicdanlarını susturmaya çalışarak geçirdiler. Ben ondan beklenen rolü “oynamayarak” başarılı olan tek kadına rastlamadım.”(A.g.e. Sh:28)

Yaptığımız alıntıdan da anlaşılacağı üzere kadın rolünü başarıyla uygulamakla yükümlüdür. Aksi taktirde bırakın “başarısız” olmayı “kadın” olamaz. Öyleyse sormamız gereken soruyu –kadının rolü nedir?- sorusunu yinelediğimizde, kadının aslî görevlerinden bir tanesinin ve esasta en önemlisinin ideale nispetle “çocuk yetiştirmek” olduğu gerçeğine varırız. Zira evliliğin amacı, çocuk yetiştirmek olduğundan, bunu gerçekleştirmek rolünü üstlenen kadın, geleceğin inşasını temin edecek temelleri atmak gibi önemli ve harika bir misyona sahiptir. Yine feministlerin bu meseleyi anlamalarını beklemek çok ütopik olacaktır elbette…Çünkü sığ bir bakış açısıyla bakıldığında “evliliğin amacının çocuk yetiştirmek” olduğunu kavramak gerçekten de güçtür. Fakat, “Yaratıcısının hikmetinden haberdar olan kimse, Allah’ın insanların yaratılmasını sevdiğini şüphesiz bilir. Meselâ arazisinde ziraat yapmak isteyen bir arazi sahibi,o araziyi bir kölesine verir ve bu iş için tohum, bir çift öküz, ziraat aletleri ve vasıtaları da temin edip, bütün ziraat malzemelerini ona teslim eder ve bir haberci gönderip onu ziraata sevkeder. Kölede akıl ve idrâk olursa, efendisi ona ağızdan bir haber göndermese bile, bu kadar hazırlıktan maksadın ne olduğunu bilir. O halde kadında rahmi ve cima aletini yaratıp, çocuk tohumunu erkeklerin sırtına, kadınların da göğsüne koyan, erkek ve kadına şehvet veren Allah’ın bundan maksadının ne olduğu, hiçbir akıllıya gizli olmaz. Tohumu hileli bir vesile ile zâyi edip defeden kimse şüphesiz yaradılış yolundan sapmış olur.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir Hadis-i Şeriflerinde: “Çocuk doğuran çirkin kadın, çocuk doğurmayan güzel kadından iyidir” buyurmuşlardır. Bundan nikahın şehvet için olmadığı anlaşılır. Zirâ şehvet için güzel kadının, çirkin kadından daha uygun olduğu açıktır.(Kimyâ-yı Saâdet Sh:189) “Erkeğin süsü, lisânı ve yiğitliğindedir. Buna vâkıf kadının süsü ise, çocuklarıdır.” (Salih Mirzabeyoğlu)

Günümüz kadınının bu aslî görevi yerine getirememesindeki etkenlerden bir tanesi, “ahlâkî çöküş” ve bir diğeri de “ekonomik değişmelerdir”.

Teknolojinin ilerlemesi ile çalışma sahasındaki genişleme ve çeşitlilik, insan gücüne olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir. Bu sebepten dolayı kadın, erkekten daha düşük bir ücret karşılığında iş hayatına çekilmiş, ev hayatından ve aslî vazifelerinden uzaklaştırılmıştır. Bu uzaklaştırma bazen başlı başına bir problemken, yanında diğer bir problemi daha getirmiştir. O da kadının ev işleri konusunda, kocasından ona yardımcı olmasını beklemesi ve daha da ileriye giderek diretmesidir. Sokağa düşürülen kadın, işten eve geldiğinde, artık bir de ev işleriyle uğraşmak istememektedir.Kocası yardım etmediği sürece, bir üçüncü kişinin –bir yardımcı ya da hizmetkârın- kadının üzerine düşen görevleri yapması gerekecektir ki, bu da gerçek mânâda “aile” kavramının ortadan kalkmasına sebebiyet verecektir. Her şeyde maddî bir takım kaygıların baş göstermesi ve olması gereken rollerin yerine, başka başka yeni ve yanlış rollerin üstlenilmesiyle dünyamız “dev bir fabrika” haline gelecektir. Çalıştığı için çocuğuna bakamayan anne önce bir dadıya ihtiyaç duyacak, ev işlerinin tıkır tıkır yürümesi için ise kendisine bir yardımcı tutmak zorunda kalacaktır.

Her şeyin madde plânına indirgendiği, hiçbir şeyin kendine has mânâsının ve ulviyetinin kalmadığı bir düzensizlik içerisinde “ahlâkî çöküntü”nün baş göstermesi kadar doğal bir şey olamaz sanırım. Gayet net olarak görüleceği üzere, “ahlâkî çöküntü” ve “ekonomik değişiklikler” kadın ve erkeğin rollerinde de pek çok değişiklikleri meydana getirdiği gibi, bu değişiklikler de “ahlâkî çöküntü”yü beraberinde getirecek kısır bir döngü gibi birbirlerinin “sebep” ve “netice”si olacaklardır.

Teknoloji, insanlarda hiçbir ahlâkî kaygıya yer bırakmayacak şekilde, insan hayatındaki her sahaya öylesine girmiştir ki, kaygı artık yalnızca maddîleşmiştir. Bu tür bir hayat tarzı , kendisini, iki ayrı insanın evlenmeden önce, ihtiyaç duymadığı bir takım teknolojik aletlere, evlendikten sonra vazgeçilmez olarak bakmaya başlamasıyla daha da net gösterir.

