_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
Bu mektûb da, seyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmısdır. Âfâkda ve enfüsde olan sühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla sereflendirsin ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!
Ne yazacagımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz “teâlâ ve tekaddes” hazretlerinden söz edersem, yalan söylemis ve iftirâ etmis olurum. O, o kadar büyükdür ki, bu saçma sapan konusan asagı kimsenin söz konusu olmakdan çok yüksekdir. Maddeden yapılmıs olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlasılamıyandan ne söyleyebilir?
Yok iken sonradan yaratılmıs olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemânsız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dısarıya nasıl çıkabilir? Dısarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre,
Ömrünce dolassa, gezer kendi âleminde!
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Naksibend kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya’nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavusdukdan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin ya’nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen seyler hiçdir. Ya’nî, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, sühûd-i enfüsîye kavusmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı!
Sühûd-i enfüsîyi, sühûd-i tecellî-i sûrî ile karısdırmamalıdır. Hâsâ ikisi bir sey degildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya’nî kendinde müsâhede olunurlar, ya’nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (Ilm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Sühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Baska kelime bulunamadıgı için sühûd diyoruz.
Çünki, aranılan, istenilen sey, hiçbir seye benzemedigi gibi, Ona uygun olan, Ona baglı olan hersey de anlasılamaz ve anlatılamaz. Anlasılabilen seyler, anlasılamıyan seylere benzemez. Fârisî iki beyt tercemesi:
Anlasılmaz, ölçülemez baglılıkdır,
Nâsın Rabbi, kuluna böyle baglıdır!
Insan bu baglılıgı anlamaz aslâ,
Herseyi bilir, cânını bilen Mevlâ!
Sühûd-i enfüsîyi bu sühûd-i sûrî ile karısdırmak, insanın her iki makâmda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok baglılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez.Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlıgından birseyler bulunmakdadır.Seyr-i enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra oldugundan ve sâlikin anlayısı az oldugundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. Ikisini birlesmis sanır. Eger bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildigini ve bu varlıga, Allahü teâlânın verdigi vücûd denildigini bilseydi, ikisini karısdırmakdan kurtulurdu.
Süâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak degil midir?
Cevâb: Hayır, öyle degildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle oldugu anlasılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâmında, kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavusmaga benzemekdedir. Naksibendiyye büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermislerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok oldugu görülmüsdür de. Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenâda iken de bâkîdirler.Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve degisiklikleri sırasında gelip geçici seylerdir. Bizim anlatmak istedigimiz ise, böyle degildir.
Hâce Behâeddîn-i Naksibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu
ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî’î hâline döner. Fekat vücûd-i fenâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbette hiç degismez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlar, vaktleri ile degil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların isi hâlleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve vaktden kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, diledigine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Vaktin devâmlı olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve baska seyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devâmlı olması demek degildir. Belki, vaktin oldugu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demekdir.Bir seyi yanlıs zan etmek, onun dogru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günâh olur.
Ne yazacagımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz “teâlâ ve tekaddes” hazretlerinden söz edersem, yalan söylemis ve iftirâ etmis olurum. O, o kadar büyükdür ki, bu saçma sapan konusan asagı kimsenin söz konusu olmakdan çok yüksekdir. Maddeden yapılmıs olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlasılamıyandan ne söyleyebilir?
Yok iken sonradan yaratılmıs olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemânsız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dısarıya nasıl çıkabilir? Dısarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre,
Ömrünce dolassa, gezer kendi âleminde!
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Naksibend kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya’nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavusdukdan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin ya’nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen seyler hiçdir. Ya’nî, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, sühûd-i enfüsîye kavusmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı!
Sühûd-i enfüsîyi, sühûd-i tecellî-i sûrî ile karısdırmamalıdır. Hâsâ ikisi bir sey degildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya’nî kendinde müsâhede olunurlar, ya’nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (Ilm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Sühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Baska kelime bulunamadıgı için sühûd diyoruz.
Çünki, aranılan, istenilen sey, hiçbir seye benzemedigi gibi, Ona uygun olan, Ona baglı olan hersey de anlasılamaz ve anlatılamaz. Anlasılabilen seyler, anlasılamıyan seylere benzemez. Fârisî iki beyt tercemesi:
Anlasılmaz, ölçülemez baglılıkdır,
Nâsın Rabbi, kuluna böyle baglıdır!
Insan bu baglılıgı anlamaz aslâ,
Herseyi bilir, cânını bilen Mevlâ!
Sühûd-i enfüsîyi bu sühûd-i sûrî ile karısdırmak, insanın her iki makâmda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok baglılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez.Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlıgından birseyler bulunmakdadır.Seyr-i enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra oldugundan ve sâlikin anlayısı az oldugundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. Ikisini birlesmis sanır. Eger bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildigini ve bu varlıga, Allahü teâlânın verdigi vücûd denildigini bilseydi, ikisini karısdırmakdan kurtulurdu.
Süâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak degil midir?
Cevâb: Hayır, öyle degildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle oldugu anlasılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâmında, kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavusmaga benzemekdedir. Naksibendiyye büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermislerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok oldugu görülmüsdür de. Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenâda iken de bâkîdirler.Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve degisiklikleri sırasında gelip geçici seylerdir. Bizim anlatmak istedigimiz ise, böyle degildir.
Hâce Behâeddîn-i Naksibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu
ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî’î hâline döner. Fekat vücûd-i fenâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbette hiç degismez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlar, vaktleri ile degil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların isi hâlleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve vaktden kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, diledigine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Vaktin devâmlı olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve baska seyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devâmlı olması demek degildir. Belki, vaktin oldugu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demekdir.Bir seyi yanlıs zan etmek, onun dogru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günâh olur.