baltefsiri
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 24 Eyl 2006
- Mesajlar
- 619
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Bugün geriye dönüp baktığımızda kimler gelmiş kimler geçmiş bu ülkeden diye söylenmemek mümkün değil. Bazıları söylediklerinden veya yaptıklarından dolayı iz bırakmış oldukları için bu hafta bunlardan birini anmak istedim.
21 yaşında yeni evlenmişti ve evlendiği gün polis tarafından tutuklanarak merkeze alınan yüzlerce sesi çıkanlardandı. Günlerce polis nezaretinde işkenceler gördü ama hangi suçla tutuklanmış olduğu belli bile değildi. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan EVREN için yaptığının bir amaca hizmet olduğunu göstermek adına birilerinin asılması gerekiyordu. Polis merkezinde atıldığı nezarete bir yerlerden az da olsa bir radyo sesi geliyordu, radyoda sürekli ajans haberleri veriliyor ve 12 Eylül ile ilgili Genelkurmayın açıklamaları okunuyordu, bir ara kendi ismini duydu radyoda ama inanamadı sonrada gülümsedi. Radyoda ismini okuyan spiker onun idam edildiğini anlatıyordu, o anda idam edileceğine inandı ve hiçbir şekilde yüzündeki gülümsemeyi kaybetmedi.
Ellerini dahi tutamadığı ve evlendiği gün tutuklandığı için onu ziyarete gelen karısıyla ne mümkün hiçbir şekilde görüştürülmemişti. Karısı polise yalvarıyordu, polis ağabey bir seferde olsa yüzünü bana gösterin ama nafile hiç kimse hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordu. Sonunda karısı başındaki yazmayı çıkararak polise uzattı, `polis ağabey bunu al ve kocama ver..! ver ki benim burada olduğumu bilsin`, dedi.
İki gün geçmişti, akıl almaz işkencelerden sonra Buca ceza evine geri getirildi.
Ha bu gün ha yarın idam edileceğini bildiğinden her akşam yatak çarşafını kendisine kefen yapıp giyerek birilerinin gelip onu almasi için seccadenin üzerinde sabahlardı. Arkadaşlarından biri sorar ona,
—Nasıl bir günde asılmak istersin?
—Ağabey hafif yağmurun çiselediği bir gün olsun isterdim…
—Hiç mi ölümden korkmuyorsun? Dikkat ediyorum da sürekli gülümsüyorsun.
—Ağabey Müslüman adam ölümden korkmaz…
5 Haziran sabaha karşı hücrenin demir kapısı büyük bir gürültüyle açılır, seccadenin üzerinde kendi yatak çarşafına sarılmış namaz kılıyordu.
—Hadi gel bakalım dedi gardiyan.
O namazını bitirdi selamını verdi ve ayağa kalktı, karısının ona yolladığı yazmayı eline alıp son kez kokladı ve gazeteye sararak bir köşeye koydu. Gardiyanlara dönüp gülümseyerek baktı ve kelepçe takması için sırtını döndü, gardiyanın biri kelepçeyi takarak avluya çıkardılar.
Avluda kurulu olan darağacına bakarak gülümsedi, o anda yanına yaklaşan imam Abdullah hoca gördüklerini bize şöyle anlatıyor.
Her hareketine şahit oldum. Ruhunu nasıl teslim ettiğine şahit oldum. Tekbir getirerek, Kelime-i şahadet çekerek, ölüme yürüdü... dedi.
Bir müddet nefeslendikten sonra, olayı başından itibaren anlatmaya başladı:
“Daha önce de din görevlisi olarak idam edilen solcu gençlerin infazında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında `Allah’a ve dine inanmıyoruz` deyip, telkinde bulunmamı kabul etmemişlerdi. Son arzuları sorulduğunda, kimi kahve, kimi sigara istemişti. Sehpaya giderken de slogan atmışlardı. Onlar da bizim insanlarımızdı. İnancı düşüncesi ne olursa olsun, cezayı hak etsin veya etmesin, gencecik insanların ölümünü seyretmek beni üzüyordu. Solcular, ahiret hayatına inanmıyorlardı ama inandıkları fikirler uğruna hayatlarını feda ediyorlardı. Bu sebeple fikirlerini benimsemesem de, idealistliklerini takdir ediyordum. Onlar infaz edilirken
—Bunların yerinde imanlı bir insan olsa, acaba nasıl davranır? diye içimden geçirmiştim...
Yine bir akşam sivil memurlar ellerinde telsizlerle evime gelip,
—Hocam, bir nikâhımız var. Nikâh kıymaya gelir misin? dediler. Otomobillerine binip, Buca Cezaevi’nin önüne gelmiştik. Her taraf asker doluydu. Cezaevinin kapısından girince, infaz yapılacağını anladım. İnfaz heyetinin bulunduğu salona götürüldüm. Savcılar, hakimler, komutanlar, doktorlar, infaz görevlileri oradaydı. Orada bulunanların bir kısmı, heyecanlı bir telaş içindeyken, bir kısmı da üzüntülüydü.
Bir müddet sonra, görevliler elleri arkadan kelepçeli olan bir genci getirdiler. Üzerinde ayak bileklerine kadar uzanan kolsuz beyaz bir giysi, başında beyaz namaz takkesi, ayağında beyaz çorap ve terlik vardı.
—Selamün Aleyküm, diyerek içeri girmişti. O an çok şaşırmıştım. Onu sanki çok eskiden beri tanıyordum...
Orada bulunanların çoğu onunla helallaştı. Hücresinde yazdığı Vasiyet Mektubunu İnfaz Savcılığı’na teslim etti. Heyet huzurunda doktor,
--Sağlık şikayetiniz var mı?, diye sorduğunda,
—Elhamdülillah taş gibiyim. Hiç bir şikâyetim yok, demişti. Son arzusu sorulduğunda da cenazesinin ailelerine teslim edilmesini istemişti. Telkinde bulunmak için yanındayken bana çok saygılı davrandı. Kendisine,
—Kardeşim, her insan bu dünyada farklı bir kaderi yaşamaktadır. Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm, ahiret hayatına açılan bir kapıdır. Ne mutlu Allah’a iman ederek bu imtihanı tamamlayanlara, dediğimde gözlerine bakmıştım. Gözleri sevinçle parlıyordu.
—Az sonra Allah’a kavuşacaksın, dedim.
—Biliyorum Hocam, biliyorum; dostlarıma söyleyin, ölümüme üzülmesinler, demişti. İki rekât namaz kıldı. Ellerini kaldırıp, son duasını yaptığı o anı unutamıyorum... Yüzü o kadar nurlanmıştı ki çok şaşırmıştım....
Az sonra görevlilerle infazın yapılacağı bahçeye çıktık. Bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpa kurulmuş yağlı urgan parlıyordu. Ürpertici bir manzara vardı... Az sonra bu insanın dünyası değişecekti. Bir an, kendimi onun yerine koydum... Altmışı geçmiş yaşımda, dünyadan alacağım fazla bir lezzet de kalmadığı halde, çok korkmuştum... Heyecandan elimin, ayağımın titrediğini hissediyordum. Böyle bir anda korkmadan, heyecanlanmadan normal olabilmek, kamil bir imana sahip olmayı gerektirirdi...
Boynuna yaftayı takmışlardı, Ona dedim ki.
—Allah’a gidiyorsun, dedim. O da, tebessümle başını sallayarak,
-Biliyorum Hocam!, diyerek karşılık verdi ve tekbir getirerek sehpaya yürüdü. Urgan boynuna geçirilirken, Cellât’a bir şeyler söyledi. Cellât, bir an durakladı ve şaşkın, şaşkın asacağı adamın gözlerine baktı ve o Kelime-i şehadet getirirken, tabureyi ayağının altından çekti. Boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etti. Boğazından urganı savcı çıkardıktan sonra, masaya yatırdılar. Gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp, ona Yasin okudum.
Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bu hiç ölüye benzemiyordu... Onda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Cellât’a ne söylediğini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan Cellât’ın yanına gittim. Sana ne dedi diye sorduğumda,
—Ben böyle insan görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bu ise,
—Hakkını helal et, dedi... diyerek, içini çekiyordu…”
Nureddin Can Seven
21 yaşında yeni evlenmişti ve evlendiği gün polis tarafından tutuklanarak merkeze alınan yüzlerce sesi çıkanlardandı. Günlerce polis nezaretinde işkenceler gördü ama hangi suçla tutuklanmış olduğu belli bile değildi. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan EVREN için yaptığının bir amaca hizmet olduğunu göstermek adına birilerinin asılması gerekiyordu. Polis merkezinde atıldığı nezarete bir yerlerden az da olsa bir radyo sesi geliyordu, radyoda sürekli ajans haberleri veriliyor ve 12 Eylül ile ilgili Genelkurmayın açıklamaları okunuyordu, bir ara kendi ismini duydu radyoda ama inanamadı sonrada gülümsedi. Radyoda ismini okuyan spiker onun idam edildiğini anlatıyordu, o anda idam edileceğine inandı ve hiçbir şekilde yüzündeki gülümsemeyi kaybetmedi.
Ellerini dahi tutamadığı ve evlendiği gün tutuklandığı için onu ziyarete gelen karısıyla ne mümkün hiçbir şekilde görüştürülmemişti. Karısı polise yalvarıyordu, polis ağabey bir seferde olsa yüzünü bana gösterin ama nafile hiç kimse hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordu. Sonunda karısı başındaki yazmayı çıkararak polise uzattı, `polis ağabey bunu al ve kocama ver..! ver ki benim burada olduğumu bilsin`, dedi.
İki gün geçmişti, akıl almaz işkencelerden sonra Buca ceza evine geri getirildi.
Ha bu gün ha yarın idam edileceğini bildiğinden her akşam yatak çarşafını kendisine kefen yapıp giyerek birilerinin gelip onu almasi için seccadenin üzerinde sabahlardı. Arkadaşlarından biri sorar ona,
—Nasıl bir günde asılmak istersin?
—Ağabey hafif yağmurun çiselediği bir gün olsun isterdim…
—Hiç mi ölümden korkmuyorsun? Dikkat ediyorum da sürekli gülümsüyorsun.
—Ağabey Müslüman adam ölümden korkmaz…
5 Haziran sabaha karşı hücrenin demir kapısı büyük bir gürültüyle açılır, seccadenin üzerinde kendi yatak çarşafına sarılmış namaz kılıyordu.
—Hadi gel bakalım dedi gardiyan.
O namazını bitirdi selamını verdi ve ayağa kalktı, karısının ona yolladığı yazmayı eline alıp son kez kokladı ve gazeteye sararak bir köşeye koydu. Gardiyanlara dönüp gülümseyerek baktı ve kelepçe takması için sırtını döndü, gardiyanın biri kelepçeyi takarak avluya çıkardılar.
Avluda kurulu olan darağacına bakarak gülümsedi, o anda yanına yaklaşan imam Abdullah hoca gördüklerini bize şöyle anlatıyor.
Her hareketine şahit oldum. Ruhunu nasıl teslim ettiğine şahit oldum. Tekbir getirerek, Kelime-i şahadet çekerek, ölüme yürüdü... dedi.
Bir müddet nefeslendikten sonra, olayı başından itibaren anlatmaya başladı:
“Daha önce de din görevlisi olarak idam edilen solcu gençlerin infazında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında `Allah’a ve dine inanmıyoruz` deyip, telkinde bulunmamı kabul etmemişlerdi. Son arzuları sorulduğunda, kimi kahve, kimi sigara istemişti. Sehpaya giderken de slogan atmışlardı. Onlar da bizim insanlarımızdı. İnancı düşüncesi ne olursa olsun, cezayı hak etsin veya etmesin, gencecik insanların ölümünü seyretmek beni üzüyordu. Solcular, ahiret hayatına inanmıyorlardı ama inandıkları fikirler uğruna hayatlarını feda ediyorlardı. Bu sebeple fikirlerini benimsemesem de, idealistliklerini takdir ediyordum. Onlar infaz edilirken
—Bunların yerinde imanlı bir insan olsa, acaba nasıl davranır? diye içimden geçirmiştim...
Yine bir akşam sivil memurlar ellerinde telsizlerle evime gelip,
—Hocam, bir nikâhımız var. Nikâh kıymaya gelir misin? dediler. Otomobillerine binip, Buca Cezaevi’nin önüne gelmiştik. Her taraf asker doluydu. Cezaevinin kapısından girince, infaz yapılacağını anladım. İnfaz heyetinin bulunduğu salona götürüldüm. Savcılar, hakimler, komutanlar, doktorlar, infaz görevlileri oradaydı. Orada bulunanların bir kısmı, heyecanlı bir telaş içindeyken, bir kısmı da üzüntülüydü.
Bir müddet sonra, görevliler elleri arkadan kelepçeli olan bir genci getirdiler. Üzerinde ayak bileklerine kadar uzanan kolsuz beyaz bir giysi, başında beyaz namaz takkesi, ayağında beyaz çorap ve terlik vardı.
—Selamün Aleyküm, diyerek içeri girmişti. O an çok şaşırmıştım. Onu sanki çok eskiden beri tanıyordum...
Orada bulunanların çoğu onunla helallaştı. Hücresinde yazdığı Vasiyet Mektubunu İnfaz Savcılığı’na teslim etti. Heyet huzurunda doktor,
--Sağlık şikayetiniz var mı?, diye sorduğunda,
—Elhamdülillah taş gibiyim. Hiç bir şikâyetim yok, demişti. Son arzusu sorulduğunda da cenazesinin ailelerine teslim edilmesini istemişti. Telkinde bulunmak için yanındayken bana çok saygılı davrandı. Kendisine,
—Kardeşim, her insan bu dünyada farklı bir kaderi yaşamaktadır. Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm, ahiret hayatına açılan bir kapıdır. Ne mutlu Allah’a iman ederek bu imtihanı tamamlayanlara, dediğimde gözlerine bakmıştım. Gözleri sevinçle parlıyordu.
—Az sonra Allah’a kavuşacaksın, dedim.
—Biliyorum Hocam, biliyorum; dostlarıma söyleyin, ölümüme üzülmesinler, demişti. İki rekât namaz kıldı. Ellerini kaldırıp, son duasını yaptığı o anı unutamıyorum... Yüzü o kadar nurlanmıştı ki çok şaşırmıştım....
Az sonra görevlilerle infazın yapılacağı bahçeye çıktık. Bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpa kurulmuş yağlı urgan parlıyordu. Ürpertici bir manzara vardı... Az sonra bu insanın dünyası değişecekti. Bir an, kendimi onun yerine koydum... Altmışı geçmiş yaşımda, dünyadan alacağım fazla bir lezzet de kalmadığı halde, çok korkmuştum... Heyecandan elimin, ayağımın titrediğini hissediyordum. Böyle bir anda korkmadan, heyecanlanmadan normal olabilmek, kamil bir imana sahip olmayı gerektirirdi...
Boynuna yaftayı takmışlardı, Ona dedim ki.
—Allah’a gidiyorsun, dedim. O da, tebessümle başını sallayarak,
-Biliyorum Hocam!, diyerek karşılık verdi ve tekbir getirerek sehpaya yürüdü. Urgan boynuna geçirilirken, Cellât’a bir şeyler söyledi. Cellât, bir an durakladı ve şaşkın, şaşkın asacağı adamın gözlerine baktı ve o Kelime-i şehadet getirirken, tabureyi ayağının altından çekti. Boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etti. Boğazından urganı savcı çıkardıktan sonra, masaya yatırdılar. Gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp, ona Yasin okudum.
Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bu hiç ölüye benzemiyordu... Onda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Cellât’a ne söylediğini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan Cellât’ın yanına gittim. Sana ne dedi diye sorduğumda,
—Ben böyle insan görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bu ise,
—Hakkını helal et, dedi... diyerek, içini çekiyordu…”
Nureddin Can Seven