Örneğin bekâr iki insanın, hiçbir şekilde ihtiyaç olarak görmediği –ya da en azından onsuz da idare edebileceğini bildiği- âletlerden bir tanesi “mutfak robotu”dur.Oysa, bu iki insan evlendikten sonra –her yeni ailenin mutlaka bir mutfak robotu olması elzemmiş gibi- bu âlet onlar için gazgeçilmez bir ihtiyaç halini alır.

Şurası bir gerçek ki, dışarıda çalışan kadının eve ayırdığı vakit, doğal olarak çok sınırlıdır. Oysa teknolojik aletler insanların hayatlarına önemli bir hız katmakta ve yapılacak işleri kolaylaştırmaktadır. Kadının mutfakta geçireceği süreyi iki saatten yarım saate indirgeyebilmektedir. Bu tek taraflı bir düşünceyle bakıldığında, mükemmel bir olaydır ve gerçekten de söylenecek söz yok gibidir. Çünkü insanların bir iş yaparken, az emekle çok iş başarmaları ideal gibi görünmektedir. Durumu yalnızca bu yönüyle değerlendirdiğimizde çalışan çiftlerin, “endüstrinin tuzaklarına düştüklerini” fark edememeleri de çok doğaldır.Madalyonun ikinci yüzünü çevirdiğimizde, ortaya çıkan gerçek şudur:

“Gelişmiş ülkelerin toplumları öyle bir noktaya gelmişlerdir ki, herhangi bir şeyi satın alma isteğinin doğmasıyla, satın alma fiilinin arasında ne bir düşünme, ne de inceleyip tartışma süresi vardır. Tüketim OTOMATİKLEŞMİŞTİR.” (A.g.e. Sh:34)

“Tüketim toplumu”nun kurduğu bu tuzaklara düşen “kadın”a ve “erkek”e “kazandığınızdan daha fazlasını, dadıya, yardımcı bir kadına, yardımcı teknolojik aletlere vermenin mantığı nedir?” diye soracak olursanız, eminim alacağınız cevap, Batı hayat tarzına özenti bir yaklaşımla şu olacaktır: “Kadın ne olursa olsun mutlaka ama mutlaka ekonomik özgürlüğünü kazanmalı ve tek başına ayakta durmayı, kimseye bağımlı olmadan yaşamayı öğrenmelidir.Dünyanın bin bir türlü hâli var, belki ileride, şu an muazzam (!) giden evlilik sekteye uğrayabilir!!!”

Evlilikte ve hatta daha evlenmeden önce “boşanmayı” aklına koymuş böyle bir zihniyetin “gelecek nesillere fidelik teşkil etmek” gibi bir misyona haiz “aile” müessesesi için hiçbir fayda sağlayamayacağı aşikârdır…

Evlilik müessesesi yalnızca şahsî bir konu olarak görülmeyip, “toplumsal yapının kültürel çekirdeği” olarak değerlendirilmelidir. Şu anda içerisinde bulunduğumuz toplumda –boşanmaların “gırla” gittiğini düşünürseniz- böyle kültürel bir yapıya sahip olunmadığı ve bu kültürel yapının özellikle dejenere edilip unutturulduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız.

Çözüm; yerleşik toplum düzenini tamamen yıkıp, yerine mükemmelini inşâ etmektir.Anlaşılacağı üzere, yalnızca, yerleşik toplum düzenini yıkmaya çalışmak ve bunu gerçekten de başarmak ideal olan değildir. İdeal olan yıkılan, devlet veya toplum düzenini yeniden kurabilecek; “Eskimez, solmaz, pörsümez yeni’nin vasıtalığına uygun olarak kendi kendine tükenici ve ‘sınırlı-statik’ bir çerçeve belirtmeyen, her yöne kol kol yayılıcı ve nesilden nesile geçecek süreli bir ruh ve fikir sistemi” (İdeolocya ve İhtilâl.S.M, Sh:15 )nin gerekliliğidir.

“Mücadelemizde, meseleleri kendisiyle çözebileceğimiz bunu ‘iç’ ve ‘dış’a doğru talep edeceğimiz şekillere ve isteklere dökebildikçe kendisiyle yürüdüğümüzü söyleyebileceğimiz ve kendisini de yürütmüş olacağımız ruh ve fikir sistemi” (A.g.e. Sh:15) ile bu fikir sistemini bütün şube ve derinlikleriyle benimsemiş, sistemli, inançlı ve kararlı bağlıların bulunmasıdır. Bu fikir sistemi şüphesiz ki “İslâm’a Muhatap Anlayış olan BD-İBDA” fikir sistemidir.

Bu fikir sistemine mensup insanlar topluluğu olarak bizler, böyle bir inşaı meydana getirme memuriyetinin yanı sıra, “olurken oldurmak” gibi bir misyon üstlenmemizin de şuurunda olarak, evlilik müessesesine, “bu yalnızca sistem sorunudur ve özlenilen düzende her şey yerli yerine oturtulacaktır; bizler de bu iş üzerinde yoğunlaşmalıyız” doğrusunu, ferdî gayretlerden uzaklaşmak mânâsında algılanmasına fırsat vermeksizin, mevcut sisteme bağlı olarak gerçekleştiremediğimiz bir takım işlevler bir tarafa, bireylerin kendi ailelerinde ferdî olarak gerçekleştirmeleri gereken “yükümlülükler” bir tarafta olmak kaydıyla hareket etmeliyiz.





Aylık Dergisi Sayı: 16
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt