Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ahlâkî Bir Zorunluluk Olarak Şiir İdraki ve Necip Fazıl (1 Kullanıcı)

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
I.

“Tenkidî şuur”a sahip olan tek varlık, insandır. İnsanın doğuştan sahip olduğu bu hususiyetini, “tenkidî şuur”unu şuurlaştırması, onu haslet hâline getirip, meselelere hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine ermesi, ahlâkî bir zarurettir. Zira ahlâk; “olan”ın “olması gereken”e göre değerlendirilmesidir… Ve her zaman “ideal”e dairdir… “Olan”daki değişimler, ahlâkî aksiyona, <_script /> <_script />ideale yaklaşmaya mevzu ve vesiledir…
“İdeal”ini aramaya, kendinde kendini aşmaya memur olan insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir... Dolayısıyla insan, “ol”ma memuriyetini yerine getirmek, varoluş kaydını düşüp, keyfiyetini göstermek zorundadır... Ve mahlûkların en şereflisi olarak emrine verilen eşya ve hâdiseleri teshir edip, kedi tekâmülünü tamamlamakla mükelleftir… Çünkü kendi tekâmülünü tamamlamakla mükellef olan insana, diğer mahlûklardan farklı olarak, “kemâl” verilmiştir…
Her şey, kendisinden sonra gerçekleşecek “kemâl” için yaratılmıştır… İnsanın asıl şerefi bu kemâlden, asıl kıymeti de ideale, ulvîlerin ulvîsine giden yolda sahip olduğu istidattandır… İşlenmeye, değerlendirmeye muhtaç olan bu istidat, akıldır. Kemâle erdirici olan akıl, gerçek değerini, kıymetini ve asıl hüviyetini ruha “bağ”lanınca kazanır. Ve ancak bu hâlde kemâle erdirici olarak inkişaf eder. Bunun aksi, akıl gibi bir nimetin hakkını verememektir. Kuru akılcılıktır. Ki kuru akılcılıkla, kaba- saba insiyaklarla da kemâle ermek mümkün değildir…
Hayvanlardaki vasıfları da haiz olan insana, hayvanlardan daha farklı olarak, ayrıca akıl verilmiştir... Akılı kullanmak, insan olmanın gereği olup, ahlâkî bir mükellefiyettir... “Olan”ı fikirler, değerler vasıtasıyla bünyesine tevcih eden, kendi benini hakikatin hakikatine nispetle inşâ eden bilir ki; ahlâk, ferdî şuurun yükselmesinden ibarettir… Hâdiseler karşısındaki “nasıl” tavrıdır… “İşletici sıfat” olarak kendinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir ve ferdi “ideal”e yaklaştırır.
İnsan, ruh- nefs zıtlığında yaratılmış ve dünyaya en güzel kıvamda gönderilmiştir. En güzel kıvamla (ahsen-i takvim üzere) dünyaya gönderilen insan, “ruh” kutbunu gerçekleştirmek zorundadır. Her iki kutbu da gerçekleştirme istidadına sahip olan insanoğlunun <_script /> <_script />akılını kullanıp, ideale yaklaşması, ruh kutbunu gerçekleştirmesi, nefsaniyetinden ruhaniyetine meyletmesi hâlinde, nispetinde «mahlûkların en şereflisi» ve «Allah’ın yeryüzündeki hâlifesi» vasfını haiz olur. Şayet akılın hakkını veremez ve nefs kutbuna meylederse, esfel-i safilin (hayvandan daha aşağı) vasfıyla hayatı idame ettirmek yerine “yaşam”ı tüketir.
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
II.
