SUZANNE BROGGER VE MUHATAP ANLAYIŞA GÖRE AİLE
Emel ZOR
Günümüz toplumunda tepetaklak olmuş, bir türlü yerli yerine oturtulamamış pek çok müessese gibi aile müessesesi de, mutlaka yeniden can verilmesi elzem müesseselerden biridir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ; “İslâm inkılâbında aile, “zat’ül-hareke”liğini kazanıncaya kadar, yeni baştan maya tutturulacak ve her unsuriyle yeniden teşkil ve tesis edilecek bir mevzuudur.” (İdeolcya Örgüsü, Sh:246) şeklinde işaretleyişinin “nasıl”ı üzerinde düşünmenin memuriyetiyle mevzûyu ele almaya çalışacağız.
Yine Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in;
“İslâm inkıbâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, “zat-ül hareke”liğine kadar her ferdi ve unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.”(A.g.e, Sh.246) şeklindeki tespitinden de görüleceği üzere, bütün diğer müesseselerde olduğu gibi, aile veya evlilik müessesesi de, sisteme bağlı ve sistemle birlikte anlam kazanır. Aile müessesesini korumak ve ailenin bütün efradını, İslâmî ahlâk, emir ve yasaklarla BD-İBDA ideolcyası ve ideali etrafında yeniden ruh ve şekil alıncaya kadar vazifelendirmek, yine devletle birlikte ve devlet kontrolünde, aile mefhumunun bütün fert ve unsurlarıyla gerçekleştirilebilecektir. “Mukaddes gayenin eşya ve hadiseler nakşı içinde devlet dışarıdan ve aile içeriden yetiştirici olacaktır.”(A.g.e, Sh:247)
İşte bu yetiştiricilik işinde, kadın ve erkeğin misyonu, rolleri, mânâları ve olması gereken kadınla, olması gereken erkek ilişkisi içinde evlilik ve evlilikte çocuk yetiştirmenin “nasıl”ı üzerinde durmaya çalışacağız.
İnsan, Hakkın zuhurundan bir parça ve Hak, insanın aslı ve ilk kaynağı…Kadın ise, erkeğin eğik kaburga kemiğinden yaratılmış olması hasebiyle onun bir parçası…Bu nedenle, erkeğin kendisine “sevdirilmiş” olan kadına karşı duyduğu bu muhabbet, yine kendisine ve neticede kendisini yaratan Allah’a karşı duyduğu muhabbetten…”Çünkü Allah da bizzat kendi sureti üzere halk ettiği kimseye muhabbet gösterdi. İşte , “kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki münasebet buradan başladı.” (Hakikat-i Ferdiye; Salih Mirzabeyoğlu. Sh.144)
Kendisine “kadın” sevdirilen erkekte , kavuşma arzusu vuku buldu. Hakkın sureti üzerine yaratılan insanın, yine Hak ile vuslatı ancak ölümden sonra gerçekleşebileceği için, Allah vuslatın lezzetini kuluna gölge âleminde tattırmak diledi. Bedende hâsıl olan şehvet ile birlikte, erkek ve kadının ten birliğinde gerçekleşen bu vuslattan sonra, iki insanın kendilerine gelip tekrar Hak’kı görmeleri için guslü ve temizlenmeyi emir kıldı. Zira Allah gayret yönünden kulunun kendisinden başkasında lezzet bulmasını istemedi.
Demek ki; kadın, erkek için Allah’a ulaşmada bir vasıta olmak gerekken, erkek ve kadının birlikte olmalarından murad da “Allah” içindir.
“Kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki bu münasebeti ruhunun derinliklerinde hissedemeyen kadın ve erkek, tıpkı, Don Juan misâlinde olduğu gibi “kemiyet zenginliği içinde, kadından yana fakirliğin, bulamayışın ve eremeyişin ve elleri boş kalışın melankolik örneği” oluverirler ve “asıl müessiri görmeksizin varabilecekleri son hassasiyet ufkunu çizerler.” (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, S.Mirzabeyoğlu, Sh:203)
Kadın ve erkeğin birlikteliğini yalnızca nefsî plânda ele alan ve evliliğin mânâ ve ehemmiyetini kavrayamayan insanların oluşturduğu bir toplumda, İslâmî ahlâk kaygılarından uzak, ama tersinden veya düzünden bölük pörçük yakalanan, nihayetinde bir türlü sonuca varılamayan “mihraksız tüme varım zafiyeti” gösteren insanlar da çıkmıyor değil. İşte mevzuumuzun kısmî başlığı olarak belirlediğimiz, “Bizi Aşktan Koru” isimli kitabın yazarı Suzanne Brogger bunlardan bir tanesi. Bu Batılı kadının, bütünden uzak tespitlerine, bütüne nispetle, -kitabın da bir nevi irdelenişi şeklinde- sık sık başvuracağız.
İşte bir örnek:”Eşlerin cinsiyetlerine göre belirlenmiş, herhangi bir yanılgıya yer bırakmayan belirli işlevleri olduğu sürece, evlilik kurumu sağlamlığını iyi kötü koruyordu. Eşlerin her biri hangi kuralı çiğnediğini, hangi günahı işlediğini kestirebiliyordu. Herkesin görevi belliydi. Gelgelelim hemen hiç kimse bu tür bir evlilik istemiyor artık. Evlilik standartlarını içeriden değiştirebileceğimizi sandığımızdan, kuralları ve cinsiyet rollerini bir yana bıraktık. Gelgelelim o değişikliği nasıl yapacağımızı da bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey herkesin ‘insanca yaşaması, insan olması’ gerektiği. O da kolay değil, çünkü ‘insan’ın ne anlama geldiğini kimse kesin olarak açıklayamıyor.Yine de, herkesin bir İNSAN olduğu her zamankinden çok daha sık ve daha yüksek sesle yineleniyor artık.” (Bizi Aşktan Koru, Suzanne Brogger, Sh:24)
Evet gerçekten de bırakın “kadın”, “erkek” olmayı, nedir İNSAN olmak?... Günümüz toplumunda herkesin sıkıntısını çektiği ve kadın-erkek ilişkisi ve evlilik müessesesine yeni bir “anlayış” yeni bir “ruh” kazandırmaya çabaladığı, pörsümeye yüz tutmuş –belki de pörsümüş- evlilik müessesesini canlandırmaya ve ayakta tutmaya gayret sarfettiği, bunu madde plânına indirgeyerek başarabileceğini sandığı, evine yeni bir eşya alırcasına “çocuk peydahladığı” ve nihayetinde ne yaparlarsa yapsınlar, o ruhu yakalayamadıkları için, evliliğin mânâsızlığına hükmettikleri ve “evlilik müessesesini ayakta tutmak neden?” gibi bir soruyla yanlışa düştükleri, üzücü ama gerçek bir vakıa haline geldi artık.
Gerçekten bu konuda ne yapacaklarını bilemediklerinden ve yalnızca yine kıyısından köşesinden bir yakalamayla, “insanca yaşamak”, “insan olmak” teraneleri tüttüren, ama gerçek mânâda “insan” olmanın bile ne demek olduğunu kavrayamayan, ölçüsüz, mizansız, çaresiz ve zavallı insanlar topluluğu…
Aslına bakarsanız hepimiz bu “çaresiz” insanlar topluluğunun birer üyesiyiz. Çünkü ferdî bir takım gayretler neticesinde bir sonuca varamayacağımızı ve bunun bir “sistem” sorunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Düşüncelerimiz ve yaşam biçimlerimiz arasındaki farklılığın da bu “sistem” sorunundan kaynaklandığının farkındayız. Evlilikte dengelerin tam olarak yerli yerine oturtulabilmesi için “kadın-erkek” rollerinin yanı sıra, “karı-koca” ve “anne-baba” rollerine de gerçek mânâlarının yüklenmesi gerekmektedir. İşte her birinin gerçek mânâda yerli yerine oturtulması ancak “devlet” eliyle ve “devlet-aile” işbirliği ile gerçekleşebilir.
