III.
Kişinin kendi öz nefsiyle savaşını İ. Gazâlî ‘mücahede’ olarak ifade etmiş, bu, I. Kant’ın eserlerinde ‘görev ahlâkı’ olarak geçmiştir. Her şeyin sebebinde de, neticesinde de, gayesinde de kişinin kendi öz nefsiyle savaşını gören ruhçu telâkki için, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, ahlâk, hem gaye ve hem de vesile ve aksiyona mevzu ve vesile olup, «ruhun merkezî fakültesi» hüviyetindedir. İnsan, işte bu merkezî fakültenin işlediği ve zuhur ettiğini ileri ittirdiği akılla, idealini arar. İnsan, idealini de sır/ şiir idrakini örselemeden ve ancak ruha bağlanınca keyfiyetini ortaya koyan akılını kullanmak suretiyle arar, araması gerekir. Bu tavrın nihaî olarak vardığı, varacağı yer; dünya hayatının bir rüyadan ibaret olduğu ve meçhullerle dolu bir dünyada yaşanıldığını idraktir…
Sırlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sebepler âleminde ‘vesilelere yapışmak’ bir ölçü… Ve eşya ve hâdiselerin emrine verildiği insan, Müslüman çağında mesuldür… Bu mesuliyet, ‘Kadans’a vakıaların keyfiyetini yerleştirme memuriyetindendir… Bu memuriyeti idrak, ahlâkî bir zarurettir… Dehrle münasebetin, zamana hâkim olmanın, şahitlik edilen zamanın hakkını vermenin ehemmiyetinin anlaşılmadığı yerde de insanın irade hürriyetine sahip olmadığı gibi bir sonuç çıkar. Ki bu durumda, ‘şiir idraki’ni örseleyen determinizm temel paradigma hâline gelir. Her mevzua kaba- saba insiyaklarla, kaba- saba akıl- mantık hesaplarıyla yaklaşılır. Bu da ancak ve ancak ‘olan’ın içine hapsolan bir mahkumun tavrıdır. Olanın olması gerekene göre değerlendirilmediği yerde de ‘mücerret olan’a sırt çevrilir. Ve kemâle erici olan insan, olma memuriyetini yerine getiremez. Fikirler, değerler vasıtasıyla kemâle ermesi gereken insanı “ol”durucu iki kanat olan ilim ve amel, zaafa düşer. Beliren bu zaafla birlikte, bâtın kahramanlarının koyduğu « <_script /> <_script />ilim, marifete perdedir» ölçüsü de es geçilir. Kabukta kalınır. Her mevzu, sathî olarak ele alınır. İslâm, birkaç ritüele hapsedilip, ona bir çeşni, bir garnitür, bir tâli unsur muamelesi yapılır. İslâmı şahsiyet aynasında pırıldatmak kaygısı bir yana, İslâmı şahsiyet aynasında küçülten kaba softa- ham yobazlar tarih sahnesinde peyda olur. Ve nihayetinde, hayatın bizatihi gayesinin hayat olduğunu idrak edip, hayatı idame etmesi, hayata dinamik bir kalple katılması gerekenler, en basit bir mevzuu bile kritik etmekten acizler olarak yaşamı tüketir.
«Hayatı rüya, rüyayı hayat bilme»; hakikatini İslâm’da bulan ruhçu bir telâkkidir… Ve kâinatı okumak, anlamak ancak bu telâkkiyle mümkündür… Kâinat tasavvurlarına dair telâkkiler de; bir ferdin ve cemiyetin akılını nasıl kullandığını, ahlâkını gösterir. Akıl gibi bir nimetin hakkını vermek, o değeri değerlendirmek ve bunun da ancak ruha bağlanınca olacağını idrak etmek de; terakkiye doğru atılan bir adımdır… Bu adım da; nefsi bilme ameliyesidir… Nefsi silmeye değil, bilmeye gayret edip, «günahı hor görmek en büyük günahlardandır»ı anlayıp, günahı her aştığında kendi beninin marifetine ereceğini idrak etmek de; meselelere hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine erildiğine nişânedir... İmânın bir bedahet davası olduğunu ve bir bakıma bedahetlerle iş gördüğümüzü ve «güzel ahlâk, imanın kemâlindendir»i anlamak, anlamlandırmak, bunu hâl izahı şeklinde ifade etmek de; imanın kemâlindendir… Bu kemâle erenler de; hakiki mistiktir…
Ruhçuluğun hakikatini anlamayan kaba softa- ham yobazlar ahlâkı anlamayıp, onu birkaç seramoniden ibaret görmüşlerdir. Bu yanlış telâkkiden dolayı da insanı anlamamışlardır. «İdeali aramakla toprağa bağlanmak arasındaki bir berzahta kıvranan insanın oluş ıstırabını» da duymamışlardır. Ulvî soydan olan bu ıstırabı duymayıp, anlamadıkları için de kabalaşmışlardır. Bu kabalıklarından dolayı da, ‘hayata perçinli ruhçuluk’un hakikatini İslâm’a nispetle ortaya koymamışlardır. Hakiki mistikliğin her ân bir ibdâ hamlesi yapmakla mümkün olduğunu anlamayan miskinler, her mevzua kaba- saba insiyaklarla yaklaştıkları için, şiir idrakinin ehemmiyetini sezememiş, ulvî olana giden yolda böylesine ulvî bir değer belirten bir idrakten nasiplenememişlerdir. Bu nasipsizlikleri yüzünden de “kıvam”a erici ve erdirici olamamış, “şiir idraki”ni örselemiş ve güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmişlerdir. Ve nihayetinde gelinen nokta: « <_script /> <_script />Allah’tan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!..»
Bu yasağı koyan, Milli Şef’tir. Bu yasağın muhatabı da, böyle bir yasağı koyacak kadar pervazıslaşanların hâkim olduğu bir dönemde cemiyet meydanına inip, aksiyona geçen, Allah’tan ve ahlâktan bahseden, ‘İslâm’ın emir subaylığı makamı’nın mimarı olan Necip Fazıl’dır.
O, «tek bir kelimemin israf olmadığına inandığım bir tek sen varsın» dediği ve ‘Bir ve Pîr Olan’ olarak takdim ettiği İBDA Mimarı’nın ifadesiyle; «(…)beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramakla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanın oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştiren adamdır»!.. (1)
O, aksiyon adamıdır!..
O, ‘Çile şairi’dir!..
O, hiçbir zaman entelektüelize olmayacak kadar entelektüeldir!.. (Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu!/ Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu!)
O, akılı ruha bağlayacak kadar akıllıdır!..
O, hakiki ruhçuluğun ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini gösterecek, söyleyecek kadar mistiktir!..
<_script /> <_script />O, hayata perçinliği bir ruhun sahibi olup, hâl izahı şeklinde «maddesine hâkim olmayan kötürüm bir ruhun sahipleri kubur faresidir» diyecek ve meselesizleri, çilesizleri, kötürümleşmiş ruhları harekete geçirmeye bir ömür vakfedecek kadar çağından mesuldür!..
O, haksızlık karşısında eliyle ve diliyle müdahalede bulanacak kadar imanlıdır!..
O, şiir ortamının oluşmasının kavgasını verecek ve bunu yıllarca sürdürecek kadar ahlâklı ve aksiyon adamıdır, çilekeştir!..
O, tıpkı bâtın hissesiyle zâhirde görünen ve her şeyi Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret bilen İ. Gazâlî gibi, kemâl noktasındadır!..
O, ‘Has Oda Sırrı’na bitişik bir hüviyeti olan Mütefekkir’i yetiştiren Mütefekkirdir!..
O, Büyük Doğu Mimarı’dır!..
Dipnot:
1- Salih Mirzabeyoğlu, “Üç Işık –Sohbet. Konferans-”, İBDA Yay., Aralık 1996, s.59