S. Mill, öğütler şeklinde açıklanmasından, kurallarla ifade edilmesinden yola çıkarak ahlâka “ilim” vasfının verilmeyeceğini söylese de, ahlâk, bir ilimdir; kendi benini bilme, kendi beninin hakikatine erme ilimi… Aynı zamanda da bir sanattır; hürriyeti kullanma sanatı… Bu yönüyle de ahlâk, hem gaye ve hem de vesiledir…
Ahlâklı olma bir gayedir… Çünkü insan, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, “olma” memuriyetini yerine getirmek zorundadır… “Olan”ın “olması gereken”e göre değerlendirilmesi ve neticede kemiyetlerdeki değişme, ahlâkî aksiyona mevzu ve vesiledir…
«Allah, mutlak meçhuldür»… Ve âlemi, kendi marifetine ermesi için yarattı. Kendi marifetine ermesi için yaratılan âlemde, insan, kendini bildiğince Rabbini bilir. «Ne ki O zannedersin, zannettiğin o şey, O’na perdedir…» ölçüsünü idrak eden bilir ki, «Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde, ötelerin de ötesinde»… «Herşey O değil, O’ndan» sırrı… Bu “sır”rın sır olması sezilmeyip, idrakin idraksizliğinin idrak edilemediği andan itibaren de, panteizme kayan Spinoza gibi, “sorumluluk”, “niyet” vb. ahlâkî keyfiyetler bir kenara bırakılır. Ahlâkta determinist kurallar işlemeye başlar. Hâdiselerin sebeplerini hemen gözünün önünde arama zafiyeti belirir. Mücerret olana dair istidat ve iştiyak körelir. Ve nihayetinde “sır/ şiir idraki” kaybolur. Şiir idrakinin kaybolmasıyla birlikte akıl gibi bir nimet, kullanılmadan, değerlendirilmeden heba edilir. Tenkidî şuur şuurlaşmadığı için de kemâle erilemez. <_script /> <_script />
Bâtın hissesiyle zâhirde görünen İ. Gazâlî, büyük bir münekkittir. Büyük münekkidi, “büyük bir ahlâkçı” olarak tavsif edebiliriz. Bu hususiyetiyle de “mihrak şahsiyet” mevkiindedir. «İ. Gazâlî’ye karşı tavır, birinin ne olduğunu ele verir.» dersek çok kestirme ve abartılı bir hüküm mü vermiş oluruz?.. Hayır. «‘En derin tecritle en katı müşahhası birleştiren aksiyon’u ve bu aksiyonu gerçekleştiren ‘aksiyon Dehâsı’nı anlamak, Türk aydınının seviyesini ele veren bir kriterdir!» hükmü ne kadar doğruysa, İ. Gazâlî’ye karşı tavrı da bir kriter olarak görmek o kadar doğrudur. Kemâle erdirici bir istidadı ruha bağlamak suretiyle değerlendiren, nihayetinde akılı akılla iptal eden ve her şeyi Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret görecek kadar kemâl noktasında olup, zahirde görünen İ. Gazâlî’yi, ancak ilimle elde edilebilecek bir cehalet örneği sergileyenler, İslâmî düşüncenin gelişimini önlemekle, o yolu tıkamakla itham etmişlerdir. İ. Gazâlî’yi, ahmak avlayan diyalektikleriyle, «‘O, insanın aradığı herşey Kur’an’da vardır. Felsefeye ihtiyaç yoktur.’ demiştir.» şeklinde, seviyesinde değerlendiren bedbahtların sayısı (maalesef) hiç de az değildir.
İ. Gazâlî’yi ötekilerin kaynaklarından takip edip, araştıranlar, ona «ilmi inkar etmiştir» şeklinde bir yafta asmaya kalkmışlardır. Büyük mütefekkirin, münekkidin Vahdet-i vücud mevzuuna kadar giden illî bağa dair düşüncelerini anlamayanlar, «İ. Gazâlî sebep ve netice arasındaki bağı inkâr etmiştir. Bu, ilmin inkârıdır.» şeklinde “bilimsel” açıklamalarda bulunur. İlmî olmayan kaygılarla “bilimsel savlar”da bulunanlar bilmelidir ki, sebep ile netice arasındaki bağ, zorunlu değildir. Bu, sebep ile netice arasındaki bağın inkârı anlamına gelmez. Sebep olarak görülen şey, her zaman zorunlu ve esas sebep olmayabilir. Bunu idrak, «olur olmaz her mevzua dair ‘–dır, -tır’ dememek lâzım <_script /> <_script />»ı idrak etmeye dair bir basamaktır… Bu üstün idrake erendir ki, aklın hakkını verir. Ve akıl gibi bir nimetin hakkını veren olarak, sırrın karşısında kaba- saba insiyaklarla, kuru akılcılıkla sırrı ve şiir idrakini örselemez.
Bunu, ‘şiir idraki’ni, ‘zorunsuzluk’u anlayan, daha doğrusu belirttiği değeri sezenlerin başında D. Hume gelir. D. Hume ile «dogmatik uykudan uyanan ve yeni bir istikamet kazanan» I. Kant’da da İ. Gazâlî’nin fevkalâde tesirlerini görmek mümkündür. ‘Görev ahlâkı’ndan, ‘kategorik imperatif’ten, ‘pratik akıl’dan, ‘fenomen’den, ‘numen’den bahseden I. Kant da, E. Boutraux’ya derinden tesir etmiştir. Batı’da pozitivizmi benimsemiş olsa da onun maddeciliğini aşmış mânâsında “ruhçu pozitivist” olarak olarak anılan E. Boutraux’nun en yakın takipçilerinden biri de H. Bergson’dur. E. Boutraux’nun açtığı zeminde, yolda ilerleyen H. Bergson, tıpkı pîri gibi, akılın ne olduğunu ve belirttiği değeri göstermeye çalışmıştır. Akılın, onu ruha bağlamak suretiyle, hakkını vermeye çalışan ve ‘ruhçu pozitivist’ olarak “itham” edilen Boutraux, akılı akılla iptal etmeye çalışmıştır. Ancak mevzunu hakikatin hakikatine nispetle ele alamadığı için de “şiir idraki” gibi muazzam ve muazzez bir seviyeye erememiş, Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınamamış ve tıpkı öğrencisi Bergson gibi, ruhçuluğun hakikatini de tam mânâsıyla ortaya koyamamışlardır.
“Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında” adlı eseri Türkçeye kazandıran S. Hayri Bolay, Boutraux’nun Gazâlî’yi okuduğuna kani imiş. Şayet böyle bir kanaate varıldıysa, yapılması gereken, mevzuu hakikatin hakikatine ele alıp, kimin kim(ler)e ve nerede tesir ettiğini göstermek, bugün Batı tefekkürüne ait gibi gözüken fikirleri aslına irca etmektir. Şayet bu yapılmazsa sahibi olunan malûmatlar verimlendirilemez. Sahibi olunan malûmatlar işlenmeyip, verimlendirilemeyecekse Amerika’yı yeniden keşfe çıkmaya ne hacet?.. Peki sahibi olunan malûmatlar ne ile ve nasıl değerlendirilip, verimlendirilebilir?.. ‘Ne’sine cevap: İslâmî tefekkür sentezini, Batı’yla bir hesaplaşmanın arifesinde ortaya koyan, Batı tefekkürü ile İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açan, birinciyi ikinci önünde hesaba çeken İBDA ile»!... ‘Nasıl’a cevap: «İBDA Dili ile mesele konuşmak suretiyle»!.. <_script /> <_script />
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
III.
Kişinin kendi öz nefsiyle savaşını İ. Gazâlî ‘mücahede’ olarak ifade etmiş, bu, I. Kant’ın eserlerinde ‘görev ahlâkı’ olarak geçmiştir. Her şeyin sebebinde de, neticesinde de, gayesinde de kişinin kendi öz nefsiyle savaşını gören ruhçu telâkki için, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, ahlâk, hem gaye ve hem de vesile ve aksiyona mevzu ve vesile olup, «ruhun merkezî fakültesi» hüviyetindedir. İnsan, işte bu merkezî fakültenin işlediği ve zuhur ettiğini ileri ittirdiği akılla, idealini arar. İnsan, idealini de sır/ şiir idrakini örselemeden ve ancak ruha bağlanınca keyfiyetini ortaya koyan akılını kullanmak suretiyle arar, araması gerekir. Bu tavrın nihaî olarak vardığı, varacağı yer; dünya hayatının bir rüyadan ibaret olduğu ve meçhullerle dolu bir dünyada yaşanıldığını idraktir…
Sırlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sebepler âleminde ‘vesilelere yapışmak’ bir ölçü… Ve eşya ve hâdiselerin emrine verildiği insan, Müslüman çağında mesuldür… Bu mesuliyet, ‘Kadans’a vakıaların keyfiyetini yerleştirme memuriyetindendir… Bu memuriyeti idrak, ahlâkî bir zarurettir… Dehrle münasebetin, zamana hâkim olmanın, şahitlik edilen zamanın hakkını vermenin ehemmiyetinin anlaşılmadığı yerde de insanın irade hürriyetine sahip olmadığı gibi bir sonuç çıkar. Ki bu durumda, ‘şiir idraki’ni örseleyen determinizm temel paradigma hâline gelir. Her mevzua kaba- saba insiyaklarla, kaba- saba akıl- mantık hesaplarıyla yaklaşılır. Bu da ancak ve ancak ‘olan’ın içine hapsolan bir mahkumun tavrıdır. Olanın olması gerekene göre değerlendirilmediği yerde de ‘mücerret olan’a sırt çevrilir. Ve kemâle erici olan insan, olma memuriyetini yerine getiremez. Fikirler, değerler vasıtasıyla kemâle ermesi gereken insanı “ol”durucu iki kanat olan ilim ve amel, zaafa düşer. Beliren bu zaafla birlikte, bâtın kahramanlarının koyduğu « <_script /> <_script />ilim, marifete perdedir» ölçüsü de es geçilir. Kabukta kalınır. Her mevzu, sathî olarak ele alınır. İslâm, birkaç ritüele hapsedilip, ona bir çeşni, bir garnitür, bir tâli unsur muamelesi yapılır. İslâmı şahsiyet aynasında pırıldatmak kaygısı bir yana, İslâmı şahsiyet aynasında küçülten kaba softa- ham yobazlar tarih sahnesinde peyda olur. Ve nihayetinde, hayatın bizatihi gayesinin hayat olduğunu idrak edip, hayatı idame etmesi, hayata dinamik bir kalple katılması gerekenler, en basit bir mevzuu bile kritik etmekten acizler olarak yaşamı tüketir.