Evlilikte “kadın” ve “erkeğin” rolleri üzerine Suzanna Broger’den devam edelim:
“Evlilikte Aziz Matta’nın görüşüne göre asıl olan ‘1+1=1’ ilkesidir. Bu denklem bizlere okulda öğretilen aritmetiğe uygun düşmemektedir ama, Aziz Matta’nın söylemek istediği, evlenen kadınla erkeğin birleşip bir bütün oluşturacaklarıydı tabii. Tarih pek çok kimsenin bunu başardığını da gösteriyor. Cinsiyetleri ayrı olduğu halde birbirlerini “tamamlayan” pek çok kadın ve erkek vardı. Kadın (0) olmayı kabul ettiği sürece de her şey yolunda gidiyordu. Ama bu günün insanları denklemi değiştirmeye çalışıyor, 1+1=2 diye diretiyorlar. Hayıflanacak bir durum… Evlilik adına yâni. Çünkü evlilik denen şeyin temelinde, erkeğin erkek (1) olabilmesi, kadının da (0) olması gerektiği görüşü yatmaktadır.” (A.g.e.Sh:24)
Güzel ve doğru bir tesbit…Ancak bizim anlayışımıza göre, kadının (0) olmasından kasıt, “erkeğin şahsiyetini manto gibi giymesi” ve “insana şah damarından daha yakın olan Allah’a bir sıçrama taşı vazifesi görmesi, ve o nokta göründümü hemen silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilmesi”dir. Yoksa onu alçaltıcı, küçük düşürücü ve değersiz kılıcı mânâsında (0) olmak değil. Bu şekilde (0) olmayı arzulayan bir kadın, bütün değerlerin üzerinde ve gerçek mânâda bir kadındır.
“Aziz Matta’nın evlilikte 1+1=1 savını temel alışına tekrar bir göz atmak gerekirse, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktanın daha olduğunu tespit edebiliriz. O da; “Evlilikte kadın ve erkeğin birleşip bir bütün oluşturmaları”nın elzem olduğu gerçeğidir. Anti-psikiyatrist David Cooper şunları söylüyor:”İki kişilik ilişkileri, özellikle de –ayakta kalabildikleri yıllar arasında- evliliklerin en kötü yanı, (aslında en mükemmel yanı demeliydi) iki insanın birbirleriyle simbiyoz (ortak yaşarlık) durumuna girmeleridir. Böylece her biri öbürünün asalağı olur, ötekinin kafasına gizlenir… Gerçek “mutlu evlilik” budur işte.Bedeli bir insanın ortadan kaldırılmasıdır yalnızca.” (A.g.e.Sh:22)
David Cooper’in ironi kokan bu ifadelerinde, kendisinin “simbiyozluk” olarak nitelendirdiği durum aslında evli çiftlerin birbirleriyle bütünleşmeleri,”ötekinin kafasına gizlenir” ifadesi ise “ortak duygu ve düşünce” birliği oluşturmalarıdır. Yine Kumandan’ın eserlerinde de geçen, Brezna’nın, ünlü yönetmen Tarkowski ile yaptığı mülakatta da görürüz ki, “kadın ve erkek kendi iç dünyalarını yaşarlarsa onları birbirlerine bağlayan hiçbir şey kalmaz… Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur…” Çünkü yine Tarkowski’nin de belirttiği gibi;”Dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de… Şimdiye kadar süren kadın-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz…” “Olabilir!” diyenlerin düştükleri bataklıktan ve rezillikten nasıl kurtulacaklarını bilemeleri da ayrı bir konu. Ama olması gereken kadın-erkek ilişkisinin dışında yeni bir ilişkiye Yaradan’ın müsaade etmemesinde sonsuz hikmetlerin olduğu, üzerinde durmayı bile gerektirmeyecek kadar su götürmez bir bedahattir.
Evlilikte “kadın” ve “erkek” rolleri üzerine tekrar Brogger’a dönersek;
“Erkeğin ağırlık merkezi , varlığının özü, yaşadığı sürece neler yaptığına, neler başardığına (biz buna eylemlerinin toplamı da diyebiliriz.) oysa kadının ki, ne OLDUĞUNA bağlıdır.Dolayısıyla birbirleriyle boy ölçüşmeleri boştur, çünkü her biri kendi yolunda ilerleyecektir. Tıpkı satranç oyununda kendi başlarına eşit değerde olan vezirle at gibi. Kadının gerçek görevi benliğini büyütmek, geliştirmek olmalıdır.
Biraz daha ileri, tarih boyunca herkesten çok önemsenmiş, en büyük sanat eserlerine konu olmuş, kalplerimize el koyup kafalarımızı değiştirmiş olan kadına, Hz. Meryem’e gidersek, aynı gerçeğin onun için de geçerli olduğunu görürüz. Meryem’in bütün gücü ne olduğuna bağlıdır. Tanrı dünyayı yaratmış, denildiğine göre İsa insanlığı kurtarmış, oysa Meryem –İsa’yı doğurmanın dışında- pek büyük bir iş yapmamıştır. Kimse de onun bir şey yapmasını beklemez zaten. Güney Avrupa ülkelerinde edindiğim izlenim, Meryem’in çağımızda yaşayan milyonlarca insanın candan yürekten sevdikleri tek göksel varlık olduğu doğrultusundadır. Ama o milyonlarca insana Meryem Ana’nın büyük bir keşifte bulunduğunu, içinden çıkılmaz matematik problemleri çözdüğünü ya da oturduğu kasabada bir ev kadını sendikası kurmak gibi göz kamaştırıcı bir başarı sağladığını söyleyecek olsam şaşkın şaşkın bakar, hatta öfkelenirler.Hayır Meryem Ana’nın, ANA OLMASI yeter. O göksel kraliçe benliğini öylesine genişletmiştir ki, bütün insan soyuna ulaşabilir. Aya gitmeye kalkışmaz, orada kıpırtısızca durur.
Emel ZOR
Günümüz toplumunda tepetaklak olmuş, bir türlü yerli yerine oturtulamamış pek çok müessese gibi aile müessesesi de, mutlaka yeniden can verilmesi elzem müesseselerden biridir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ; “İslâm inkılâbında aile, “zat’ül-hareke”liğini kazanıncaya kadar, yeni baştan maya tutturulacak ve her unsuriyle yeniden teşkil ve tesis edilecek bir mevzuudur.” (İdeolcya Örgüsü, Sh:246) şeklinde işaretleyişinin “nasıl”ı üzerinde düşünmenin memuriyetiyle mevzûyu ele almaya çalışacağız.
Yine Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in;
“İslâm inkıbâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, “zat-ül hareke”liğine kadar her ferdi ve unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.”(A.g.e, Sh.246) şeklindeki tespitinden de görüleceği üzere, bütün diğer müesseselerde olduğu gibi, aile veya evlilik müessesesi de, sisteme bağlı ve sistemle birlikte anlam kazanır. Aile müessesesini korumak ve ailenin bütün efradını, İslâmî ahlâk, emir ve yasaklarla BD-İBDA ideolcyası ve ideali etrafında yeniden ruh ve şekil alıncaya kadar vazifelendirmek, yine devletle birlikte ve devlet kontrolünde, aile mefhumunun bütün fert ve unsurlarıyla gerçekleştirilebilecektir. “Mukaddes gayenin eşya ve hadiseler nakşı içinde devlet dışarıdan ve aile içeriden yetiştirici olacaktır.”(A.g.e, Sh:247)
İşte bu yetiştiricilik işinde, kadın ve erkeğin misyonu, rolleri, mânâları ve olması gereken kadınla, olması gereken erkek ilişkisi içinde evlilik ve evlilikte çocuk yetiştirmenin “nasıl”ı üzerinde durmaya çalışacağız.
İnsan, Hakkın zuhurundan bir parça ve Hak, insanın aslı ve ilk kaynağı…Kadın ise, erkeğin eğik kaburga kemiğinden yaratılmış olması hasebiyle onun bir parçası…Bu nedenle, erkeğin kendisine “sevdirilmiş” olan kadına karşı duyduğu bu muhabbet, yine kendisine ve neticede kendisini yaratan Allah’a karşı duyduğu muhabbetten…”Çünkü Allah da bizzat kendi sureti üzere halk ettiği kimseye muhabbet gösterdi. İşte , “kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki münasebet buradan başladı.” (Hakikat-i Ferdiye; Salih Mirzabeyoğlu. Sh.144)
Kendisine “kadın” sevdirilen erkekte , kavuşma arzusu vuku buldu. Hakkın sureti üzerine yaratılan insanın, yine Hak ile vuslatı ancak ölümden sonra gerçekleşebileceği için, Allah vuslatın lezzetini kuluna gölge âleminde tattırmak diledi. Bedende hâsıl olan şehvet ile birlikte, erkek ve kadının ten birliğinde gerçekleşen bu vuslattan sonra, iki insanın kendilerine gelip tekrar Hak’kı görmeleri için guslü ve temizlenmeyi emir kıldı. Zira Allah gayret yönünden kulunun kendisinden başkasında lezzet bulmasını istemedi.
Demek ki; kadın, erkek için Allah’a ulaşmada bir vasıta olmak gerekken, erkek ve kadının birlikte olmalarından murad da “Allah” içindir.
“Kadın ile erkek” ve “Hak ile insan” arasındaki bu münasebeti ruhunun derinliklerinde hissedemeyen kadın ve erkek, tıpkı, Don Juan misâlinde olduğu gibi “kemiyet zenginliği içinde, kadından yana fakirliğin, bulamayışın ve eremeyişin ve elleri boş kalışın melankolik örneği” oluverirler ve “asıl müessiri görmeksizin varabilecekleri son hassasiyet ufkunu çizerler.” (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, S.Mirzabeyoğlu, Sh:203)
Kadın ve erkeğin birlikteliğini yalnızca nefsî plânda ele alan ve evliliğin mânâ ve ehemmiyetini kavrayamayan insanların oluşturduğu bir toplumda, İslâmî ahlâk kaygılarından uzak, ama tersinden veya düzünden bölük pörçük yakalanan, nihayetinde bir türlü sonuca varılamayan “mihraksız tüme varım zafiyeti” gösteren insanlar da çıkmıyor değil. İşte mevzuumuzun kısmî başlığı olarak belirlediğimiz, “Bizi Aşktan Koru” isimli kitabın yazarı Suzanne Brogger bunlardan bir tanesi. Bu Batılı kadının, bütünden uzak tespitlerine, bütüne nispetle, -kitabın da bir nevi irdelenişi şeklinde- sık sık başvuracağız.
İşte bir örnek:”Eşlerin cinsiyetlerine göre belirlenmiş, herhangi bir yanılgıya yer bırakmayan belirli işlevleri olduğu sürece, evlilik kurumu sağlamlığını iyi kötü koruyordu. Eşlerin her biri hangi kuralı çiğnediğini, hangi günahı işlediğini kestirebiliyordu. Herkesin görevi belliydi. Gelgelelim hemen hiç kimse bu tür bir evlilik istemiyor artık. Evlilik standartlarını içeriden değiştirebileceğimizi sandığımızdan, kuralları ve cinsiyet rollerini bir yana bıraktık. Gelgelelim o değişikliği nasıl yapacağımızı da bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey herkesin ‘insanca yaşaması, insan olması’ gerektiği. O da kolay değil, çünkü ‘insan’ın ne anlama geldiğini kimse kesin olarak açıklayamıyor.Yine de, herkesin bir İNSAN olduğu her zamankinden çok daha sık ve daha yüksek sesle yineleniyor artık.” (Bizi Aşktan Koru, Suzanne Brogger, Sh:24)
Evet gerçekten de bırakın “kadın”, “erkek” olmayı, nedir İNSAN olmak?... Günümüz toplumunda herkesin sıkıntısını çektiği ve kadın-erkek ilişkisi ve evlilik müessesesine yeni bir “anlayış” yeni bir “ruh” kazandırmaya çabaladığı, pörsümeye yüz tutmuş –belki de pörsümüş- evlilik müessesesini canlandırmaya ve ayakta tutmaya gayret sarfettiği, bunu madde plânına indirgeyerek başarabileceğini sandığı, evine yeni bir eşya alırcasına “çocuk peydahladığı” ve nihayetinde ne yaparlarsa yapsınlar, o ruhu yakalayamadıkları için, evliliğin mânâsızlığına hükmettikleri ve “evlilik müessesesini ayakta tutmak neden?” gibi bir soruyla yanlışa düştükleri, üzücü ama gerçek bir vakıa haline geldi artık.
Gerçekten bu konuda ne yapacaklarını bilemediklerinden ve yalnızca yine kıyısından köşesinden bir yakalamayla, “insanca yaşamak”, “insan olmak” teraneleri tüttüren, ama gerçek mânâda “insan” olmanın bile ne demek olduğunu kavrayamayan, ölçüsüz, mizansız, çaresiz ve zavallı insanlar topluluğu…
Aslına bakarsanız hepimiz bu “çaresiz” insanlar topluluğunun birer üyesiyiz. Çünkü ferdî bir takım gayretler neticesinde bir sonuca varamayacağımızı ve bunun bir “sistem” sorunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Düşüncelerimiz ve yaşam biçimlerimiz arasındaki farklılığın da bu “sistem” sorunundan kaynaklandığının farkındayız. Evlilikte dengelerin tam olarak yerli yerine oturtulabilmesi için “kadın-erkek” rollerinin yanı sıra, “karı-koca” ve “anne-baba” rollerine de gerçek mânâlarının yüklenmesi gerekmektedir. İşte her birinin gerçek mânâda yerli yerine oturtulması ancak “devlet” eliyle ve “devlet-aile” işbirliği ile gerçekleşebilir.
Evlilikte “kadın” ve “erkeğin” rolleri üzerine Suzanna Broger’den devam edelim:
“Evlilikte Aziz Matta’nın görüşüne göre asıl olan ‘1+1=1’ ilkesidir. Bu denklem bizlere okulda öğretilen aritmetiğe uygun düşmemektedir ama, Aziz Matta’nın söylemek istediği, evlenen kadınla erkeğin birleşip bir bütün oluşturacaklarıydı tabii. Tarih pek çok kimsenin bunu başardığını da gösteriyor. Cinsiyetleri ayrı olduğu halde birbirlerini “tamamlayan” pek çok kadın ve erkek vardı. Kadın (0) olmayı kabul ettiği sürece de her şey yolunda gidiyordu. Ama bu günün insanları denklemi değiştirmeye çalışıyor, 1+1=2 diye diretiyorlar. Hayıflanacak bir durum… Evlilik adına yâni. Çünkü evlilik denen şeyin temelinde, erkeğin erkek (1) olabilmesi, kadının da (0) olması gerektiği görüşü yatmaktadır.” (A.g.e.Sh:24)
Güzel ve doğru bir tesbit…Ancak bizim anlayışımıza göre, kadının (0) olmasından kasıt, “erkeğin şahsiyetini manto gibi giymesi” ve “insana şah damarından daha yakın olan Allah’a bir sıçrama taşı vazifesi görmesi, ve o nokta göründümü hemen silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilmesi”dir. Yoksa onu alçaltıcı, küçük düşürücü ve değersiz kılıcı mânâsında (0) olmak değil. Bu şekilde (0) olmayı arzulayan bir kadın, bütün değerlerin üzerinde ve gerçek mânâda bir kadındır.
“Aziz Matta’nın evlilikte 1+1=1 savını temel alışına tekrar bir göz atmak gerekirse, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktanın daha olduğunu tespit edebiliriz. O da; “Evlilikte kadın ve erkeğin birleşip bir bütün oluşturmaları”nın elzem olduğu gerçeğidir. Anti-psikiyatrist David Cooper şunları söylüyor:”İki kişilik ilişkileri, özellikle de –ayakta kalabildikleri yıllar arasında- evliliklerin en kötü yanı, (aslında en mükemmel yanı demeliydi) iki insanın birbirleriyle simbiyoz (ortak yaşarlık) durumuna girmeleridir. Böylece her biri öbürünün asalağı olur, ötekinin kafasına gizlenir… Gerçek “mutlu evlilik” budur işte.Bedeli bir insanın ortadan kaldırılmasıdır yalnızca.” (A.g.e.Sh:22)
David Cooper’in ironi kokan bu ifadelerinde, kendisinin “simbiyozluk” olarak nitelendirdiği durum aslında evli çiftlerin birbirleriyle bütünleşmeleri,”ötekinin kafasına gizlenir” ifadesi ise “ortak duygu ve düşünce” birliği oluşturmalarıdır. Yine Kumandan’ın eserlerinde de geçen, Brezna’nın, ünlü yönetmen Tarkowski ile yaptığı mülakatta da görürüz ki, “kadın ve erkek kendi iç dünyalarını yaşarlarsa onları birbirlerine bağlayan hiçbir şey kalmaz… Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur…” Çünkü yine Tarkowski’nin de belirttiği gibi;”Dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de… Şimdiye kadar süren kadın-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz…” “Olabilir!” diyenlerin düştükleri bataklıktan ve rezillikten nasıl kurtulacaklarını bilemeleri da ayrı bir konu. Ama olması gereken kadın-erkek ilişkisinin dışında yeni bir ilişkiye Yaradan’ın müsaade etmemesinde sonsuz hikmetlerin olduğu, üzerinde durmayı bile gerektirmeyecek kadar su götürmez bir bedahattir.
Evlilikte “kadın” ve “erkek” rolleri üzerine tekrar Brogger’a dönersek;
“Erkeğin ağırlık merkezi , varlığının özü, yaşadığı sürece neler yaptığına, neler başardığına (biz buna eylemlerinin toplamı da diyebiliriz.) oysa kadının ki, ne OLDUĞUNA bağlıdır.Dolayısıyla birbirleriyle boy ölçüşmeleri boştur, çünkü her biri kendi yolunda ilerleyecektir. Tıpkı satranç oyununda kendi başlarına eşit değerde olan vezirle at gibi. Kadının gerçek görevi benliğini büyütmek, geliştirmek olmalıdır.
Biraz daha ileri, tarih boyunca herkesten çok önemsenmiş, en büyük sanat eserlerine konu olmuş, kalplerimize el koyup kafalarımızı değiştirmiş olan kadına, Hz. Meryem’e gidersek, aynı gerçeğin onun için de geçerli olduğunu görürüz. Meryem’in bütün gücü ne olduğuna bağlıdır. Tanrı dünyayı yaratmış, denildiğine göre İsa insanlığı kurtarmış, oysa Meryem –İsa’yı doğurmanın dışında- pek büyük bir iş yapmamıştır. Kimse de onun bir şey yapmasını beklemez zaten. Güney Avrupa ülkelerinde edindiğim izlenim, Meryem’in çağımızda yaşayan milyonlarca insanın candan yürekten sevdikleri tek göksel varlık olduğu doğrultusundadır. Ama o milyonlarca insana Meryem Ana’nın büyük bir keşifte bulunduğunu, içinden çıkılmaz matematik problemleri çözdüğünü ya da oturduğu kasabada bir ev kadını sendikası kurmak gibi göz kamaştırıcı bir başarı sağladığını söyleyecek olsam şaşkın şaşkın bakar, hatta öfkelenirler.Hayır Meryem Ana’nın, ANA OLMASI yeter. O göksel kraliçe benliğini öylesine genişletmiştir ki, bütün insan soyuna ulaşabilir. Aya gitmeye kalkışmaz, orada kıpırtısızca durur.