«Hayatı rüya, rüyayı hayat bilme»; hakikatini İslâm’da bulan ruhçu bir telâkkidir… Ve kâinatı okumak, anlamak ancak bu telâkkiyle mümkündür… Kâinat tasavvurlarına dair telâkkiler de; bir ferdin ve cemiyetin akılını nasıl kullandığını, ahlâkını gösterir. Akıl gibi bir nimetin hakkını vermek, o değeri değerlendirmek ve bunun da ancak ruha bağlanınca olacağını idrak etmek de; terakkiye doğru atılan bir adımdır… Bu adım da; nefsi bilme ameliyesidir… Nefsi silmeye değil, bilmeye gayret edip, «günahı hor görmek en büyük günahlardandır»ı anlayıp, günahı her aştığında kendi beninin marifetine ereceğini idrak etmek de; meselelere hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine erildiğine nişânedir... İmânın bir bedahet davası olduğunu ve bir bakıma bedahetlerle iş gördüğümüzü ve «güzel ahlâk, imanın kemâlindendir»i anlamak, anlamlandırmak, bunu hâl izahı şeklinde ifade etmek de; imanın kemâlindendir… Bu kemâle erenler de; hakiki mistiktir…
Ruhçuluğun hakikatini anlamayan kaba softa- ham yobazlar ahlâkı anlamayıp, onu birkaç seramoniden ibaret görmüşlerdir. Bu yanlış telâkkiden dolayı da insanı anlamamışlardır. «İdeali aramakla toprağa bağlanmak arasındaki bir berzahta kıvranan insanın oluş ıstırabını» da duymamışlardır. Ulvî soydan olan bu ıstırabı duymayıp, anlamadıkları için de kabalaşmışlardır. Bu kabalıklarından dolayı da, ‘hayata perçinli ruhçuluk’un hakikatini İslâm’a nispetle ortaya koymamışlardır. Hakiki mistikliğin her ân bir ibdâ hamlesi yapmakla mümkün olduğunu anlamayan miskinler, her mevzua kaba- saba insiyaklarla yaklaştıkları için, şiir idrakinin ehemmiyetini sezememiş, ulvî olana giden yolda böylesine ulvî bir değer belirten bir idrakten nasiplenememişlerdir. Bu nasipsizlikleri yüzünden de “kıvam”a erici ve erdirici olamamış, “şiir idraki”ni örselemiş ve güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmişlerdir. Ve nihayetinde gelinen nokta: « <_script /> <_script />Allah’tan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!..»
Bu yasağı koyan, Milli Şef’tir. Bu yasağın muhatabı da, böyle bir yasağı koyacak kadar pervazıslaşanların hâkim olduğu bir dönemde cemiyet meydanına inip, aksiyona geçen, Allah’tan ve ahlâktan bahseden, ‘İslâm’ın emir subaylığı makamı’nın mimarı olan Necip Fazıl’dır.
O, «tek bir kelimemin israf olmadığına inandığım bir tek sen varsın» dediği ve ‘Bir ve Pîr Olan’ olarak takdim ettiği İBDA Mimarı’nın ifadesiyle; «(…)beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramakla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanın oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştiren adamdır»!.. (1)
O, aksiyon adamıdır!..
O, ‘Çile şairi’dir!..
O, hiçbir zaman entelektüelize olmayacak kadar entelektüeldir!.. (Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu!/ Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu!)
O, akılı ruha bağlayacak kadar akıllıdır!..
O, hakiki ruhçuluğun ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini gösterecek, söyleyecek kadar mistiktir!..
<_script /> <_script />O, hayata perçinliği bir ruhun sahibi olup, hâl izahı şeklinde «maddesine hâkim olmayan kötürüm bir ruhun sahipleri kubur faresidir» diyecek ve meselesizleri, çilesizleri, kötürümleşmiş ruhları harekete geçirmeye bir ömür vakfedecek kadar çağından mesuldür!..
O, haksızlık karşısında eliyle ve diliyle müdahalede bulanacak kadar imanlıdır!..
O, şiir ortamının oluşmasının kavgasını verecek ve bunu yıllarca sürdürecek kadar ahlâklı ve aksiyon adamıdır, çilekeştir!..
O, tıpkı bâtın hissesiyle zâhirde görünen ve her şeyi Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret bilen İ. Gazâlî gibi, kemâl noktasındadır!..
O, ‘Has Oda Sırrı’na bitişik bir hüviyeti olan Mütefekkir’i yetiştiren Mütefekkirdir!..
O, Büyük Doğu Mimarı’dır!..
Dipnot:
1- Salih Mirzabeyoğlu, “Üç Işık –Sohbet. Konferans-”, İBDA Yay., Aralık 1996, s.59
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt