Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vahdete 7 adım (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Müslümanların önemli vasıflarından birisi, havf ve reca yani korku ve umud arasında olmaları­dır. Bilinçli bir müslüman, haklı nedenlere dayanan bir korku ve yine haklı nedenlere dayanan bir umud arasında­dır. Fakat ne gariptir ki günümüzde haksız yere umudlanan batıl fırka, grup ve meşrep mensuplan olduğu gibi, haksız yere umudlannı yitiren müslümanlar da bulunmak­tadır!.
Haksız yere umudlananlardan, batıl zanlar ile kendile­rini ve çevresindekileri aldatanlardan tek tek örnek vermemize gerek yoktur. Çünkü bir gözümüzü hafifçe açmamız, hafifçe aralamamız dahi, bu örneklerden yüzlercesini gör­memize yeterli olabilecektir. Uluslararası batıl değerlerle entegre olmalarına ve istikballerini demokrasinin yargısına teslim etmelerine rağmen “İstikbal İslam'ındır ve zafer ina­nanlarındır” diyerek kendilerini aldatan insanlar ve bu in­sanların biraraya toplandıkian yapılar ne yazık ki görmek istemediğimiz kadar çoktur. Dünya müstekbirlerinin gözeti­mindeki uzlaşma meralannda taviz hormonlanyla geliştiri­len bu yapılar, hormonlu bir dana gibi her geçen gün daha bir irileşmektedir!.
Oysa bu gibi yapılar ne kadar irileşirse irileşsin, bu yapılardaki insanların haksız umudları ne kadar büyütülürse büyütülsün müstekbirlerin şeytani tavizlerini Allah'ın yardımına tercih eden böylesi yapıların ve bu yapılarda bulunan insanların, İslam'ın istikbalinde söz sahibi olama­yacakları açıktır. Yaşadığımız coğrafyada İslam'ın istikbali, hiçbir kuşkunuz olmasın ki bu coğrafyadaki muvahhid müslümanların yaptıklanyla bir anlam, bu muvahhidlerin yapacaklanyla bir aydınlık kazanacaktır. Dolayısıyla batıl umutlarla derin bir aldanışı yaşayan kimselerin içinde bu­lundukları durumdan ziyade, tevhid akidesine sahip olmak­la beraber haklı nedenlere dayanmayan bazı endişeler ve yine haklı nedenlere dayanmayan bazı umudsuzluklar için­de olan kardeşlerimizin durumuna değinmek istiyoruz.
Mesela din olarak İslam'ı seçmelerine ve tevhidi bir akideye sahip olmalarına rağmen yaşadığımız dünyaya kendisinden kaynaklanan bir endişeyle bakan birçok kar­deşimizin şu anlatımlarıyla sık sık karşılaşmaktayız.
Birkaç istisna dışında, emperyalizm bütün bir dünya­ya hakim olmuş durumdadır, bilim, sanayi ve teknoloji, emperyalizme hizmet et­mektedir, silah sanayi onla elindedir, kapital onların elindedir, siyasi dizginler onların elindedir, ekonomik güç onların elindedir, teknoloji onların elindedir, medya onların elindedir ve böylesi imkanlara sahip olamayan insanlar, toplumlar, kitleler onların elindedir!..
Bütün bu güçleri görmemezlikten gelmek, yok kabul etmek mümkün müdür? Bunlardan bir kısmını ele geçirmeden, bunîara karşı nasıl üstünlük sağlanabilir? Evet, bütün bu endişeli ifadeler hakkın değil, görülen reali­tenin bir ifadesidir. Dolayısıyla bu anlatım, hak ile yeterli ilişki kuramamış insanlar açısından reel yani gerçek bir an­latımdır. Nitekim yaşanan realiteyi sadece bu açıdan göz­lemleyen insanlar, bu gerçekler karşısında umudsuz, bu gerçekler karşısında çaresizdirler.
Peki hakka ve hakkı esas alan müslümanlara göre durum böyle midir veya böyle mi olmalıdır?
Alemlerin Rabbi olan Allah (cc.) katında, emperya­listlerin sahip gözüktüğü bu gibi şeylerin ne önemi vardır?
Tüm medya onların elinde olsa dahi kalpler Allah'ın elinde değil midir?
Emperyalistlerin ellerinde bulunan atom bombalarının elektronik devrelerine küçük, küçücük bir böcek pislese, o bomba kendi helaklarına, kendi felaketlerine neden olmaz mı?
Dünyadaki bütün madenleri, bütün maddeleri birer si­lah haline getirseler, şanı yüce Rabbimizin kuvvet ve kudreti yanında bu nedir ki?
Bu sözlerimi duyan ve düşünen birçok kardeşim baş­larını sallayarak bana hak verecekler fakat diğer yandan kalplerindeki kuşku ve endişeyi şu cümleyle ifade edecek­lerdir; “Allah'a göre öyle, öyle ama, bize göre böyle!”
Evet, yersiz bir kuşkuyu ifade eden, yerli yerinde bir itiraftır bu!.
“Allah'a göre öyle, öyle ama, bize göre böyle!” “Ellerindeki güç ve silahlarla Allah'a hiçbir şey yapamazlar, hiçbir üstünlük sağlayamazlar, sağlayamazlar ama, bize gelince iş değişir!.”
Bu batıl korku sarhoşluğundan lütfen ayılahm, lütfen kendimize gelelim!.
Allah'ın dini söz konusu olduğu zaman, müslümanlar olarak kendimizi niye Allah'tan ayrı, Allah'tan gayrı düşünelim ki?
Allah (c.c.) bizlerin sahibi, Allah (c.c.) bizlerin yardımcısı, Allah (c.c.) bizlerin koruyucusu değil mi?
Rahman ve Rahim olan Rabbimizin izni olmadan, tüm müminlerin velisi olan Rabbimizin dilemesi olmadan, onlar bize ne yaparlar, ne yapabilirler ki!.
Saf ve temiz kalbli bir kardeşimle bu mevzuyu konu­şurken, bu kardeşime de aynı mutmainlikle, aynı yaklaşım­da bulunmuş ve “Allah'ın izni olmadan onlar bizlere hiçbir şey yapamazlar” demiştim. Bu kardeşim bir süre gözleri­me endişeyle bakarak “İyi, iyi de, onlar bunu biliyor mu?” dedi. Hem gülümsedim ve hem de bu temiz yürekli karde­şime şu fıkrayı anlattım.
Akli dengesini kaybeden bir adam, kendisini mısır tanesi yani darı zannediyor ve tavukların kendisini yiyeceğinden korkuyormuş. Akıl hastanesinde uzun bir süre tedavi gördükten sonra artık iyileştiğini ifade ede­rek hastaneden taburcu edilmesini istemiş. Kendisiyle bu hususta görüşen doktorun “Sen dan mısın?” sorula­rına devamlı olarak “Ben darı değilim” cevabını verin­ce, hastasının iyileştiğini kabul eden doktor, hastanın taburcu edilmesine karar vermiş. Eşyalarını toplayan hasta doktoruna veda edeceği zaman içini kemirmekte olan korkunç soruyu doktoruna sormadan edememiş.
“Doktor bey!. Ben darı değilim, değilim ama, (bi­ran susmuş ve sesini kısarak devam etmiş) bunu tavuk­lar biliyor mu?”
Evet, yenilecek ve yutulacak bir mısır tanesi olmadığımızı tavukların bilmesine gerek olmadığı gibi, Allah'ın müslümanlara yardımcı olduğunu, Allah'ın izni olmadan hiçbir şeyin müslümanlara en ufak bir zarar veremeyeceğini dünya müstekbirlerinin bilmesine de gerek yoktur. Bu gerçeği müslümanların bilme­si ve bu gerçeğe müslümanların teslim olması yeterlidir.
İşte meseleye bu açıdan baktığımız zaman, dünya müstekbirlerinin sahip oldukları imkanlara ve bu müstekbirlerin müsiümanlar üzerine yaptıkları hesaplara bakarak, çaresizliğe veya umudsuzluğa düşmememiz gerekir. Çünkü meseleye bu bilinç ve bu imanla yaklaştığımız zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki hem gerçek kimliğimize kavuşacak ve hem de müstekbirlerin tüm şeytani hesapları bozulacak, tüm şeytani düzenleri yıkılacaktır.
Diyeceksiniz ki nasıl, nasıl yıkılacak bu şeytani düzenler, nasıl bozulacak bu şeytani hesaplar?
Dünya müstekbirlerinin elinde olan bütün imkanlara, dünya müstekbirlerinin elinde olan bütün araçlara sahip olmadan, bu şeytani hesapların bozulması, bozulabilmesi mümkün müdür?
İşte, bu gibi soruları yanıma alarak tüm ilgimi Rabbime ve Rabbimin kelamı olan Kur'an'a yönelttiğim zaman, hiçbir kuşku duymadan “Vallahi de mümkündür, Billahi de müm­kündür” diyorum!..
Yeter ki, yeter ki Kime kul olduğumuzu idrak edelim!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Müstekbirlerin profesyonelliği!.

Müstekbirlerin profesyonelliği!.

Gözleme dayanan bazı reel anlatımlar yani dünya müstekbirlerinin birçok imkanlara sahip oldukları ve kendi sahalarında birer profesyonel gibi gözüktükleri doğrudur. Dünya geneline yayılmış istihbarat birimleriyle, kurumlarıy­la, kuruluşlarıyla ve birinci sınıf elemanlarıyla kendilerine göre gerçekten profesyoneldirler. Ancak durumu sadece bu açıdan gözlemleyerek “Profesyonel müstekbirler karşı­sında, amatör müslümanlar ne yapabilir ki!” demeyiniz.
Profesyonellik söz konusu olduğu zaman, Medine'ye hicret esnasında Efendimiz (s.a.v.)'i takip eden ve isminin Kurz bin Alkame Huza'i olduğu rivayet edilen iz sürücüsü aklıma geliyor. Resulullah (s.a.v.)'i hicret ederken takip eden bu iz sürücü, kendi branşında başlı başına bir profesyonel idi. Herhangi bir insanın bu profesyo­nel iz sürücüden kurtulabilmesi, izini kaybettirebilmesi ade­ta mümkün değildi. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'i de aynı profesyonellikle takip etmiş ve Resulullah (s.a.v.) ile Ebubekir (r.a.)'ın bulunduğu Sevr mağarasının girişine kadar gelmişti.
Mağaranın girişine kadar gelen bu iz sürücü, mağaranın girişini kaplayan örümcek ağını görünce, nedenini anlayamadığı bir şaşkınlık ile geriye dönmüştü!.
Şimdi sormak istiyorum., kilometrelerce ilerdeki bir hedefi takip edebilen pro­fesyonel iz sürücüsüne, üç-beş metre ilersindeki hedefi göstermeyen ve bu profesyonel iz sürücüyü mağaranın gi­rişinden gerisin geriye döndüren amatörlük nedir?
Diyeceksiniz ki “Mağaranın girişindeki örümcek ağı!.”
Değil, tabi ki değil!.
Çünkü mağaranın girişindeki bozulmamış örümcek ağını görerek gerisin geriye dönmek, profesyonel bir iz sürücü için amatörlük değil, aklın ve gerçek profesyonelli­ğin tabi bir gereğidir. Oysa bu profesyonel iz sürücüsünün amatör, gerçekten amatör olan bir yanı vardı. İşte bu pro­fesyonel iz sürücünün amatör olan yanı, takip ederek pe­şine düştüğü hedef şahsı doğru tanımaması, doğru tanımlayamamasıydı.
Bu iz sürücü, iz sürme meselesinde başlı başına bir profesyonel olmasına rağmen kimi takip ettiğim, kimin peşine düştüğü­nü bilmiyordu!. Nitekim Allah'ın yardımına mazhar olan bir peygamber takip ettiğini bilmeyen bu profesyonel iz sürücü, herşeyi hesaba katmasına rağmen, Allah'ın yardı­mını hesaba katmamıştı!.
Ve işte hesaba katmadığı bu husus, kilometrelerce ilerdeki bir hedefi takip edebilen onun gibi bir profesyonele, üç-beş metre ilersindeki hedefi gös­termiyor ve onu mağaranın kapısından geri döndürüyor­du!.
Ve Allah, ve alemlerin Rabbi olan Allah, alemlere rahmet olarak gönderdiği Resulullah (s.a.v.)'i, demirden zırhlarla ya da kalın kale duvarlarıyla değil, incecik bir örümcek ağıyla koruyordu!.
Tekar tekrar düşünülmesi gereken bu örneği dikkate alarak günümüze gelecek olursak, günümüzdeki profesyonel müstekbirlerin de bu profesyonel iz sürücü gibi olduk­larını görebiliriz. Bunlar kendi branşlannda birer profesyo­nel olmalarına rağmen kime dalaştıklarını, kiminle uğraştıklarını bilmeyen amatörlerdir. Kendileri için birer düşman telakki ettikleri müslümanların en küçük hareketle­riyle ilgilenmelerine ve istihbarat birimleri vasıtasıyla müs­lümanların en küçük eylemlerini dikkate almalarına rağ­men, hiç dikkate almadıkları ve hiç dikkate alamayacakları bir husus vardır.
İşte bu husus, Allah'ın yardımıdır.
Müslümanlara yönelik yüzlerce hesap, binlerce senar­yo hazırlayan bu profesyonellerin dikkate almadıkları ve dikkate alamayacakları yegane husus, Allah'ın yardımıdır. Mesela Türkiye'deki İslami uyanışla ilgili olarak bizlerin ne yaptığını veya benim gibi bir yaratılmışın ne yazdığını, ne söylediğini dikkate alan günümüz müstekbirleri, alemlerin yaratıcısı olan Allah'ın ne buyurduğunu, neleri vadettiğini ve ne yapacağını hiç dikkate almazlar.
Ne kadar tuhaf, ne kadar gülünç bir durum değil mi!.
Oysa akibetleri, benim yazdıklarıma ve benim sünne­time göre değil, Allah'ın kelamına ve Allah'ın sünnetine göre gerçekleşecektir. Ne var ki İslam'a inanmadıkları ve İslam'a teslim olmadıkları sürece bu İlahi gerçeği bilmeleri ve bu İlahi yardımı dikkate almaları mümkün değildir.
İşte, bütün şeytani senaryoları, bütün şeytani hesaplan bozacak olan husus, sahip oldukları materyalist dünya görüşü ile hiç dikkate almadıkları ve hiç dikkate alamayacak­ları bu İlahi yardım olacaktır.
O halde, şeytani hesapların bozulması için ne yapmamız ve neyi istememiz gerektiği belli değil mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
şeytani hesapların bozulması

şeytani hesapların bozulması

Evet, dünya müstekbirlerinin sahip oldukları imkanlara ve gözümüze dev gibi gözüken yapılanmalara bakarak çare­sizliğe veya umudsuzluğa düşmemize hiç gerek yoktur. Gü­nümüz müstekbirlerinin hangi imkanlara sahip oldukları bizlerden çok daha iyi bilen şanı yüce Rabbimiz, bu cahili realiteye karşı bizlere şu hak haberi vermektedir.
“Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yar­dımcı olarak da Allah yeter.”
“Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryü­zünde zayıf bırakılmışlardınız, insanların sizi kapıpyakalayıvermelerinden korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırandı, sizi yardımıyla destekle­di ve size temiz şeylerden rızıklar verdi. Umulur ki şükredersiniz.”
İşte, bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, müslümanlar üzerine yapılan tüm şeytani hesapların bozulması ve müslümanların bu şeytani hesaplardan kurtulması, sa­dece ve sadece bir şarta bağlıdır.
İlahi yardıma mazhar olmak!.
Bunun ne anlama geldiğini, İlahi yardıma mazhar ol­manın ne muhteşem bir durum olduğunu lütfen düşüne­lim!. Lütfen anlayalım ve iman edelim, tekrar tekrar iman edelim bu gerçeğe!.
Müstekbirlerin gafil oldukları, müstekbirlerin hesaba katmadıkları bu muhteşem yardımdan, bizler de gafil, bizler de habersiz olmayalım!. Çünkü bütün meselenin özü, bu İlahi gerçeğe bağlıdır.
Müslümanlar ile müstekbirler arasındaki, hak ile batıl arasındaki tüm mücadelelerin neticesi, sonsuz kuvvet ve kudret sahibi olan Rabbime andolsun ki bu İlahi yardıma, bu İlahi hakikate bağlıdır.
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardım­sız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.”
Bu açık, apaçık olan ayet-i kerimeye hakkıyle iman ettiğimiz zaman, ne yapacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini de aynı açıklıkla görmüş, aynı açıklıkla bilmiş olacağız. Dolayısıyla iman etmiş müslümanlar olarak süper devlet fobile­rini, süper güç korkularını bir kenara bırakıp, önemle ve öncelikle bu İlahi yardımı cezbetmemiz ve bu İlahi yardıma layık olmamız gerekmektedir.
Çünkü tüm müslümanlar olarak Allah'dan başka velimiz, Allah'dan başka yardımcımız yoktur.
“Hayır, sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenle­rin en hayırhsıdır.”
“Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.”
Peki, bu İlahi yardımı nasıl cezbedecek ve bu İlahi yardıma nasıl layık olacağız?
Şahsımıza veya nefsimize yönelik bir İlahi yardımı, ferdi yaklaşımlarımızla, ferdi amellerimizle cezbedebiliriz. Ancak bu İlahi yardımın sadece nefsimizi değil, bir bütün olarak tüm müslümanları kuşatmasını isti­yorsak, bu İlahi yardıma bir bütün olarak hep birlikte yö­nelmemiz, bu İlahi yardıma hep birlikte layık olmaya çalış­mamız gerekir.
İlahi yardıma hep birlikte layık olmaya çalışmamız demek, en açık ifadesiyle bu kutsal davada ayrılıktan sakınmamız ve hep birlikte olmamız demektir.
Çünkü Allah'ın yardımı cemaat üzerinedir, vahdete gönül vererek vahdete yönelen ve vahdetin gereğini yapan müslümanlar üzerinedir!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdete doğru yedi adım

Vahdete doğru yedi adım

Vahdet aklıma geldiği zaman, dudaklarımdan şu mıs­ralar dökülüyor.
“Orda, bir vahdet var uzakta 0 vahdet, kimin vahdetidir?”
Gözleri keskin olan bazı kardeşlerimiz, “O vahdet, bi­zim vahdetimizdir” diyeceklerdir.
Bilemiyorum!.
Gözlerim onların ki kadar keskin olmadığı için pek bilemiyor ve “İnşaallah söyledikleri doğrudur” diyorum.
Peki ben niye iyimser değilim?
Vahdetin görülebilir bir uzaklıkta, varılabilir bir yakın­lıkta olduğunu neden söyleyemiyorum?
Bunun nedeni hiç kuşkusuz ki Rabbimizle, Rabbimizin vaadleriyle, bu vaadlere imanla ilgili bir neden değildir. Bunun nedeni benle ilgili, bunun nedeni bizle ilgili, bunun nedeni bizim içinde bulunduğumuz du­rumla ilgilidir.
Şahsım adına itiraf etmem gerekirse, ibadet ve kulluğun ne anlama geldiğini bilen bir müslüman olarak, Rabbimin huzurunda gönül rahatiığı ile oku­yamadığım, okurken en fazla zorlandığım, en fazla sıkıldı­ğım ayet-i kerime şudur.
“Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yar­dım dileriz.”
Herşeyi hakkıyle bilen Rabbimin huzurunda durarak bu ayet-i kerimeyi okurken, hal ve yaşantımla, hal ve yaşantımızla ilgili bu tekmili verirken, boynumun büküldüğü­nü, başımın iki omuz arasına gömüldüğünü hissediyorum. Namazlarda Fatiha suresini okuma zorunluluğu olmasa, belki de Rabbimin huzurunda utanılası bir duruma düşme­mek için birçok namazda bu sureyi okumayacak, okumak istemeyeceğim!. İşin tuhaf tarafı Fatiha süresindeki bu ayet-i kerimeyi takip eden ayet-i kerimeler ise en fazla muhtaç olduğum, en çok okumak istediğim ayet-i kerime­lerdir.
“Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdik­lerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”
Bu ikilem arasında bazen şaşirıyorum, şaşkınca dü­şüncelere kapılıyorum!. Kendi kendime “Beşinci ayet-i kerimeyi atlayarak bu sureyi okuyayım mı?” diye aklımdan geçiriyorum!.
Tabi ki olmazdı, olamazdı!.
Çünkü altı ve yedinci ayet-i kerimelerdeki muhteşem duayı yapmaya hak kazanan müslümanlar, beşinci ayet-i kerimenin yani “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz” buyruğunun gereğini yaparak bu ayet-i kerimeyi kalbi bir mutmainlikle okuyan, müslümanlardır.
Peki sizler, sizler bu ayet-i kerimeleri kalbi bir mutmainlik ile okuyabiliyor musunuz? Huzurunda durduğunuz Allah'tan hiç utanmadan, hiç sıkılmadan, hiçbir kalbi rahatsızlık duy­madan “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz..” diyebiliyor musunuz?
Allah'a kulluğu sadece namaz kılmak veya oruç tut­mak olarak algılayanlar, elbetteki evet diyeceklerdir. Ne var ki Allah'a kulluk, sadece namaz kılmak, sadece oruç tutmak veya hacca gitmek değildir. Allah'a kulluk demek, bütün bir yaşantıda sadece Allah'a yönelmek, hangi konu­da olursa olsun önemle ve öncelikle Allah'ın hükümlerini dikkate almak, bu İlahi hükümlere sımsıkı sarılarak Allah için yaşamak ve Allah için ölmek demektir.
Evet, var mı böyle yaşayan?
Var mı böyle yaşayarak, böyle kulluk ederek, aşağı­daki ayet-i kerimeleri kalbi bir mutmainlikle okuyan, okuyabilen?
“Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yar­dım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıkla­rınkine değil
İstisnalar olabilir ancak genel çerçevedeki durum olumsuzdur. Olum­suz olduğunu da nereden biliyorsun, bunu da nereden çıkartıyorsun demeyiniz. Genel düzlemde yaşanan ayrılıklar ve aykırılıklar, bu düzlemdeki olumsuzluğun yeterli bir gös­tergesi değil midir?
Günümüz müslümanları doğru, dosdoğru bir yolda birleşmemişlerse, bu durumun müsebbibi vahdet vaadin­den dönmeyecek olan Rabbimiz midir, yoksa bu vaadin gereğini yapmayan müslümanlar mıdır?
Tabi ki müslümanlardir, tabi ki günümüz müslümanlandır!. Çünkü günümüz müslümanları sadece Allah'a kulluk edip, sadece Allah'tan yardım dileyerek “Ya Rabbi bizi dosdoğru yola İlet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğra­yanların ve sapıklarınkine değil..” duasında bulunsalar­dı, vaadinden dönmeyecek olan şanı yüce Rabbimiz müslümanların bu duasını elbetteki kabul edecek ve müslümanları elbetteki doğru, dosdoğru yolda birleştire­cekti. Tüm müslümanlar tarafından asırlardır okunan bu ayet-i kerimelerin, sadece ve sadece son yirmi yıldır gere­ği yapılsaydı, bugün içinde bulunduğumuz durum hiç kuş­kusuz ki başka, çok daha başka olacaktı!.
Ancak olmadı, olamadı!.
Çünkü her namazda defalarca okunan bu ayet-i keri­melere, itikadi ve ameli düzlemde defalarca ihanet edildi!.
Kardeşleriyle birlik ve beraberlik duası yapan diller ile, kardeşlerini itip kakalayan eller, aynı vücudun ayrı uzuvları gibiydi!. Kendi nefislerinde birçok ayrılığı ve aykı­rılığı yaşayan aydınlar(!), edebi cümlelerle ümmetin bölün­müşlüğünden dert yanıyorlardı!. Kendilerini İslam'a nisbet eden ve her namazda defalarca “Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğra­yanların ve sapıklarınkine değil” duasında bulunan şaşkın kitleler ise, sanki böyle bir duada hiç bulunmamışlar gibi sapıkların yoluna girmek için kuyruğa geçiyorlar ve pislik bölgesi olan kuyruk sokumuna yaklaşabilmek için birbirleriyle yanşıyorlardı!.
Evet, günümüzde kendilerini müslümanlığa nisbet eden in­sanların şaşkınlığını ve tevhidi kavramış olan müslümanlar dağınıklığını dikkate aldığımız ve bu durumu Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendirdiğimiz zaman, bu insanları kısa bir yoldan vahdete çağırmanın, vahdete çağmvermenin, boş bir çağrı olacağını anlamamız zor değildir. Nitekim bu durumu dikkate alarak yaşadığımız coğrafyadaki müslü­manları kısa ve kolay bir yoldan vahdeti sağlamaya değil, sabır ve sebat isteyen bir yoldan vahdet zeminini oluştur­maya davet edeceğiz. Bu davetimize esas teşkil edecek olan vahdet istikametindeki yedi adım ise, günümüz müslümanları için yeterli olmasa da, mutlaka ve mutlaka atıl­ması gerekli adımlar olacaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim bü­tünlüğünde zikredilen bu adımları atmadan vahdete yönelmemiz ve vahdet zeminine ulaşabilmemiz mümkün değildir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdet ihtiyacı

Vahdet ihtiyacı

Herhangi bir şeyin gerçekleşmesi için, öncelikle bu­nun istenmesi, arzu edilmesi gerekmektedir. Arzu ve istek ise genel olarak ihtiyaçtan kaynaklanır. En çok istediğimiz şeyler, genel olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerdir. İhtiyaç ve istek konusunda bu kısa girişi yaptıktan sonra, meselemizle ilgili şu soruya geçebilir ve şu soruyu sorabilir­siniz.
“Yaşadığımız coğrafyadaki müslümanlar, birlik ve be­raberliğe ihtiyaç duyuyorlar, birlik ve beraberliği istiyorlar mı?”
Bu sorunuz karşısında hemen bir uğultu yükselecektir..
“İstiyoruz, tabi ki istiyoruz!. Müslümanlarla birlikte yapı kooperatifleri kurmak, müslümanlarla beraber ticaret yapmak, müslümanlarla birlikte limited şirketler kurmak istiyoruz!”
Bu cevaplar karşısında susuyorsunuz, “Hay Allah müstehakınızı versin” demiyorsunuz!. Dünyevi ihtiyaçlardan kaynaklanan bu gibi dünyevi istekleri bir kenara bırakarak, sorunuza daha bir açıklık getiriyorsunuz.
“Peki ya dava. bu yüce davada da biriik ve beraberliği istiyenler bu kadar çok mu?”
Bu sorunuz da cevapsız kalmıyor. Daha ziyade söz ve konuşma düzleminde de olsa, müslümanlar genel ola­rak böyle bir birlik ve beraberliğin gerçekleşmesini de isti­yorlar. Tabi ki bu ortak istekteki samimiyetler, bu ortak istekteki niyetler, bu ortak istekteki beklentiler birbirinden farklıdır!.
Meseleyi kişilere göre değerlendirdiğiniz zaman zul­me uğrayan, zorda kalan ve bütün bunların fevkinde davasının bilincinde olan müslümanlar, bu isteklerinde çok daha duyarlı, çok daha samimi bir yaklaşım gösteriyorlar. Teoride tağutu inkar etmelerine rağmen pratik yaşantıla­rında ferdi bir rehavet içinde olan ve adeta “Beni ısırmayan tağut, bin yıl yaşasın” dercesine bir kayıtsızlığı yaşa­yan müslümanlarda İse bu istek bir ayrıntı, bir fantezi niteliğinde!.
Peki nasıl olmalı?
Müslümanların birlik ve bütünlüğünü amaçlayan vah­det meselesine, bütün müslümanlar olarak nasıl yaklaşmalıyız?
Bu soru karşısında lütfen susun, lütfen susalım!.
Kendimize göre, grubumuza göre, mezheb ve meşre­bimize göre cevaplar üretmeyelim!. Vahdet meselesinde ciddi, vahdet meselesinde samimi isek, vahdetle ilgili tüm sorulara cevap verme hakkını, vahdet dininin sahibi olan.
Rabbimize verelim. Söz hakkını sadece ve sadece Rabbimize verelim ki; birleşenler ve birleşecek olanlar Rabbimizin hükmünde birleşip, ayrılanlar ve ayrılacak olanlar da Rabbimizin hükmünden ayrılmış olsunlar.
Şanı yüce Rabbimiz, müslümanların vahdeti ve bu vahdetin gereğiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.
“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbiri­nize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsiniz, gücünüz gi­der. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraber­dir.”
“Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgun­culuk (fesad) olur.”
Bu ayet-i kerimelerin ne anlama geldiğini açıklama­mıza tabi ki gerek yoktur. Çünkü bu ayet-i kerimelerin pratik tefsiri, yaşadığımız coğrafyada apaçık bir şekilde gö­zükmektedir. Günümüz müslümanlarının emperyalist güç­ler karşısındaki yılgınlıkları, güçsüzlükleri varsa ve yaşadığı­mız coğrafyada bir fitne, bir fesat yaygınlaşıyorsa, bunun en önemli nedeni müslümanların birbirlerine düşmeleri, birbirleriyle çekişmeleri ve birbirlerine veli olmamalandır.
Ne yazıktır ki dünya müslümanlan arasında henüz gerçekleşmemiş olan bu birlik, küfrün elebaşları olan dün­ya müstekbirleri arasında birçok konuda teşekkül etmiş bir durumdadır. Bazı düzlemlerde birbirlerine dost gözüken müslümanlar, kısmi ihtilaflara dayanan ayrılığı ve düşman­lığı yaşarlarken; çoğu kez birbirlerine düşman ve muhalif gözüken dünya müstekbirleri, emperyalist menfaatlere da­yanan beraberliği ve dostluğu yaşamaktadırlar.
Enfal suresi 73. ayet-i kerimede zikredilen “Küfre­denler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmaz­sanız...” buyruğunu düşündüğümüz zaman, şöyle bir so­ruyla karşılaşabiliriz.
Küfredenlerin kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir veliliği, müslümanlar kendi aralarında niye gerçekleştirmesinler, neden gerçekleştiremesinler ki!. Birbirlerine veli ol­mak küfredenlere göre kolay, kolay da, müslümanlara göre zor mu?
Evet, birbirlerine veli olmak eylemi, küfredenlere göre ko­lay, müslümanlara göre zor bir eylemdir. Çünkü küfreden­lerin birbirleriyle dar çerçevedeki veliliği, nefsi ve engelsiz olan yokuşaşağı bir velilik iken; müslümanların birbirleriyle geniş çerçevedeki veliliği, iman, amel ve sabıra ihtiyaç du­yan engelli ve yokuşyukarı bir veliliktir. Daha açık bir ifa­deyle küfredenlerin birbirleriyle veliliği nefse ve nefsi istek­lere, şeytana ve şeytani vesveselere direnerek değil, bu vesveselerin akıntısına kendilerini bırakarak gerçekleştirdik­leri bir veliliktir. Müslümanların veliliği ise nefse ve nefsi isteklere, şeytana ve şeytani vesveselere direnerek, iman ve amel ile bu engelleri aşarak gerçekleştirdikleri bir veli­liktir. Bu nedenledir ki müslümanların birbirleriyle veliliği çok daha değerli, çok daha anlamlı ve çok daha güçlüdür.
Normal ve atıl düzlemlerde gerçekleştirilmesi zor olan bu veliliği tüm müslümanlara kolaylaştırabilecek yega­ne unsur ise Allah'a ve Allah'ın hükümlerine imandır. Şanı yüce Rabbimiz tüm müslümanlara “Çekişip, birbirinize
düşerseniz, birbirinize veli olmazsanız, çözülüp yılgın-laşırsınız, gücünüz gider ve yeryüzünde büyük bir fit­ne ve fesad olur” buyurmaktadır. Asr-ı saadet dönemi müslümanlarının pratik yaşantıda hiç karşılaşmadan iman ettikleri bu gerçekler, günümüz müslümanlarının müşahhas bir şekilde görerek tasdik ettikleri gerçeklerdir. Fitne ve fe­sadın yaygınlaşması, bu durum karşısında müslümanların yılgınlığa düşmeleri, kendilerini güçsüz hissetmeleri ne ya­zık ki iman etmenin ötesinde aynel yakin tasdik etmemiz gereken açık bir realite durumundadır.
İşte bütün bu olumsuzluklardan ne kadar uzak olmak, bu olumsuzluklardan ne kadar kurtulmak istiyorsak, ayrılık­lardan da o kadar uzaklaşmamız ve vahdeti de o kadar çok istememiz gerekmektedir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin bu İlahi buyruğunda dert ile derman birlikte verilmekte­dir. Bütün bu dertlerin nedeni ayrılık olduğu gibi yine bü­tün bu dertlerin dermanı vahdettir. Kendi içimizdeki, kendi aramızdaki fitne ve fesadı kaldırarak vahdete yönelmeden, kendi dışımızdaki fitne ve fesadı kaldırmamız mümkün ol­mayacaktır.
Mesela “İstikbal İslam'ındır” derken, bu istikballe neyi kastettiğimizi, neyi tasavvur ettiğimi­zi düşünelim!.
Sımsıcak umudlarla kastettiğimiz ve tasavvur ettiğimiz kutsal gerçek, hiç kuşkusuz ki yaşadığımız coğrafyada ve bütün bir dünyada tevhid dininin hakim olmasıdır.
Peki bu nasıl olacaktır?
Yannlarda tevhid dini hakim olacaksa, böyle bir umudumuz, böyle bir beklentimiz varsa, bu umudumuz na­sıl gerçekleşebilecektir?
Bizlere bu umudu veren İlahi vahiy, bu umudun ger­çekleşmesini müslümanların birlik ve beraberliğine yani vahdetine bağlamaktadır. Tevhid dininin herhangi bir coğ­rafyada hakim olması, hakim olabilmesi, hiç kuşkusuz ki bu tevhid mücadelesini verecek olan müslümanların tevhi­de yönelmesiyle, kendi aralarında tevhidi bir beraberliği yani vahdeti gerçekleştirebilmeleriyle mümkündür. Mesele bu noktaya geldiği zaman ittifak hususuna da kısaca de­ğinmemizde yarar vardır. Herhangi bir coğrafyada yaşa­yan müslümanlar değişik gruplara, değişik cemaatlere mensup iseler, ortak tehlikeye karşı vahdet değil de ittifak cephesinde mücadele vermeleri, bu coğrafyada tevhid di­ninin hakimiyetini sağlayabilir mi?
Afganistan örneğini dikkate alan ve yeterince değer­lendiren müslümanlar, pek tereddüt etmeden “Sağlamaz, sağlayamaz” diyeceklerdir. Ben de bu konuda pek farklı düşünmüyorum. Grup asabiyetlerinin bulunduğu ittifak cepheleriyle verilen mücadelelerde, elde edilen başarılar daha ziyade kendi gruplarının fedakarlıklarına ve karşılaşı­lan başarısızlıklar da daha ziyade diğer grupların becerik­sizliğine verileceğinden, bu mücadelelerin sonucu ne olur­sa olsun müslümanların vahdetine olumlu bir katkıda bulunamayacaktır. Kaldı ki ortak ve vahim bir tehlikeyle karşı karşıya geldikleri zaman bile vahdeti gerçekleştireme­yen bu cemaatlerin, söz konusu tehlikeyi ortadan kaldır dıklan zaman vahdeti gerçekleştirebilmeleri çok daha zor olacaktır. Dolayısıyla ittifak olayın vahdet olarak telakki etmemiz ve ittifak meselesine vahdet sıcaklığı ile yaklaşa-bilmemiz mümkün değildir.
Tabi ki bununla beraber, müslümanların içinde bulu­nulan şartlan ve İlahi öğretiyi dikkate alarak müsbet ve gerekli gördüğümüz ittifaklar da vardır. Müsbet ve gerekli gördüğümüz bu ittifaklar, müslümanların genel vahdetine olumlu katkılarda bulunabilecek keyfiyetteki ittifaklardır. Erişilmesi gereken vahdete bir eşik mahiyetindeki bu itti­faklarda gözetilmesi gereken husus, hak ve hayırlı bir amelde bir araya gelen müslümanların bu kısmi birlik ile nasıl bir rahmetle karşılaştıklarını, nasıl güçlendiklerini his­setmeleri ve bu duygularla genel birliğe bir adım daha yak­laşmalarıdır. Rahmete vesile olarak gördüğümüz böylesi it­tifaklarda önemli olan ve öncelenmesi gereken husus, grup ya da cemaatlerin akli prensiplerden ziyade nakli il-kelerdeki ittifaklarıdır. Nakli yani İlahi olan hak ilkelerde it­tifakı sağlayan müslümanlar, hiç kuşkusuz ki vahdete yak­laşabilecek, vahdeti sağlayabilecek müslümanlardır. Çünkü bütün müslümanların iman ve ittifak etmeleri gereken İlahi gerçekler, müslümanlan kısmi bir ittifaka değil, genel bir vahdete götürecektir.
Netice olarak vahdetle ilgili ayet-i kerimelerde tüm müslümanlara verilen öğüt, birbirleriyle çekişmemeleri, aynı dinin müntesipleri olarak biraraya gelmeleri ve birbir­lerinin velileri olmalarıdır. Çünkü bunun başka bir çaresi, bunun başka bir alternatifi yoktur. Bu davayı tek başımıza veya bir grup müslümanla kaldıramayacağımıza göre, bu davaya gönül veren tüm müslümanlarla beraber olmamız ve bu ihtiyacın bilinçli olarak farkına varmamız gerekmek­tedir.
İlahi yardıma mazhar olmamız ve güçsüzlükten kur­tulmamız vahdetle mümkünse; fitne ve fesadın kalkması vahdetle mümkünse; zafer ve nusretimiz vahdetle müm­künse; İslam'ın hakimiyeti ve müslümanların kurtuluşu vah­detle mümkünse.
İlahi yardımı istediğimiz kadar, fitne ve fesadın kalkmasını istediğimiz kadar, zafer ve nusreti istediğimiz kadar, İslam'ın hakimiyetini ve müslümanların kurtuluşunu istediğimiz kadar, evet, bütün bunları istediğimiz kadar müslümanların vahde­tini de istememiz ve bu muhteşem vahdete talip olmamız gerekmektedir.
Çünkü bunun başka bir çaresi, çünkü bu derdin baş­ka bir devası yoktur. Dolayısıyie bunun farkına varan ve meseleyi böylesi bir açıklıkta gören bütün müslümanların, vahdet ihtiyacıyla ilgili olarak söylemeleri gereken ve söy­leyecekleri son söz aynı olacaktır.
“Vahdete muhtacız!.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Yaşadığımız coğrafyada birçok vahdet çağrılarıyla, birçok vahdet davetleriyle karşılaşmaktayız. Kimileri kemiyetlerini dikkate alarak bu davet hakkını kendilerinde gö­rürken, kimileri de keyfiyetlerini dikkate alarak aynı hakkı kendilerinde görmekte ve aynı çağrıda bulunmaktadırlar.
Peki, hangisi doğrudur!.
Açıkça ifade etmek gerekirse günümüzdeki bu gibi davetler, kişiler ve gruplar adına yapıldığı sürece hiçbirisi doğru değildir. Nitekim böylesi davetler ile müslümanların birliğini ifade eden vahdet meselesi bile müsiümanların daha çok ayrılmasına, müslümanların daha çok bölünmesi­ne neden olmaktadır. Hiç kuşkusuz ki her müminin, her müslümanın vahdet çağnsı yapmaya yetkisi vardır. Ancak bu yetki, Allah adına kullanılması gereken bir yetki olup, sadece ve sadece Allah'a çağırmayı hedef almalıdır. Nite­kim kendilerine iman ve itaat etmekle yükümlü olduğumuz peygamberler dahi insanları kendi adlanna, kendilerine da­vet etmemişler, önemle ve öncelikle Allah'a çağırmakla görevlendirilmişlerdir.
“Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sa­kın müşriklerden olma.”
Evet, müslümanları biraraya getirebilecek İlahi davetler, sa­dece ve sadece Allah'a yapılan davetler olacaktır. Allah'a yapılan davet ise hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizin tüm insanlara gönderdiği Kur'an-ı Kerime yapılan davettir. Çünkü günümüz müslümanları bir Kitap, bir davet etrafın­da birbirleriyle kenetleşeceklerse, bu muhteşem bütünlük elbette ki Kur'an-ı Kerim ve Kur'an-ı Kerim'de beyan edi­len İlahi davet çerçevesinde gerçekleşecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu İlahi davet, “Ben müslümanım” diyen herkes için bağlayıcı bir davettir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını birleştirip-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş Çukurunun kıy ısındayken, oradan sizi kurtardı. Umu­lur ki hidayete erersiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklar.”
“Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sa­dık) olanlarla birlikte olun.”
Şanı yüce Rabbimizin bütün müslümanları kuşatıcı bu vahdet çağrısını gözardı ederek ya da bu İlahi çağrıyı kendilerine nisbet ederek “Biz hakkız, bize gelin!.” gibi davetlerde bulunanlar, söyledikleri söz doğru olsa bile yaşa­dıkları coğrafyadaki diğer grupların taassubuyla karşılaşa­caklar ve umud ettikleri beraberliği gerçekleştiremeyecek­lerdir. Çünkü grup ya da fırka taassublannın yaşandığı coğrafyalarda gündeme getirilmesi gereken İlahi davet, bü­tün grup ve fırkaların üstünde olan İslam'a çağırmak ve İs­lam'da bütünleşmeyi amaçlamak olmalıdır.
Meseleye imamet açısından yaklaşan ve vahdet için bir imamı gerekli gören kardeşlerimiz “Hangi imamın etrafında birleşileceği belirlenmeden yapılan davetler, muğlak davetler olacaktır” diyebilirler. Tabi ki düşünülmesi gere­ken bir itirazdır bu!. Zaten farklı grup ve cemaatler adına yapılan davetlerin önemli bir nedeni de, vahdeti sağlaya­cak olan imamın kendi imamları olduğu kanaati değil mi­dir? Dolayısıyla vahdet için gerekli görülen imamet meşeleşi, vahdete engel bir nitelikle karşımıza çıkmıyor mu?
Peki bu ciddi sorun nasıl aşılacaktır?
Bu konuda Kurani bir öğüt, Nebevi bir örnek var mı­dır?
Kur'an-ı Kerim'in bu gibi konulara öncelikli yaklaşımı, taassuba taassupla karşılık vermemektir. Efendimiz (s.a.v.) ve beraberindeki mü'minler özellikle Medine döneminde grup ve cemaat taassubunun daha geniş çerçevesindeki ümmet taassubuyla karşılaşmışlardı. Ancak musevilerle hıristiyanlar arasında asırlardır süren bu ümmet tassubuyla karşılaşan müslümanlar, İlahi vahyin öğretisine sadık kala­rak üçüncü bir ümmet tassubuyla ortaya çıkmamışlardır. Museviler ve hıristiyanlar birbirlerine karşı kendi önderleri­ni, kendi peygamberlerini ölçü tanımaz bir şekilde yüceltir­lerken, müslümanlar kendi peygamberlerinin daha efdal olduğunu ileri sürmemişler ve böylesi bir batıl rekabete hiç girmemişlerdir. Asr-ı saadet dönemi müslümanların bu konuda gösterdikleri tavır, İlahi vahyin kendilerine belirle­diği şu tavır olmuştur.
“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, Kitab'larına ve peygamberlerine inandı. “O'nun peygam­berleri arasında hiçbirini (diğerinden) ayırdetmeyiz. işittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır “ dediler.”
“De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İs­mail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa'ya, isa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilen­lere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Ve biz O'na teslim olmuşlarız.”
Bu ayet-i kerimelerin gereğini yaparak ehl-i kitab arasındaki peygamber taassubuna benzer bir taassubla karşılık vermeyen müslümanların, ehl-i kitaba yönelik ön­celikli davetleri de şu olmuştur.
“De ki: “Ey Kitab ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur:) Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim.” Eğer yine de yüz çevi­rirlerse, deyin ki, “Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”
İlahi vahye göre Resullere iman ve itaat çok önemli bir mesele olmasına rağmen, bu meseleden çok daha
Önemli olan mesele Allah'a iman ve itaat meselesidir. Önem ve öncelik boyutunda bu ayırımın yapılması, hiç kuşkusuz ki Allah ile Resullerinin arasını ayırmak değil sa­dece ve sadece Allah'a iman ve teslimiyeti öncelemektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) ehl-i kitaba yaklaşırken Allah'a iman ve teslimiyet meselesini öncelemiş ve tüm ehl-i kitabı (Ehl-i kitaba göre tartışılabilir olan peygamberliğinden önce, tartışılmaz bir gerçek olan) “Ortak kelimeye yani Al­lah'a” davet etmiştir.
Peygamber (s.a.v.)'in gösterdiği bu hikmetli yaklaşımı, hiç kuşkusuz ki peygamber varisi olan alimlerin, alimlik vasfına sahip liderlerin de göstermesi gerekmektedir. Hiç­bir zaman ve hiçbir şartta Efendimiz (s.a.v.)'in hak olan peygamberlik iddiasından daha önemli olmayacak olan li­derlik ya da imamlık İddialarını arka plana bırakmalan, insanları önemle ve öncelikle Allah'a davet etmeleri, hikmet­li ve hayırlı yaklaşımın ta kendisi olacaktır. Ancak böylesi yaklaşımlarla vahdet için gerekli görülen imamet meselesi, vahdete engel niteliklerden arınacak ve ortak bir davet et­rafında biraraya gelerek ortak değer ölçüsüne sahip olan müslümanlar, imamet meselesinde de bu ortak değer ölçü­lerinden hareket ederek, ortak bir kanaate ulaşabilecekler­dir.
Netice olarak tüm insanları sadece ve sadece Allah'a davet etmeleri gerektiğini bilen ve bazı grup çalışmalarında bulunmalarına rağmen kendilerini grup taassubundan beri tutan müslümanların, vahdet davetiyle ilgili olarak söyle­meleri gereken ve söyleyecekleri sözler şunlardır.
Hiç kimseye ve hiçbir gruba “Bize gelin” demiyoruz. Hiç kimseye ve hiçbir gruba “Size geleceğiz” de demiyoruz.
Ne dediğimiz ve neyi arzu ettiğimiz açıktır.
“Gelin hep birlikte Allah ve Resulünün davetin” deme getirip, Allah ve Resulü'nün davetine icabet edelim Samimi bir yürek ile bu İlahi daveti gündeme getirenler ve bu İlahi davete icabet eden müslümanlar, hiç kuşkusuz ki vahdet meselesine daha bilinçili yaklaşacaklar ve müslümanları kendilerine nisbet ederek “Müslümanlar bizdendir” gibi sakıncalı ifadeler kullanmak yerine, kendilerini müslümanlara nisbet ederek “Biz müslümanlardanız” gibi yapıcı ve hikmetli ifadeler kullanacaklardır. Çünkü umud ettiği­miz vahdet, müslümanları kendimize nisbet ederek değil, kendimizi müslümanlara nisbet ederek yaklaşabileceğimiz bir vahdettir. Nitekim Kur'an-ı Kerime uygun olan en gü­zel davet ve en güzel yaklaşım da budur.
“Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve “Ger­çekten ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?”
Netice olarak vahdet çağrısı, hansi .mezhep veya meşrebe ilgi duyarsa duysun tüm müslümanların hiç tartışmadan, hiçbir yanlış yorum ve ta­assuba kapılmadan kabullenmeleri gereken açık bir çağrı olacaktır. Böyle bir çağrı ise hiç kuşkusuz ki Allah'ın adıyla Allah'a ve Allah'ın davetini beyan eden Kur’ana yapılan bir çağrıdır.
Yerler, gökler ve bu ikisi arasında bulunan tüm ha­yırlı canlılar, hasret ve umutla böyle bir genel çağnyı beklemekte­dirler...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdet düzlemi

Vahdet düzlemi

Vahdet, hiç kuşkusuz ki İslami bir kavramdır. Vahdeti sadece birlik ve beraberlik olarak anlayan bazı kimseler “Müslü­manlar bir araya gelsinlerde, nerede gelirlerse gelsinler!.” gibi ucube bir düşünceye kapılmakta ve herbirisi kendi ka­falarına göre bazı sentetik zeminler oluşturmaktadır. Irkçı­lıktan faşizme, demokratlıktan liberalizme kadar değişik motifler taşıyan bu kaypak zeminler, hiç kuşkusuz ki İslami anlamda vahdetin sağlanacağı zeminler değildir.
İslama göre müslümanların birlik ve beraberliği önemlidir, önemlidir ama bu müslümanların nerede, hangi zeminde bir araya gelecekleri vahdetten daha önemli, çok daha önemli bir meseledir. Çünkü bizleri vahdete çağıran şanı yüce Rabbimiz, bizlere “Vahdeti sağlayında, nerede sağlarsanız sağlayın!.” diyerek bizleri bir başıboşluk İçinde bırakmamış, bu önemli konuda bizlere bir muhayyerlik vermemiştir. Şayet müslümanlara böyle bir muhayyerlik verilseydi, kavimleri tarafından yalnızlığa itilen birçok pey­gamber, kavimlerinin karşı çıkmayacağı bazı ortak payda­lar üretir ve bu paydalarda birlik sağlayarak, kavimlerinin “Sen fitne ve fesat çıkarıyorsun!” ithamlarına maruz kalmazlardı. Oysa biliyoruz ki vahdet meselesine hiçbir pey­gamber böyle yaklaşamazdı ve hiçbir peygamber de böyle yaklaşmamıştır.
O halde gerçekleşmesi istenilen vahdet, acaba hangi düzlemde, acaba hangi zeminde gerçek­leşecektir?
Böyle bir soruyla karşılaştığımız zaman aklımıza ilk gelen şey yaşadığımız coğrafyadaki muhtelif grup ve fırkalar olmakta, karşılaştığımız sorunun cevabım öncelikle bunlar arasında arama eğilimine kapılmaktayız, öncelikle şunu belirtmek isterim ki, insanları gruplara ayırarak zayıf­latmayı amaçlayan Firavunu ve bu firavuni yaklaşımı bil­meme rağmen yaşadığımız coğrafyadaki bütün gruplan böyle bir katagoriye dahil etmekten Rabbime sığınırım. Yaşadığımız coğrafyada hiç kuşkusuz ki firavun kaynaklı grup ve fırkalar bulunmaktadır. Kendilerini İslam'a nisbet ederek “Bizler sadece ıslah edicileriz” demelerine rağmen çağdaş firavunlara dost, Musalara ise düşman olan böylesi grup ve fırkalar, hiç kuşkusuz ki firavun kaynaklı birer fit­ne ve fesat yapılandır.
Ancak yaşadığımız coğrafyada böylesi fırkaların aksi­ne çok ciddi ve samimi çalışmalarda bulunan bazı grup ve cemaatlerin varlığı da bilinmektedir. Bu grup ya da cema­atlerin ortaya çıkış nedeni, firavuni kışkırtmalar değil, Rahmani kaygılardır. Genel vahdetin görülebilen engelleri karşısında böyle bir vahdetin kısa sürede gerçekleşemeye­ceğini idrak eden bazı samimi müslümanlar, iletişim imka­nı bulduklan müslümanlarla hak ve hayırda yardımlaşmayı esas alarak biraraya gelmişler ve bu müslümanlarla ortak ve ciddi çalışmalara yönelmişlerdir. Böylesi amaçlarla bira­raya gelen müslümanların samimi gayretlerle sürdürdükleri rahmani çalışmalar, elbetteki takdire şayan çalışmalardır. Vahdet meselesini değerlendirirken önemsememiz gere­ken husus, böylesi grup çalışmalarına tahkir ile değil, bu değerli müslümanlara hakettikleri saygıyı vererek yaklaş­mak olmalıdır. Çünkü müslümanların İlahi dava uğrunda grup grup çalışmalan, vahdet çatısı altında çalışmalarına kıyasla menfi, ferdi çalışmalarına kıyasla müsbet bir du­rumdur. Dolayısıyla bu gibi samimi grup çalışmalarına yak­laşılırken bunları parçalayıcı değil, daha genel bir düzlem­de birleyici ve bütünleyici bir amaç gözetilmelidir.
Grup çalışmalarına ilişkin bu genel yaklaşımı ifade et­tikten sonra biraz önceki sorumuzu yineleyebiliriz.,
Gerçekleşmesi istenilen vahdet, acaba hangi düzlemde, acaba hangi zeminde gerçek­leşecektir?
İşte bu soruya, herhangi bir grup adına cevap ver­mek mümkün değildir. Çünkü bazı istisna gruplarda vah­deti engelleyici dozda bir grup taassubu olmasa da, birçok karşı grupta böylesi bir taassup fazlasıyla bulunmaktadır. Bu istisna gruplar, diğer gruplara taassupla yaklaşmasa bile diğer gruplar bunlara taassupla yaklaşacaklardır. Dola­yısıyîe isteyerek ya da istemeyerek grup, mezhep ve meş­rep taassubuna kapılan, önemli ya da önemsiz birçok me­selede kendi aralarında cedelleşen, birbirleriyle rekabet eden grup ve fırkalara bakarak, herhangi bir grup veya fır­ka düzleminde bu vahdetin gerçekleşebileceğini söyleye­meyiz.
Peki siz, siz söyleyebilir misiniz?
Herhangi bir grup düzleminde, bu vahdet sağlanabilir mi?
Bağlı bulunduğunuz grup ya da fırka adına “Evet” di­yorsanız, sormak istediğimiz soru ve aradığımız cevap bu değildir. Çünkü size muhalif olan fırka veya grup mensup­ları da, kendi fırkaları veya grupları adına “Evet, bizim fır­ka veya grubumuzda bu vahdet gerçekleşir” diyeceklerdir. Burada önemli olan bir fırka veya grup müntesibi olarak, karşı grup veya fırkanın vahdet çağrısına katılıp-katılmayacağınızdır, “İrapta mahalli yok!. Söz konusu bile olamaz!.” di­yorsunuz değil mi?
İşte sizin kendi grup ya da fırkanız adına yapacağınız vahdet çağnnıza da karşı tarafın vereceği cevap aynı olacaktır!.
O halde bunun bir çıkışı, bir çözümü yok mudur?
Hangi gruba, hangi fırkaya bağlı olursa olsun, bütün müslümanların katılım gösterebilecekleri bir davet, bütün müslümanların bir araya gelebilecekleri bir vahdet düzlemi yok mudur?
Vardır, elbetteki vardır.
Ve bu düzlem, bütün müslümanların kendilerini nisbet ettikleri din düzlemidir. Zaten herhangi bir grup veya fırkaya bağlı olan samimi müslümanlar da, öncelikle kendilerini söz ko­nusu grup veya fırkalara değil, bu yüce dine nisbet etmek­tedirler. O halde bu ortak yaklaşımımızı neden ön plana çıkarmayalım ve bu ortak düzlemde neden bir araya gelmeyelim ki!.
Herhangi bir insanın ya da herhangi bir müslümanm kendisini hangi dine nisbet ettiği mi önemlidir yoksa hangi grup ya da fırkaya mı? Elbetteki önemsenmesi ve ön plana çıkarılması gereken gerçek, bu insanların ya da bu müslümanların kendilerini hangi dine nisbet ettikleri, hangi dine teslim olduklarıdır. Çünkü ebedi kurtuluş, insanların hangi dine girdikleriyle, hangi dine teslim olduklanyla ilgili bir kurtuluştur. Dolayısıyla meselenin bu yönünü önemse­memiz, meselenin bu yönünü ön plana çıkarmamız gerek­mektedir.
Bütün bu gerçekleri gözardı ederek, kendi grup, fırka ya da mezhep düzlemlerinde vahde­ti gerçekleştirmek isteyenler, kendi düzlemlerinde yalnız kalmaya mahkum olacaklardır. Çünkü dünya müslümanlannın umud edilen vahdetinin gerçekleşmesi, evrensel ve bütünleyici olmayan grup, fırka veya mezhep düzlemlerin­de değil, İslam dininin kendisine özgü evrensel düzleminde mümkün olabilecektir.
Vahdetin sağlanabileceği yegane düzlem, evrensel olan böyle bir düzlemdir..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdet mükellefiyeti

Vahdet mükellefiyeti


Günümüz müslümanlarına “Müslümanların vahdet mükellefiyetleri nedir?” şeklinde bir soru yöneltsek, genelde ortak olan şu cevabı alacağız.
Vahdet mükellefiyeti demek, vahdeti sağlama, vah­deti gerçekleştirme mükellefiyeti demektir. Bütün müsiümanlar vahdeti sağlamakla, vahdeti gerçekleştirmekle mü­kelleftirler.
Nitekim bu genel tariften hareket eden birçok kişi veya birçok grup, kendilerini vahdeti sağlamakla mükellef görüp, güçleri nisbetince bu mükellefiyeti yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Bu gibi çalışmaların hangi neticelere var­dığı ise yaşadığımız coğrafyada görüldüğü gibidir. Herhan­gi bir şehirde veya herhangi bir bölgede tevhid akidesine sahip olan ve değişik nedenlerle üç-dört gruba aynlan müslümanlar, vahdeti sağlama mükellefiyetini kendilerinde görmekte ve gündeme getirdikleri vahdet çağnsına icabet etmeyen müslümanian cemaatten ayrılmakla, kendi dışla­rında vahdet çağnsı yapan müslümanları ise fitne ve fesat­çılıkla suçlamaktadırlar!.
Fitne ve fesatçılık suçlaması doğru mudur?
Ortada böyle bir suç ve böyle bir suçlu var mıdır? Yoksa faili meçhul cinayetlerin yaygınlaştığı günümüz toplumunda, faili meçhul fitnelerle, faili meçhul fesatlarla mı karşılaşıyoruz!.
Ortada böyle bir suçun yani fitne ve fesadın olduğu doğrudur.
Peki, gizlenmeyecek kadar açık, elle tutulacak kadar mü­şahhas olan bu suçun failleri kimlerdir?
Lütfen birbirimizi suçlamayı bir kenara bırakalım!. Bu açık suçun, apaçık olan failleri, vahdeti kendisinin gerçek­leştireceğini zanneden her kişi, vahdeti kendilerinin ger­çekleştireceğini zanneden her gruptur.
Şaşırdınız mı!.
Oysa şaşırmanıza hiç gerek yoktur!. Çünkü bütün müslümanların umud ettikleri vahdeti gerçekleştirecek olan yegane merci, sadece ve sadece Rabbimizdir.
“Herkesin (kendine mahsus) yöneldiği bir yon var­dır. Öyleyse (ey müminler siz de) hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye kadir­dir.”
Evet, bütün müslümanları bir araya getirme yetki ve mü­kellefiyeti, sadece Rabbimize ait bir yetki ve mükellefiyet­tir. Dolayısıyla bu yetki ve mükellefiyeti bir müslümanın veya bir grubun yüklenmesi, bu yetkiyi kendilerine özel bir yetki olarak görmeleri, en hafif tabirle haddi aşmaları ma­nasına gelir. Kaldı ki mucizelerle gönderilen peygamberlerde dahi, böyle bir yetki ve mükellefiyet yoktur. Çünkü böyle bir mükellefiyet, yeryüzündekilerin tümüne sahip olan bir peygamberin bile, üstesinden gelemeyeceği bir mükellefiyettir.
“Ve (Allah) onların kalplerini (sevgi ile) birleştir­di. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini birleştiremezdin. Ama Allah, onla­rın aralarını bulup, kaynaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Tabi ki bütün bunları, vahdet meselesini Allah'a havale edip, arkanıza kay­kılmanız için söylemiyoruz, Bütün müslümanların vahdetini Allah gerçekleştirecektir.
Allah gerçekleştirecektir ama, vahdeti gerçekleştirecek olan Allah (c.c), bu vahdetin gerçekleşmesiyle ilgili olarak tüm müslümanlara önemli bir mükellefiyet vermektedir. İşte bu mükellefiyet, müslümanların vahdetini engelleyici marazlardan, müslümanların vahdetini zedeleyici yaklaşımlardan şiddetle sakınmamızdır. Çünkü müslümanların vahdetiyle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de bizlere yüklenen mükellefiyet budur. Daha açık bir ifadeyle bizler vahdeti gerçekleştirmekle değil, vahdetin gerçekleşmesine engel olan maraz ve yaklaşımlardan sa­kınmakla ve vahdete uygun bir kimliğe sahip olmakla mü­kellefiz. Dolayısıyla tüm müslümanların vahdetini umud eden ve kendilerini bu umudun gereğini yapmakla mükel­lef gören her müslümana, her gruba, her cemaate düşen görev, Öncelikle müslümanların vahdetini engelleyici tavır ve yaklaşımlardan sakınmaları, şanı yüce Rabbimizin vahdet vaadine layık bir kimliğe ulaşmalarıdır. Çünkü tüm müslümanların vahdetiyle ilgili en önemli ve en öncelikli mükellefiyetimiz budur.
Kısaca belirttiğimiz bu hususu kabul etmekle beraber, vahdet meselesine cahili taassupla yaklaşan kişi veya grupları işaret edip “İyi ama bunlar böyle yapmazlar, bunlar böyle yaklaşmazlar!.” diyerek meseleyi kendi dışımızdakilere göre değerlendirme, kendi dışımızdakilere göre olumsuzlaştırma durumunda değiliz!. Çünkü bu mesele onlar­dan önce bizimle, bizim kulluğumuzla, bizim ibadetimizle, bizim yönelişimizle ilgili bir meseledir.
Ayrıca şunu da bilmemiz gerekir ki, hak yolda vahdet, hiçbir zaman ve hiçbir konumda kitlesel olarak gerçekleşmemiştir. Vahdeti samimi bir şekil­de arzulayan müslümanların üzerlerine düşen sorumluluk, vahdeti engelleyen marazlardan öncelikle kendilerinin İçti­nap etmeleri ve vahdete layık bir kimliğe öncelikle kendi­lerinin ulaşmalarıdır.
Bizler vahdetle ilgili olarak üzerimize düşen bu ortak mükellefiyeti yerine getirip, vahdeti engelleyici söz ve ta­vırlardan sakınırsak, hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimiz de İlahi vaadini yerine getirecek ve vahdete layık müslümanları, layık oldukları rahmetli beraberliğe kavuşturacak­tır.
Yeter ki biz, kendi mükellefiyetimizi bilip, kendi mükellefiyetimizi yerine getirelim!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
VAHDET KİMLİĞİ
Müslümanlara ait birçok yayın organında, müslümanların vahdetinden ve bu vahdetin vazgeçil­mez bir gereklilik olduğundan bahsedilmektedir. Fakat ne gariptir ki, müslümanların vahdetinden bahseden bu yayın organları, söz konusu vahdetin nasıl bir kimlikte gerçekle­şebileceğine pek değinmiyorlar!.
Yoksa değinilmeye gerek duyulmayan ayrıntı bir konu mu bu!. Müslümanlar hangi kimlikte olurlarsa olsun­lar, söz konusu vahdeti gerçekleştirebilirler mi?
Hayır, tabi ki hayır!.
Çünkü günümüz müslümanlarının birbirlerine uzaklık­tan, birbirlerine yabancılıkları varsa, bu uzaklık ve yabancı­laşmalar, öncelikle bu müslümanların birbirlerinden farklı kimliklere, farklı yönelişlere sahip olmalanndan kaynaklan­maktadır. Nitekim değişik şehir, bölge ve gruplardaki müs­lümanlarla karşılaşıldığı ve bu müslümanlarla yeterince gö­rüşüldüğü zaman, bu müslümanların ilk ve yüzeysel ilişkilerde bazı ortak meseleleri gözükse de, bu ortak mese­lelere müdahale ve bu meselelerin çözümü konusunda bile sürüşlere göre şekillendiren müslümanlar, ne yazık ki kimlik noktasında birbirlerine yabancılaşmış müslümanlardır. Dolayısıyla vahdet için gerekli olan ortak bir kimli­ğe, ortala bir yönelişe sahip olmayan, kimlik konusunda birbirlerine yabancı olan müslümanların, içinde bulundukları bu olumsuz şartlarda bir ve beraber olabilmeleri tabi ki mümkün değildir!. Çünkü vahdet, önemle ve öncelikle kimliklerde başlar. Vahdete layık olan ve vahdete kavuşa­bilecek olan müslümanlar, öncelikle ortak bir kimliğe, or­tak bir yönelişe sahip olan müslümanlardır.
Peki bu nasıl gerçekleşecektir?
Yıllar önce yayınlamıza rağmen hala güncelliğini koruyan “Farklı kimliklerden, ortak kimliklere” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, öncelikle bu olusuz durumların nedenlerini bilmekle ve bu nedenlere müdahale etmekle yükümlüyüz. Çümkü ayrılığa sebep olan nedenler yaşadıkça, bu nedenlerden kaynaklanan ayrılıklar da yaşanacaktır.
Değişik bölge ve gruplardaki müslümanların farklı kimliklere sahip olmaları, bu müslümanların yürüttükleri farklı çahşma programlanndan kaynaklanmaktadır. Birçok bölgede programlar yürütülmekte ve birbirinden farklı O|an birbirinden farklı kimliklerin neden olmaktadır. Günümüz müslümanlarına farklı Kimlikler empoze eden bu çahşma programlan, genel olarak farklı mekanlarda veya farklı zamanlarda yaşa­mış değerli şahsiyetlerin eserlerine nisbet edilmektedir. Ni­tekim bu gibi kitapiar okunmakta ve bu kitaplarda beyan edilen görüşler ve tavsiye edilen çalışma programları şabloncu bir zihniyetle mevcut şartlara adapte edilmeye çalışıl­maktadır.
Oysa farklı mekan veya zamanlarda yaşayan müellif­lerin eserlerine, şabloncu bir zihniyetle yaklaşılmaması gerekir. Müteakip defalar belirttiğimiz gibi değişik ülkelerde, değişik zamanlarda ve değişik konumlarda yaşayan müellif­ler, karşılaştıkları sorunlan ve bu sorunların çözümüne iliş­kin görüşleri beyan ederlerken, içinde bulunduklan konu­mu ve yaşadıklan şartları dikkate almışlardır. Meseleleri ümmet düzleminde değerlendiren istisnai müelliflerin eser­leri dahi, içinde bulundukları şartlardan ümmete açılan bir mahiyet göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle ümmete açılan yelpazenin açılım noktası, yine bu müelliflerin içinde bulundukları zaman ve mekandır.
Hiç kuşkusuz ki ümmeti ilgilendiren meseleler, bizleri de ilgilendiren ve ilgilenmemiz gereken meselelerdir. Söz konusu eserlerdeki bu meseleler elbetteki değerlendirilecek ve bu meselelerde beyan edilen görüşlerden elbetteki fay­dalanılacaktır. Ancak dikkate alınması gereken husus, dün­yanın birçok ülkesindeki ve yaşadığımız coğrafyadaki müs­lümanların farklı konumlarda ve farklı şartlarda bulunmalarıdır. İşte bu önemli farklılıkları dikkate aldığımız zaman, hangi müellife nisbet edilirse edilsin söz konusu eserlere şabloncu bir zihniyetle yaklaşılmaması gerektiğini anlayacak ve bu gibi eserlerden tahlilci bir yaklaşımla fay-danılması gerektiğini idrak edeceğiz.
Samimi niyetlerle ve kendilerine gıpta ettiğimiz gayretlerle birbirinden farklı ve mahalli program takip eden kardeşlerimizin, öncelikle bu önemli konuya dikkat etmele­rini istirham ediyoruz. Çünkü Türkiye şartlarında yaşayan, sadece Allah'a kulluk eden ve diğer insanlann da sadece Allah'a kulluk etmelerini isteyenomüslümanların yarınlarda bir ve beraber olmalannı istiyorsak, söz konusu olumsuzlu­ğa müdahale etmemiz ve farklı çalışma programlarından, ortak çalışma programlarına yönelmemiz gerekmektedir.
Aynı konumda yaşadığımız, aynı sorunlarla karşılaştığımız, aynı Rabbani tavırlarla yükümlü ve aynı güzel haslet­lere muhtaç olduğumuz için, aynı meselelere önem ver­memiz, bu meseleleri aynı kaynağa götürmemiz ve aynı hükümlere, aynı gerçeklere teslim olmamız gerekmektedir. Günümüz medyası tarafından gündeme gelmesine rağmen bulunduğumuz konumda bizim sorunumuz olmayan mese­leler bir kenara bırakılarak, asli ve ortak sorunlarımızı sa­mimi bir yönelişle Kur'an-ı Kerime götürdüğümüz zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki arzu ettiğimiz ortak programımız, ortak görüşümüz, ortak tavırlarımız veya çok daha kısa bir deyişle ortak kimliğimiz günyüzüne çıkmış olacaktır. Nite­kim uzun yıllardır bu amaçla sürdürdüğümüz bir araştırma olan “Temel konularda Kuran öğretisi isimli kitab çalış­mamızın sadece başlıkları dikkate alınsa, bunun hiç de zor olmadığı görülecek ve temel konularımızda bizlere apaçık prensipler veren bu Kur'an-ı başlıklar dahi, bizleri ortak bir kimliğe götürebilecektir.
Peki, bu ortak kimlik nedir, nasıl bir şeydir?
Bu sorunun sağlıklı bir şekilde cevaplanabilmesi için,
“Ortak” denilirken kimlerin, hangi müslümanların kastedil­diğini açıklamamız gerekir. Çünkü bu önemli sorunun, ki­şilere ve kişilerin yaşadıklan coğrafyaya göre değişebilecek cevaplan bulunmaktadır. Meseleye yeterli açıklık kazandı­rabilmek için, bu önemli soruyu öncelikle kendime yönel­terek, kendi adıma cevaplandırmaya çalışayım.
Ben Mehmed Alagaş, müslümanların ortak bir kimli­ğe kavuşmaları gerekir derken, hangi müslümanların, han­gi ortak kimliklerinden bahsediyorum?
Bu önemli sorunun, birbirlerine göre öncelikleri olan üç genel cevabı bulunmaktadır. İlk cevap, yaşadığım şehirle ilgili bir cevap olacaktır. İzmir'de yaşadığım İçin, öncelik­le kasdetmem gereken ve kasdettiğim müslümanlar, İz­mir'de yaşayan müslümanlardır. İzmir'de yaşayan müslümanîann bir ve beraber olabilmeleri için gerçekleştir­meleri gereken ortak kimlik, “İzmirli müslüman kimliği”dir. İkinci cevabım, yaşadığım ülkeyle ilgili bir cevaptır. Rumeliyi de İçine dahil ederek Anadolu diyebileceğimiz bu coğrafyada yaşadığım için, ikinci cevapta tüm Anadolu müslümanlarını kastediyor ve bu müslümanların gerçekleş­tirmeleri gereken ortak kimliğe, “Anadolu müslüman kimli­ği” diyorum. Üçüncü cevabım ise üzerinde yaşadığımız dünya ile ilgili olup, bu cevapta tüm dünya müslümanlarını kastediyor ve bu ortak kimliği, “Dünya müslüman kimliği” olarak tanımlıyorum.
Peki, müslümanların vahdetiyle ve ortak kimliğiyle ilgili bu soruya üç ayrı cevap vererek bölücülük mü yaptım? Tabi ki hayır!. Hakkı ve realiteyi dikkate alarak verdiğim cevaplar, bütün müslümanların içinde bulunduklan ve yaşadıkları açık bir gerçekliğin ifadesidir. Bu gerçekliği gözardı ederek söz konusu soruya sadece “Anadolu müsîüman kimliği” şeklinde verilecek bir cevap, yaşadığımız özel yöreye göre kısa ve eksik, dünya geneline göre uzun ve fazla bir cevap olacaktır. Burada önemli olan bu üç cevabı birbiriyle karış­tırmamak ve her cevabı kendi keyfiyetine göre kendi ye­rinde, kendi düzleminde değerlendirmektir. Çünkü yöre ile kültür ve kültür ile kimlik arasında önemli ilişkiler vardır. Yörelere göre değişebilen kültürler, o yöre İnsanları için normal olduğu gibi; İlahi vahye aykın olmamak kaydıyla bu kültürlerden kaynaklanan kimlik motifleri de yine aynı yörede yaşayan insanlar için normaldir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, yöresel kültürleri ve bu kültürden kaynaklanan farklı kimlik motiflerini, farklı yörelere taşı­mamak ve bu yörelerde dayatmacı bir üslupla gündeme getirmemektir.
Meseleyi örneklendirmek gerekirse, insanın bir genel tanımı, bir de özel tanımı vardır. İn­sanın genel tanımında belirtilen özellik ve vasıflar, bütün insanlarda bulunan ortak özellik ve vasıflardır. İnsanların el ayak, dil dudak, göz kulak sahibi olmaları, solunum, sindi­rim ve boşaltım sistemlerine sahip bulunmaları ve hepsin­den önemlisi İslam fıtratı üzere yaratılmış olmaları, tüm in­sanların ortak özellik ve vasıflandır. İşte bu ortak özellik ve vasıflardan kaynaklanan ortak tanımlama, insanın ve in­sanların genel tanımlamasıdır. Bu genel tanımlamada, insanların renk veya dil gibi özel vasıfları yoktur, Mesela milyarlarca insanın beyaz olmasından hareket ederek “İn­sanlar beyazdır ve beyaz olmaları gerekir!.” diyemezsiniz. Çünkü insanların rengi genel değil, etnik bir özelliktir.
Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi insanın genel tanımla­masında yer alacak olan özellik ve vasıflar, bir kısım insan­larda değil, bütün insanlarda bulunması gereken özellik ve vasıflardır.
İnsanın özel tanımında ise bu insanın etnik kökenin­den, ailesinden, çevresinden ve kendi özel yapısından kaynaklanan tüm özellik ve vasıflara yer verilebilinir. Bu özel­lik ve vasıfların, diğer bütün insanlarda bulunma şartı yoktur. Çünkü bu tanımlama, adında da belirtildiği gibi in­sanın özel tanımlamasıdır.
İşte dünya müslüman kimliğinin tanımlaması, insanın genel tanımlaması gibidir. İnsanın genel tanımlamasına bazı özei vasıflarımızı ilave etmeye kalkıştığımız zaman na­sıl ki birçok anlaşmazlıklarla karşılaşacak isek, dünya müs­îüman kimliğimizi tanımlarken de bazı bölgesel veya yöre­sel vasıflarımızı katmaya kalkışmamız aynı karışıklıklara neden olacaktır.
Tabi ki bütün bunları ifade ederken, yöresel veya bölgesel vasıflarımızı inkar edelim demiyoruz. Burada önemle belirtmek istediğimiz husus, yöresel özelliklerimi kendi yöre sınırlarımızın dışına çıkarmamamız, bu özelliklerimizi farklı yörelerde dayatmacı bir üslupla gündeme getirmememizdir. Mesela Anadolu müsîüman kimliğiyle ilgili özellik ve vasıflarımız, bizlerin dünyadaki bütün müslümanlarla değil, sadece Anadolu'da yaşayan müslümanlarla or­tak olan özellik ve vasıflarımızda. Meseleyi evrensel olan dünya düzlemine getirdiğimiz zaman, bu düzlemde ileri sü­receğimiz özellik ve vasıflarımızın, bütün dünya müslümanlarında bulunması gereken özellik ve vasıflar olması gere­kir. Nitekim dünya müslümanlarının ortak kimliği de, bütün dünya müslümanlarında bulunması gereken bu ortak özellik ve vasıflardan kaynaklanan bir kimliktir.
Dikkat edilecek olursa, ortak kimlik tanımlamamız, mahalli veya yöresel sı­nırlarda daha zengin ve daha geniş olmasına karşın, ev­rensel düzleme doğru ilerledikçe çerçevesi küçülmekte ve bütün müslümanları içine alacak bir biçimde genelleşmek­tedir.
Nitekim böyle de olmalıdır. Çünkü müslümanlarla olan ilişkilerimizin boyutları genişledikçe, özellik ve vasıflarımızın genelleşerek daralması gerekir. Mesela Allah'a İman etmek, en önemli ve en öncelikli kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'e yönelmek, tağutları inkar etmek ve na­maz kılmak gibi özellikler, dünya müslümanlarının ortak ve genel özellikleridir. Dolayısıyla dünya müslüman kimli­ğini tanımlarken bu ortak özellikleri esas alarak tanımlar ve namaz meselesinde bu müslümanların nerelerde, nasıl ve ne şekilde namaz kıldıklarını dâir bazı farklı yaklaşımları bu genel tanımlamaya hiç dahil etmeden sadece “Namaz kılarlar” demekle yetiniriz. İşte bu ortak tanımlamalar esas alınarak ifade edilen kimlik, dünya müslümanlarının ortak kimliğidir. Evrensel bir vahdetin sağlanması, sağlanabilme­si için elzem olan, dünya müslüman kimliğidir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Evet, müslümanların vahdeti derken ve müslümanların vahdetini arzularken, yöresel hedeflerin fevkinde dünya genelinde bir hedefimiz, bir. vahdet arzumuz var ise kalkış noktamızda gerçekleştirmemiz gereken en makbul ve en öncelikli kimlik, ülke ya da yöresel kimliğimizi inkar etme­den ikinci plana bırakan dünya müslümanı kimliği olacaktır. Çünkü dünya müslümanı kimliğinde sahiplenmemiz ge­reken genel vasıflar, tüm müslümanlar olarak tartışmadan kabul edeceğimiz temel vasıflar olup, bizleri ortak bir kimliğe yaklaştırabilecek en kolay adım olacaktır. Bu en kolay ve en elzem adımı atamayan daha açık bir ifadeyle dünya müslüman kimliğinde ortak bir tanıma, ortak bir kimliğe ulaşamayan müslümanlar, daha geniş çerçevedeki ülke ya da yöre kimliğinde hiçbir zaman ortak bir tanıma ve ortak bir kimliğe ulaşamayacaklardır. Çünkü bir dünya müslüma­nı olarak kimliğimizin temelini oluşturması gereken bu ge­nel vasıflar, hem ülke ve hem de yöresel kimliğimizin te­melini, İskeletini oluşturacak vasıflardır. Temel esaslarda anlaşamayan, temel tanımlarda biraraya gelemeyen müslümanlar, daha geniş tanımlamalarda kesinlikle biraraya ge­lemeyeceklerdir. Dolayısıyla vahdeti arzulayan müslüman­lar olarak bizleri birbirimize yaklaştıracak, bir ve beraber olmamızı sağlayacak ilk kimlik, tanımlaması kısa, gerçek­leştirilmesi kolay olan dünya müslümanı kimliğidir.
Peki bu kimliği nasıl oluşturacağız?
Bu evrensel kimliği oluşturabilmek için, yaşadığımız zaman ve mekanda sahip olduğumuz kimliği yöresel vasıflardan ayıklamaya çalışmak, hem zor, hem de karışık bir uğraşı olacaktır. Nelerin atılıp, nelerin atılmayacağı konu­sunda birçok ihtilaflar ve anlaşmazlıklar olabilecektir. Oysa bunun en kısa ve en kolay yoîu, dünya müslümanı kimliği­ni Kur'an-ı Kerim'i esas alarak genel bir çerçevede tanım­lamak ve bu öz tanımlamayı ön plana çıkarmaktır.
Kaldı ki ortak kimliğimizi ifade edecek olan bu öz ta­nımlama, bizlerin bilmediği veya bizlere yabancı olan bir tanımlama da değildir. Nitekim günümüz müslümanlarına, bütün müslümanların ortak kimliğini hangi esasîar belirlemeli veya müslümanlar hangi esaslarda birleşmeli sorusu­nu sorduğunuz zaman, genel olarak yadırgamadığınız şu cevapla karşılaşıyorsunuz.
“Müslümanlar asgari müştereklerde birleşmelidirler!”
Bu ifadeyi söyleyenlere asgari müştereklerin ne oldu­ğunu sorduğunuz zaman ise “Aynı Allah'a kul, aynı peygambere ümmet ve aynı Kitab'ın emir ve yasaklarına tabi olmak..” şeklinde bir cevap veriyorlar.
Ne tuhaf değil mi!.
Bütün bunlar asgari müştereklerimizmişL Peki bunlar asgari müştereklerimizse, azami müştereklerimiz ne ola
ki!..
Ve bizlere bu cevabı verenler, sanki bir ağacın dalın­dan, sanki bir ağacın yaprağından bahsediyorlar Oysa söyledikleri şey bir dal veya bir yaprak değil, koskoca bir gövdedir. Çünkü aynı Allah'a kul, aynı peygambere üm­met ve aynı Kitab'ın emir ve yasaklarına tabi olmamız, as­gari değil, azami ve muazzam müştereklerimizdir. Bütün müslümanlan ortak bir izzete, ortak bir onura, ortak bir kimliğe kavuşturacak olan, muhteşem müştereklerimizdir. Yeter ki bu muhteşem müştereklerimize sahip çıkıp, bu muazzam müştereklerimizin gereğini yapalım.
Sonra, daha sonra ise dikkate almamız gereken en önemli husus, vahdet düzleminde kendimizi tanımlarken ve tanıtır­ken, bu muazzam müştereklerimize göre tanımlayıp, bu müştereklerimize göre tanıtmamızdır. Çünkü bir müslüman olarak önemsememiz, ve öncelememiz gereken en önemli vasıflarımız, ortak kimliğimizin ortak esaslannı belirleyen bu vasıflarımızdır.
Vahdet düzleminde bütün dünya müslümanlarıyla or­tak bir eylemimiz olan namaz kılmayı değil de, nasıl na­maz kıldığımızı önemsememiz, namaz erkanıyla ilgili ola­rak bazı farklı görüşlerimizi ön plana çıkarmamız, bu görüşlerimiz doğru olsa dahi bizleri vahdet düzleminden ve vahdet kimliğinden uzaklaştıran bir yaklaşım olacaktır. Oysa vahdet düzleminde önemli olan ve ön plana çıkarıl­ması gereken gerçek, Allah'ın nzasını gözeten tüm dünya müslümanlarının ortak bir kıbleye yönelmeleri ve her gün beş vakit namaz kılmalandır. Nasıl namaz kıldığımız ise kendi adımıza ve kendi özel düzlemimizde önemseyebile­ceğimiz ancak genel vahdet düzleminde önemseyerek ön plana çıkarmayacağımız bir husustur. Çünkü genel vahdet düzleminde bu gibi ayrıntıları önemsemek, asıl itibariyle ayrılığı önemseyerek aynlıkçı bir kimliğe sahip olmak de­mektir. Kaldı ki bu husus vahdet için çok önemli olsaydı, vahdet dininin eksiksiz kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, hiç kuşkusuz ki bunu da açıklardı.
Netice olarak oluşturmamız ve sahiplenmemiz gere­ken vahdet kimliği, bütün dünya müslümanlarıyla ortak vasıflarımız olan ve olması gereken esaslardan meydana gelen bir kimliktir. Kur'an-ı Kerim'in bütün müslümanlar için şart ve elzem gördüğü açık esaslardan meydana gelen bu ortak kimlikle vahdete yönelmek ve vahdete ulaşmak, Al­lah'ın izniyle kolay, gerçekten kolay olacaktır.
Yeter ki bu ortak kimliğe sahip olup, bu ortak kimliğimizi önemseyelim!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdet ilişkileri

Vahdet ilişkileri

Vahdet konusunda en önemli meselelerden birisi, vahdet ilişkileridir. Çünkü günümüz müslümanlarının en fazla ihtilaf ettikleri, birbirlerinden farklı düşündükleri, fark­lı yaklaşım gösterdikleri meselelerin başında, ilişki meselesi gelmektedir. Dolayısıyla vahdet konusunda oldukça önemli olan bu ilişki meselesi, İlahi vahyi dikkate alarak itidal düz­leminde ele almamız ve yine itidalli bir şekilde çözümleme­miz gereken bir meseledir.
Evet, yaşadığımız toplumda İslami ve insani ilişkilerimiz na­sıl olmalıdır?
Vahdete talip olan ve vahdeti arzulayan müslümanla yaşadıkları coğrafyadaki insanlara, geleneksel dindarlara ve müslümanlara nasıl yaklaşmaları ve bunlarla nasıl bir ilişki geliştirmeleri gerekir?
Vahdet ilişkilerinde gözetilen ve gözetilmesi gereken ilk gaye, insantan biraraya toplamak mıdır, yoksa bu insanları tercihlerine ve yönelişlerine göre ayıklamak mıdır?
Toplamak mı esas alınmalıdır, yoksa ayıklamak mı?
Toplamayı esas alarak, insanları olumlu taraflarından tutmak mı doğrudur, yoksa ayıklamayı esas alarak, insanları olumsuz taraflarından dışlamak mı?
Vahdet ilişkilerinde, tasdik mi ön plana çıkanlmalıdır, yoksa tekfir mi?
Ne diyorsunuz?
Yaşadığımız coğrafyada uzun yıllardır icraata konul­muş olan bu iki ayrı yaklaşımdan, bu iki ayrı tavırdan hangisi doğrudur? Yoksa, yoksa bu iki ayrı yaklaşımın da doğ­ru ve yanlış yönlen var mıdır?
Bütün bu sorulara hiç kuşkusuz ki herkesin vereceği bazı cevaplar vardır. Şimdilik bu cevaplara geçmeden, bu cevapların hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu değerlendirmeden, toplumsal ilişkilerimizle yakından ilgili olan üç meseleye değinmemiz, bu üç meseleye açıklık ge­tirmemiz gerekecektir.


İlişkilerde Temel Prensipler


Toplumsal ilişkilerde birbirinden ayrı ve birbirinden farklı düşünen müslümanların, bu ayrılık nedenleri genel olarak aşağıda zikredeceğimiz üç meseleye farklı yaklaş­malarından kaynaklanmaktadır. Müslümanlar olarak toplumsal ilişkilerimizde ortak bir çizgiye, ortak bir tavıra sa­hip olabilmemiz, bu üç meselede ortak bir yaklaşım oluşturabilmemize bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim'e ve ihtilaflara yaklaşım başlıklannda ele alacağımız ilk iki mesele, bizlere ortak bir ölçü ve yaklaşım vermesi bakımından önem kazanan meselelerdir.
Üçüncü başlıkla ele alacağımız tasdik ve tekfir meselesi ise toplumsal ilişkilerimizle ilgili en önemli mesele olup, bütün önyargılarımızı, sevgilerimizi, nefretlerimizi, dost ve düşmanlıklarımızı bir kenara bırakarak itina ve itidalle çözme­miz gereken bir meseledir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bu meselelere yaklaşımda bir vahdet sağlayamadan, toplumsal ilişkilerimizde bir vahdet sağlayabilmemiz müm­kün olmayacaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kur'an-ı Kerim'e Yaklaşım

Kur'an-ı Kerim'e Yaklaşım

Vahdet meselesini ciddi bir düzlemde konuştuğumuz müslümanlarla, kaynak meselesini konuşmamıza, yönelme­miz gereken en önemli ve en öncelikli kaynağın Kur'an-ı Kerim olduğunu belirtmemize gerek yoktur. Çünkü vahdet konusunda muhatap almak istediğimiz müslümanlar, zaten bu meselenin bilincinde olan ve vahdeti sağlayabilecek en öncelikli kaynağın Kur'an-ı Kerim olduğunu idrak eden müslümanlardır. Dolayısıyla bu müslümanlarla konuşma­mız gereken mesele kaynak meselesi değil, kaynağa yöne­liş meselesidir.
Bazı İslam dışı çevrelerin sık sık telaffuz ettikleri “Herkesin Kuran anlayışı farklı” sözleriyle ilk karşılaştığım zamanlar, bu sözlere karşı çıkmış ve “Bu sizin kuruntunuzdur” demek istemiştim. Çünkü biliyor ve iman ediyordum ki Kur'an-ı Kerim kendisine samimi bir kalple yönelen bü­tün müslümanlan ortak bir çizgiye, ortak bir mücadeleye davet eden bir vahdet kitabıdır. Ne var ki ilerleyen yıllarda karşılaştığımız realite, İslam dışı çevrelerin söz ve ithamla­rını kısmen doğrular mahiyette gelişti. Kur'an-ı Kerime yöneldiğini söyleyen ve gerçektende ciddi bir cehdle Ku’an-a yönelen bazı kardeşlerimiz, birken ikiye, ikiyken üçe ayrıl­maya başladılar!.
Peki ne olmuştur, neden böyle olmuştur?
Kendilerini samimi bir şekilde Kur'an'a nisbet etmele­rine ve “Müslümanların vahdetini sağlayacak yegane kaynak Kur’an’dır” demelerine rağmen Kur'an-ı delillerle birbir­lerini itham ederek hazin bir bölünmeyi yaşayan kardeşlerimizin bu durumu, Kur'an-ı Kerim'den kaynakla­nan haklı bir durum mudur?
Değildir, elbetteki değildir!.
Tevhid dininin en önemli ve en öncelikli vahdet kay­nağı olan Kur'an-ı Kerim, hiç kuşkusuz ki müslümanlan ayrılığa değil birlik ve beraberliğe davet eden bir Kitab'dır. Kur'an-ı Kerim'de müslümanların ayrılmasına haklı neden olarak getirilebilecek ne bir sure, ne bir ayet, ne de bir harf vardır. Dolayısıyla ayrılık nedenlerini Kur'an-ı Kerime nisbet eden kardeşlerimizin karşı karşıya bulundukları so­run, kaynak değil, kaynağa yöneliş sorunudur.
Bu sorunun en önemli boyutu ise Kur'an-ı Kerim'i bir bütün olarak ele almamak, bu yüce Kitaba bir bütün ola­rak yönelmemektir. Nitekim aynı İlahi kaynağa yönelmele­rine rağmen ihtilafa düşen grupların, birbirleriyle çekişen müslümanların bu durumlan, Kur’an-ı Kerim’e eksik ya da bölük pörçük yaklaşmalarından kaynaklanan bir durumdur. Daha kısa ve daha acı bir ifadeyle, Kur’an-ı Kerim’e bölük pörçük yaklaşanlar, netice olarak Kur'an'ı Kerim'ideğil, kendilerini bölmekte ve kendileri bölünmektedir!.
Söz konusu ettiğimiz bu müslümanlar, hiç kuşkusuz ki Ehl-i kitab gibi Kur'an'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar etme sapıklığına düşen kimseler değildir. Samimi bir şekilde Kur'an-ı Kerim'e yönelen bu kardeşlerimizin içine düştükleri önemli bir yanılgı, herhangi bir meselede İlahi kelamı sonuna kadar dinlememek, bu meseleyi Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirmemektir. Araştırdıklan meselede ilk karşılaştıkları ya da önyargılarına, önduygularına, önsezilerine en uygun bulduklan ayet-i kerimeleri esas alarak Kuran-ı bir bakış kazandıklarını zanneden bu müslümanlar, tartışma düzlemlerinde şu benzer ifadeleri kullanmaktadırlar.
“Bu mesele Kur'an'a göre böyledir!.”
“Yanılıyorsun, o mesele Kur'an'a göre şöyledir!.”
“İkiniz de yanılıyorsunuz. O mesele Kur'an'a göre ke­sinlikle böyledir!.”
Birbirinden farklı yaklaşımlann, birbirinden farklı gö­rüşlerin, birbirinden farklı yorumların ortak ifadesi hep aynıdır.,
“Kur'an'a göre!.”
Oysa ne kadar büyük, ne kadar iddialı bir sözdür bu!.
Kur'an-ı Kerim'in bir tane olduğunu bilmesem, “Birbi­rinden farklı olan bu iddialarınız hangi Kuranlara, Kur'an'ın hangi versiyonlarına göre?” diyeceğim. Halbuki biliyoruz ki Kur’an bir tanedir, Tahrif edilmiş bir ikinci nüs­hası, tevil edilmiş bir ikinci versiyonu yoktur. Bazı türkçe meallerde kısmi farklılıklar olsa da, bu gibi kısmi farklılıklar ortak mesajı etkileyecek, ortak mesajı değiştirecek farklılık­lar da değildir. O halde aynı olan Kur'an'dan bu farklı hükümler nasıl çıkarılıyor ve bu farklı hükümler “Kur’an’a göre böyledir!.” iddialarıyla nasıl ileri sürülüyor!. Halbuki herhangi bir meseleyi sadece birkaç ayet-i kerimeye göre değerlendiren bütün müslümanların, bu kısa değerlendir­me sonucunda vardıkları neticeyi “Kur’an-a göre böyledir” gibi genel bir ifadeyle değil, “Şu ayet-i kerimelere göre böyledir” gibi makul bir ifadeyle ileri sürmeleri gerekir. Çünkü herhangi bir meselede “Kur’an-a göre böyledir” ifadesini kullanabilmeleri için, o meseleyi içine alan konuyu mutlaka ve mutlaka Kur'an-ı Kerirn'in bütünlüğünde incele­meleri, o konudaki birkaç ayet-i kerimeyi değil, o konuyla ilgili bütün ayet-i kerimeleri dikkate almaları gerekmekte­dir. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım, Kur’an-a yönelik tüm araştırmalarda esas kabul edilmesi gereken bir yaklaşım­dır.
Kur'an'ı Kerim'e yaklaşımla ilgili bu meseleyi bir ör­nek vererek değerlendirmemiz, oldukça önemli olan bu meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilecektir. Mesela hidayet yani doğru yola erişme meselesini ele alalım. Her­hangi bir insan, hidayet meselesiyle ilgili olarak Kur'an'ı Kerim'de şu ayet-i kerimelerle karşılaşabilir.
“Allah kime hidayet verirse o artık hidayeti bul­muştur; kimi de şaşırtıp-saptırırsa artık onlar da hüs­rana uğrayanlardır.”
“De ki: “En 'üstün ve apaçık' delil Allah'ındır. Eğer O dileseydi elbette tümünüzü hidayete yöneltip iletirdi.”
İnsanların hidayet bulmasıyla ilgili olarak sadece bu ayet-i kerimelerle karşılaşan bir insan, hidayet meselesinde kısaca şu sonuca varabilir.
“Hidayetin gerçek sahibi olan Allah (c.c.) dilediğine hidayet eder, dilediğini de şaşırtıp-saptınr. Bu bir İlahi takdir, bu bir kaderdir. Dolayısıyla müşriklerin, kafirlerin ve bütün sapıkların içinde bulundukları durum ve bunların hi­dayete ulaşamamaları, Allah'ın bunlar hakkında hidayeti dilemeyip, sapıklığı dilemesi nedeniyledir!.” Hidayetle ilgili olarak bunlan söyledikten sonra da, yukarıdaki iki ayet-i kerimeyi açık bir delil olarak zikrederek, bu görüşünü pekiştirir!.
Artık bu insana bir şey anlatmanız oldukça zordur. Çünkü hidayet meselesini, Kur'an'ı Kerim'e göre değerlendirdiğini zannetmekte ve bu görüşüne sımsıkı sarılmakta­dır!.
Kur'an'ı Kerim'e vakıf olmayan kimseler tarafından İtirazsız kabul edilebilecek olan bu görüşle, Kur'an'ı Kerim'in bütünlüğüne göre hem eksik veçhem de yanlış bir görüştür. Nitekim bu önemli konuda Kur'an'ı Kerim'in bü­tünlüğüne yöneldiğimiz zaman, hidayet meselesiyle dolay­sız ilgili olan 160'tan fazla ayet-i kerimeyle karşılaşıyoruz. Bütün bu ayet-i kerimeler, meseleye değişik boyutlardan yaklaşmakta ve meseleyi genel bir açıklığa kavuşturmakta­dır.
Hidayet, hiç şüphesiz ki Hadi, yani yegane hidayet edici olan Allah (c.c.)'a aittir. Hadi olan Rabbimizin dilediğine hidayet etmesi ise, yine Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen gerçekler­dendir. Ancak Rabbimizin bu dilemesiyle ilgili olarak şu soruyu sormamız gerekir.
Dilediğine hidayet eden Rabbimizin bu dilemesi, mesnetsiz, hikmetsiz veya tesadüfi bir dileme midir?
Şanı yüce Rabbimizi hiçbir kuşku duymadan tenzih ederiz ki, Rabbimizin bir kişi hakkında hidayeti dilemesi, kesinlikle ve kesinlikle tesadüfi değildir.
Çünkü Hadi olan, dilediğine hidayet edecek olan Rabbimizin bir diğer sıfatı da Adi, yani adalet sıfatıdır. Dolayısıyla Rabbimizin her dilemesinde zulümden en ufak bir iz olmadığı ve ola­mayacağı gibi, her dilemesi de bir adaletin tecellisidir.
Mesela Firavunun sapıklığı, Musa (a.s.)'ın ise hidayeti haketmesi, Firavunun ve Musa (a.s.)'ın kendi eylem ve yönelişleriyle ilgili bir hadisedir. Nitekim hidayet meselesini Kuranı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman, meselenin tüm gerçek boyutları ortaya çıkmaktadır. Hadi olan şanı yüce Rabbimiz, hidayetten uzaklaşanların, sapık­lığı hakedenlerin, hangi eylem ve yönelişlerle bu duruma düştüklerini, dolayısiyle kimlere hidayet etmediğini ve et­meyeceğini açıkça beyan etmektedir.
“Allah, kendisine mülk verdi diye, Rabbi konu­sunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani ibrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” de­mişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. (O zaman) İbrahim : “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (haydi) sen de onu batıdan getir” deyince, o küfre sapan böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”
“Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inan-mayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; ona sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. On­lar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet ver­mez.”
“Bu, gerektiği gibi şahidliği yapmalarına veya ye­minlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden kork­malarına daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının ve dinleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdir­mez.”
“Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmı da sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah'ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymak­tadırlar.”
“Allah'ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acıklı bir azab vardır.”
“Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle der­ler “Biz, bunları bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın­lar diye ibadet ediyoruz.” Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.”
“Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mü' min bir adam dedi ki: “Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Buna rağmen o eğer bir yalancı ise yalanı kendi aley­hinedir; ve eğer doğru söyleyen ise, (o zaman da) size va'dettiklerinin bir bölümü size isabet eder. Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyeni hidayete er­dirmez.”
Sadece bir kısmını zikrettiğimiz bu ayet kerimeler­de, kimlere hidayet edilmediği ve edilmeyeceği beyan edilmektedir. Bu ayet-i kerimelere dikkat edilirse, insanları hi­dayetten uzaklaştıran eylem ve yönelişlerin, insanların kendi insiyatiflerinde olan ve insanların kişisel tercihleriyle gerçekleşen kendi eylem ve yönelişleri olduğu görülecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Son konunun devamı...
Ve yine aynı Kur'an'ı Kerim'de hidayeti hakeden, hi­dayete layık olan kimselerin de eylem ve yönelişleri belirtilmekte ve hidayeti isteyen herkes, bu eylem ve yönelişle­re davet edilmektedir.
“Bu (Kur'an), insanlar için bir beyan, sakınanlar için de bir hidayet ve öğüttür.”
“Musa'nın kabaran öfkesi (gazabı) yatışınca lev­haları aldı. (Onlardan biri) Nüshasında “Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve bir rahmet vardır” (yazılıydı).”
“Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerinde bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üze­rinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitab'ı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.”
“Müminler için bir hidayet ve bir müjdedir.”
“İhsan yapmakta olanlara bir hidayet ve bir rah­mettir.”
“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahihleridir.”
“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kim­seye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse, onun kal­bini hidayete yöneltir. Allah, her şeyi bilendir.”
Evet, sadece bir kısmını zikrettiğimiz bu ayet-i kerimeleri dikkate alarak hidayet meselesini değerlendirecek olursak, şunları söyleyebiliriz.
Yegane Hadi olan Allah (c.c.) dilediğine hidayet eder. Şanı yüce Rabbimizin haklarında hidayet dilemediği ve hidayet etmediği kimseler; Allah'ın ayetlerine inanma­yan, şeytanı dost edinen, zulmeden, haddi aşan, kafir, müşrik, yalancı, fasık ve zalim oian kimselerdir.
Rahman olan Rabbimizin hidayet ettiği kimseler ise; Allah'a içten yönelen, sadece Allah'tan korkan, Allah'a, Resulüne ve Kitab'ina iman edip, teslim olan, sözün en güzeli olan Kur'an'a uyan, ihsanda bulunan, Allah'ı birleyen ve karşılaştığı musibetlere Allah için sabreden kimselerdir.
İşte hidayet meselesindeki bu kısacık değerlendirme, kısa olmasına rağmen Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünü dikkate alan bir değerlendirmedir. Bölücü veya kısır bir yakla­şımla kaleme alınan çitler dolusu eserden, çok daha kıy­metli ve hak bir değerlendirmedir.
Kur'an'ı Kerime bir bütün olarak yaklaşmak mesele­sine metod bazında bir diğer örnek verecek olursak, me­sela Kur'an'ı Kerim insan gerçeğini değişik surelerde, muhtelif ayet-i kerimelerle beyan etmektedir. Bazı ayet-i kerimelerde kalbe ve kalbi durumlara açıklık getirilirken, bazı ayetlerde ise nefse, duyu organlanna, akıla, düşünce­ye, insanın psikolojik ve sosyolojik yönlerine açıklık getirilmektedir.
İşte Kur'an'ı Kerime göre insanı tanımlayabilmek için, bütün bu gerçekleri dikkate almamız ve bu gerçekleri yerli yerine koymamız gerekmektedir. Çünkü bu konuyla ilgili bütün gerçekleri tesbit etmek ne kadar önemliyse, bu gerçekleri yerli yerine koymak da o kadar önemlidir.
Yaklaşımla ilgili bu gerçekleri dikkate almayan her­hangi bir kimse, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen bu gerçeklerden sadece bir tanesini, mesela kalp gerçeğini alıp, insan gerçeğini sadece kalbe göre tanımlarsa, bu tanım eksik ve yanlış bir tanım olacaktır. Bir diğer yanlış yakla­şım ise kalple ilgili gerçekleri Kur'an'ı Kerim'den alıp, insa­nın diğer yönlerine kişisel görüş ve yorumlarla tanım getir­meye çalışmaktır. Oysa böylesi yaklaşımlarla tanımlanan insanda, herhangi bir canlılık emaresi olmayacaktır. Nitekim bu gibi kısır yaklaşımlarla tanımlanan insan veya müs-lüman kimliği, toplumların dirilmesine vesile olabilecek canlı bir kimlik değildir.
Aynca şunu da belirtmek isterim ki karşılaştığımız herhangi bir meselede öncelikli cevap hakkını Kur'an-ı Kerim'e bırakmak ve Kur'an-ı Kerim'in cevabını sonuna kadar dinlemek ne kadar önemliyse, bunun kadar önemli ve ön­celikli olan diğer bir husus ise Kur'an-ı Kerim'in verdiği ce­vabı açıklama ve yorumlama hakkını da yine Kur'an-ı Ke-rim'e vermektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i yani İlahi kelamı ilk tefsir etme hakkı, yine Kur'an-ı Kerim'in yani İlahi kela­mın öncelikli bir hakkıdır.
Kendi ayet-i kerimelerine yine kendi ayet-i kerimeleriyle açıklık getiren Kur'an-ı Kerim, bu hakkı öncelikle kendisinde görmektedir. Dolayısıyla ilk cevap verme hakkı­nı Kur'an-ı Kerime bıraktığımız gibi, verilen birçok cevabın açıklama ve yorumlama hakkını da Kur'an-ı Kerime bırak­tığımız zaman, emin olunuz ki temel meselelerimizde hiç­bir ihtilafımız, hiçbir ayrılığımız kalmayacaktır.
Daha önceki birçok çalışmamızda ifade ettiğimiz gibi, herhangi bir ayet-i kerimeyle karşılaştığımız zaman, bu ayet-i kerimeye karşı yönelişimiz., bu ayet-i kerimeye güzel bir mana vermek için değil, bu ayet-i kerimenin gerçek ve güzel manasını kavra­mak için olmalıdır.
Çünkü bizlerde, biz yaratılmışlarda, bu ayet-i kerimelerin güzelliğine güzellik, gerçekliğine gerçeklik katabilecek hiçbir şey yoktur. Bu ayet-i kerime­ler, bizlerin tanımlamasıyla tanımlanabilecek, bizlerin an­lam yüklemesiyle anlam kazanabilecek ayetler değildir.
Bu ayetlerin anlamı, bu ayetlerin güzelliği, zaten Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde ve bu ayet-i kerimelerin özünde bulunmaktadır. Bize düşen görev ayetlere mana vermek değil, Kuran bütünlüğünü dikkate alarak bu ayet-i kerimelerin manasını anlamaya çalışmaktır.
İşte böylesi bir düşünce yöntemi, tanımlayıcı değil, arayıcı bir düşünce yöntemidir. Kur'an-ı Kerim'den faydalanmak isteyen günümüz müslümanlarına gerekli olan ve bütün müslümanlarının muhtaç oiduğu düşünce yöntemi de, arayıcı olan böylesi bir yöntemdir. Düşünsel faaliyetler­le ilgili bu yönteme dikkat edildiği zaman, birçok ihtilaflar giderilebilecek ve Kur’an-ı Kerim'in bütünlüğünde vahdet sağlanabilecektir. Çünkü Allah'ın ayetleri hakkında ihtilafa düşenler, Allah'ın ayetlerini kendilerine göre tanımlayanlar ve bu ayetleri kendilerine göre yorumlayanlardır.
Oysa Allah'ın ayetlerine tanımlayıcı değil, arayıcı bir düşünce yöntemiyle yöneldiğimiz zaman, aradığımız ve bulduğumuz şeyler birbirinden farklı veya birbiriyle çelişkili olmayacaktır.
Yaşadığımız birçok ortak sorunlarımızı, bütün bunları dikkate alarak ve bu bilinçle Kuran-ı Kerime götürdüğümüz zaman; hiç şüphesiz ki karşılaşaca­ğımız ortak gerçeklerle Kur'an-ı Kerim'in hakikat atmosfe­rine girmemiz ve bu atmosferde vahdetle tanışmamız mümkün olacaktır.
Çünkü özlem duyduğumuz vahdetin ışık kaynağı olan Kur'an'ı Kerim,bizleri aynı gerçeğe, aynı hakikate, aym yola davet edecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İhtilaflara Yaklaşım

İnsanların olduğu her yerde, hiç kuşkusuz ki birçok ihtilaflar da olacaktır. însanları doğru tanımlayıp, insanların farklı ve tartışmacı yaratıklar olduğunu dikkate aldığımız zaman, bu durumu belli bir ölçüye kadar makul karşılamamız gerekir. Birçok konuda birbirinden farklı yönelişlere, farklı değer ölçülerine sahip olan insanlar, elbetteki ihtilaflara düşecekler ve bu ihtilaflar çerçevesinde tartışacaklardır. Bu nedenledir ki insanlar ya­şadığı sürece, yeryüzünde bu ihtilafların kökünü kazıyabil­mek, bu ihtilafları ortadan kaldırabilmek mümkün olmayacaktır.
İnsanları ortadan kaldırmadan, ihtilafları ortadan kaldıramayacağımız gerçeğini dik­kate aldığımız zaman, ihtilafların kökünü kazımak gibi üto­pik bir hedefe değil, ihtilaflara bilinçli yaklaşmak gibi reel bir hedefe yönelmemiz gerektiğini anlayabiliriz. Çünkü in­sanlar arasında vuku bulan tüm ihtilaflar, başlangıç itibariy­le meyvesi belirsiz tohumlar gibidir. Bu ihtilaf tohumlarının meyvesini belirleyen en önemli unsur ise ihtilafların keyfi­yetinden ziyade insanların bu ihtilaflara yaklaşım ve yo­rumlama biçimleridir.
Mesela maddi konulardaki bir ihtilaf, bazen insanların cömertliğine, sadakada bulunmalarına ve bazı haklarından vazgeçerek daha olgun bir kimliğe ulaşmalarına neden olurken; bazen de bu insanların birbirlerine küsmelerine, kavga etmelerine ve hatta birbirlerinin canına kastetmeleri­ne neden olmaktadır. Fikri konulardaki bir ihtilaf da, ba­zen insanların birbirlerini dinlemelerine, birbirlerini daha iyi anlamalarına, fikirlerinin olumlu yönde değişmesine ve gelişmesine katkıda bulunurken, bazen de bu insanların cedelleşmelerine, birbirlerini tahkir ve tekfir etmelerine ne­den olmaktadır.
Oysa birbirlerinden farklı neticelere sebeb olan bu ih­tilaflar, çoğu zaman birbirine benzer olan aynı ihtilaflardır. İhtilaflar aynıdır, aynıdır ama, bu ihtilaflara insanlann yaklaşımlan farklıdır ve bu farklı yaklaşımlar, farklı neticelere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla ihtilaf konusunda en önemsememiz gereken mesele, ihtilaflara yaklaşım mese­lesidir. Çünkü herhangi bir ihtilafın müsbet veya menfi so­nuçlara neden olması, genellikle bu gibi ihtilaflara yakla­şımla ilgili bir meseledir. Evet, ihtilaf konusuna bu genel girişi yaptıktan sonra, ihti­lafların vahdet meselesiyle ilgili olan yönüne yani müslümanlar arasındaki ihtilaflara nasıl yaklaşmamız gerekir me­selesine geçebiliriz. Günümüz müslümanlan için bu konunun çok önemli olduğunu belirtmemize tabi ki gerek yoktur. Çünkü hepimizin bildiği gibi müslümanların ayrıl­masına, müslümanların dağılmasına, müslümanların birbirlerine düşmesine neden olan birçok fitne ve fesadın köke­ninde, küçük veya büyük bazı ihtilaflar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu fitne ve fesadın ortadan kalkabilmesi, söz konusu ihtilaflara Kur'ani bir bilinç ve rahmetle yaklaşma­mıza, yaklaşabilmemize bağlıdır.
Yıllar önce çalışma programımıza aldığımız ve gücü­müz nisbetince araştırmaya çalıştığımız bu konu, geniş bir kitab çalışmasında değerlendirilmesi gereken bir konu ol­masına rağmen vahdet meselesiyle ilgisini dikkate alarak bu konuyu kısaca özetlemeye çalışacağız.
Tüm ihtilaflarımızın yegane çözüm kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, ihtilaf meselesiyle ilgili olarak müslümanlara üç genel yaklaşım vermektedir. Bunlardan birisi makul karşılamak, diğeri ısrar ve azimle çözümlemeye çalışmak, bir diğeri ise Allah'a bırakmaktır. Şimdi bu üç yaklaşımın ne olduğunu ve bu yaklaşımlarda esas alınan ihtilafları kı­saca değerlendirelim.
Makul Karşılamamız Gereken İhtilaflar

İhtilafla ilgili konumuzun başında “İnsanların olduğu her yerde, ihtilaflar da olacaktır” demiştik. Herbiri ayrı bir İnsan olan müslümanlar arasında da, elbetteki birçok ihti­laflar olabilecektir. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan bu ihtilaflardan, makul karşılamamız gereken ihtilaf­lar, İlahi vahyin müslümanlara seçim muhayyerliği, tasar­ruf yetkisi, ictihad ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ih­tilaflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin söz konusu meselelerde hangi ihtilaflara düşeceğini hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilaflar­la bizleri sınamakta, bizleri denemektedir.
Bu ihtilaflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, söz konusu ihtilafları ortadan kaldırıp-kaldıramayacağımız noktasında değil, nefsi ve şeytani vesveselere aldanarak bu ihtilafları bir fitne ve fesat nedeni durumuna getirmemek hususundadır. Çünkü bu ihtilafları ortadan kal­dırmaya çalışmamız, insanlann tabi durumlarından kaynaklanan bu gibi ihtilaftan ortadan kaldırmamıza değil, bu ihtilafların birer fitne ve fesat sebebi olmasına neden olacaktır. Şeytanın ortamı kızıştırıcı bir ateşle yaklaştığı bu gibi ihtilaflar, bilinçli müslümanların suyla yaklaşması gereken ihtilaflardır.
Müslümanların muhayyer bırakıldıkları bu gibi meselelerdeki ihtilaflar, insanlann fıtratını, farklı özelliklerini, farklı yaklaşımlarını, farklı önceliklerini dikkate aldığımız zaman makul karşılamamız gereken ihtilaflardır. Bu yakla­şım, elbetteki dinden taviz vermek ya da tevhid dinini ze­delemek anlamına gelen bir yaklaşım değildir. Çünkü ihti­lafa neden olan bu mesele, şayet müslümanların ihtilafa düşmeden tek bir görüşte birleşmeleri gereken bir mesele olsaydı, tevhid dininin sahibi olan Rabbimiz hiç kuşkusuz ki kesin bir hüküm vazeder ve bu meselede müslümanlara muhayyerlik vermezdi. Dolayısıyla bu gibi ihtilaflar, orta­dan kaldırıp yokedemeyeceğimiz ancak makul karşılayarak pasifize edebileceğimiz ihtilaflardır.
Bu gibi ihtilaflarda birbirine karşıt görüşlerden her­hangi birisini kabullensek ve bu görüş bizlere çok doğru, çok güzel gelse dahi, bizlere doğru ve güzel gelen bu gö­rüşü illa ki karşı tarafa empoze etme kaygı ve ısrarına kapılmamamız gerekir. Çünkü bu gibi ihtilafların fitne ve fe­sada yol açmasını engellemenin yegane yolu; ihtilaf meselesini çok öncül ve çok önemli bir mesele durumuna getirmeden kendi görüşümüzü makbul, karşı tarafın görü­şünü makul karşılamamız ve bunun da ötesinde iç dünya­mızda küçük bir “Belki”ye yer vermemizdir.
Belki, karşıt görüş daha doğru olabilir!.
Israrla Ve Azimle Çözülmesi Gereken İhti­laflar

Müslümanların makul karşılamayacakları, kesinlikle ve kesinlikle çözmeye çalışacakları ihtilaflar, dinimizin asli meselelerinde meydana gelebilecek olan ihtilaflardır. Çünkü İslam dini, tevhidi önceleyen İlahi bir dindir. Şayet teslim olduğumuz bu din, beşer kaynaklı bir din olsaydı, beşerden kaynaklanan bazı ihtilafları makul karşıladığımız gibi herbiri birer beşer olan hocaların ve şeyhlerin dine nisbet ettikleri ihtilafları da makul karşılaya­bilirdik. Oysa biliyoruz ki dinimizin esasını belirleyen bütün gerçekler, tüm müslümanlar tarafından tartışılmadan kabul edilmesi gereken İlahi gerçeklerdir. Şanı yüce Rabbimiz di­nimizin esasını belirleyen bu meselelerde en ufak bir ayrılı­ğın, en ufak bir ihtilafın olmaması için, bu gibi temel me­selelerde hüküm vazetme yetkisini (peygamber dahi olsa) hiçbir beşere vermemiştir.
Dolayısıyla dinimizin temel meselelerinde ihtilafa yol açan beşer kaynaklı bütün görüşler, ne kadar çağdaş, ne kadar akli olursa olsun, hoşgörüyle karşılayacağımız görüş­ler değildir. “Dinimiz akıl dinidir” diyenler, belki bu sözleri­me karşı çıkabileceklerdir. Dinimizin akla ve akletmeye ne kadar çok önem verdiğini bilmeme rağmen “Dinimiz akıl dinidir” demekten yine de Rabbime sığınırım. Çünkü seve­rek ve sevinerek teslim olduğumuz bu din, önemle ve ön­celikle iman dinidir. Allah'a ve Allah'ın hükümlerine, terte­miz bir kalb ile inanma, teslim olma dinidir. Bu dinin tevhidi bir içerik kazanması ise beyan ettiği tevhidi gerçek­lerin beşeri astatına birbirinden farklı akli yorumlar getire­rek deği, bu gerçeklerin İlahi aslına iman ve teslimiyetle mümkündür.
Meseleyi bu şekilde gündeme getirdiğimiz zaman (köylü Ahmed efendi gibi iman etmek istemeyen) bazı aydınlar(!) “İnsanlar standart yaratıklar değildir. Dayatmacı ol­mamanız ve farklılıklara saygı göstermeniz gerekir” diyerek itiraz ediyorlar.
İnsanlar elbetteki ayn aynı mizaçlara, ayrı ayrı yete­neklere ve bazı konularda ayrı ayrı görüşlere sahiptirler.
Ancak müslüman demek, mîcazı, yeteneği ve bazı konulardaki görüşleri ne olursa olsun, ortak bir davete iman eden, ortak bir çağnya teslim olan insan demektir. İnsanlar standart yaratıklar değildir, değildir ama “Ben müslümanım” diyen insanların, İlahi ölçüden kaynaklanan birçok ortak standartları vardır. “Biz müslümanlar” derken kastettiğimiz gerçek, kişisel farklılıklarımızın fevkindeki bu ortak standartlarımız, bu or­tak kabullerimizdir.
Allah'ın zatında ve sıfatlarında birliği, ortak bir kabu­lümüzdür, Kur'an-ı Kerim'in inanmamız ve yaşamamız gereken İlahi bir Kitab olduğu, ortak kabulümüzdür.
Şeytan ve dostlanm düşman kabul etmemiz, ortak bir kabulümüzdür.
Bu nedenledir ki “Biz” tanımı, bu gibi ortak kabulleri­mizi ifadelendirilen bir tanımdır. Dolayısıyla dinimizin temel meselelerindeki bu ortak kabullerimize de farklı yakla­şımlar, farklı değerlendirmeler, farklı görüşler ruhsatı verdiğimiz zaman, “Biz” tanımının yerine “Ben” tanımı, “Bizim dinimiz” yerine “Benim dinim” ifadesi gelmiş olur. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki şanı yüce Rabbimiz her­kesin mizacına, herkesin yaklaşımlarına göre ayrı ayrı din­ler göndermemiştir.
Bütün bunları dikkate alarak, İslam'ın bizlere muhay­yerlik hakkı vermediği bütün temel meselelerdeki kabul ve redlerimizde farklılıklar olmaması gerekir. Bu farklılıklarımızı giderecek olan yegane unsur ise bu meselelerde be­yan edilen İlahi gerçeklerdir.
İlahi gerçeklere yaklaşım konusunda makul karşılaya­bileceğimiz farklılıklar, bu gerçeklere iman ve teslimiyet noktasında değil, bu İlahi gerçekleri öncelemek boyutunda kendini gösterebilir. Bir kardeşimize göre oldukça önemli ve öncelikli olan İlahi bir gerçek, diğer kardeşimize göre aynı önceliğe haiz olmayabilir. Ancak her iki kardeşimizin de kabul ve tasdik ettiği gerçeklerdir bunlar. Kaldı ki bu önemseme ve önceleme konusundaki farklılıklarımızın da en asgariye indirilmesi gerekir. Rabbimizin önemle vurgu­ladığı ve nüzul sırasındaki hikmete binaen öncelediği tüm gerçekler, bütün müslümanlar olarak önemsememiz ve öncelememiz gereken gerçeklerdir.
Evet, tevhid dininin esaslarını beyan eden İlahi gerçekler, tüm müslümanların hiçbir ihtilafa düşmeden kabul etmeleri ve yaşamalan gereken gerçeklerdir. İlahi kaynaklı olan bu dosdoğru gerçekleri, beşeri mülahazalarla çatallandırmaya çalışmak ne kadar yanlış ise; İlahi kaynaklı olan bu gerçek­lerin yerine veya yanına, beşer kaynaklı görüşlerin konul­maya çalışılması da o kadar yanlıştır. Falanca hocanın veya filanca imamın bir görüşünü, İslam'ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına ileri sürmek, dinde tevhide de­ğil, tefrikaya neden olacaktır. Bazı kimseler “Bu görüş doğru olsa bile mi?” diyerek istifhamlarını dile getireceklerdir.
Evet, din adına ileri sürülen bu görüş doğru olsa bile!.
Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, akli değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil, kalbi tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Daha açık bir ifadeyle tüm müslümanlan bir araya getirebilecek olan gerçeklerin, bütün müslümanların iman et­mekle yükümlü oldukları gerçekler olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imani bir mükellefiyetimizin ol­madığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile dünya müslümanları için bağlayıcı bir görüş değildir. Dünya müslümanları için imani bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslam adına ileri sürmek, hiç kuşkusuz ki İslam'da tevhide değil, tefrikaya neden olacaktır.
Netice olarak, müslümanların vahdetini ve bu vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar önemsiyorsak, İslam'ın temel meselelerinde vazedilen tevhidi gerçekleri de o kadar önemsememiz ve bu meselelerde en küçük bir ayrılığa, en küçük bir ihtilafa yer vermememiz gerekir. Temel meselelerdeki İhtilafları hoş karşılamak, hiç kuşkunuz olmasın ki fitne ve fesadı hoş karşılamak olacaktır.
Ve böylesi batıl yaklaşımlar, hak olan İslam dinini, bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir. Oysa tüm kuşkulardan uzak olan İslam dini, mü'min kalplere mutmainlik veren müstakim bir dindir. Bu mutmainliği ve müstakimliği yaşayan müslümanlar, hiçbir temel meselesinde “Allah böyle buyuruyor, falanca veya fi­lanca da böyle buyuruyor. Acaba hangisini, hangi hükmü esas alayım” istifhamına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşkuya, en ufak bir ihtilafa düşmezler. Çünkü bu dos­doğru müslümanların teslim olduklan gerçek, tabi oldukları hüküm bellidir.
“Onlar hala cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?. Ke­sin bilgiyle inanan bir topluluk için, hükmü, Al­lah'tan daha güzel olan kimdir?”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'a Bırakmamız Gereken İhtilaflar

Allah'a Bırakmamız Gereken İhtilaflar

“Her ihtilafın bir çözümü vardır ve her ihtilaf çözüm­lenmelidir” diyerek her işi çözmeye, her ihtilafı sonuçlandırmaya meraklı bazı kimseler, bu başlığı biraz tuhaf karşı­layacaklardır. Oysa meseleyi Kur'an-ı Kerime göre değerlendirdiğimiz zaman, Kur'an-ı Kerim bazı ihtilafları ahirete bırakmakta ve bu ihtilafları çözümleyecek olan İlahi hükmün, ahirette bizzat Allah (c.c.) tarafından verileceğini beyan etmektedir.
“Yahudiler dedi ki: “Hıristiyanlar bir şey (herhan­gi bir temel) üzere değillerdir.” Hıristiyanlar da: “Ya­hudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir.” dedi. Oysa onlar kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.”
“Hani Allah, isa'ya demişti ki: “Ey İsa, doğrusu senin hayatına Ben son vereceğim, seni kendime yük­selteceğim, seni küfredenlerden (onların hile ve iftira­larından) temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dö­nüşünüz yalnızca Banadır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.”
“Andolsun, Biz İsrailoğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetler­den rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, araların­da anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü hüküm verecektir.”
“Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle der­ler)“Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştır­sınlar diye ibadet ediyoruz.” Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hü­küm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.”
“Onlara bu emirden apaçık belgeler (deliller) ver­dik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yal­nızca aralarındaki 'hakka tecavüz ve azgınlıktan' do­layı ihtilafa düştüler. Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” [
Sadece bir kısımını zikrettiğimiz bu ayet-i kerimeleri dikkatle okuduğumuz zaman, şanı yüce Rabbimizin bazı ihtilafların çözümünü daha açık bir ifadeyle bu ihtilafların hükme bağlanmasını, kıyamet gününe ertelediğini görebili­riz. Tabi ki düşünmemiz, tefekkür etmemiz ve hikmetini anlamaya çalışmamız gereken bir durumdur bu!.
Şanı yüce Rabbimiz bazı ihtilafların çözümünü, apa­çık bir hükme bağlanmasını, neden kıyamet gününe, neden ahirete bırakıyor?
Kur'an-ı Kerim nazil olurken, söz konusu ihtilaflara ilişkin hükümler de neden nazil olmuyor?
Bu ihtilaflara ilişkin hükümleri, en güzel bir yaklaşım­la, en güzel bir üslupla tebliğ edebilecek olan Efendimiz (s.a.v.)'e, bu hükümler neden bildirilmiyor?
İşte konumuzla ilgili olarak sormamız gereken bu gibi sorularla beraber söz konusu ihtilafların mahiyetini ve mu­haliflerin keyfiyetini düşündüğümüz zaman, şu gerçekle karşılaşmamız zor olmayacaktır.,
Söz konusu ihtilaflara ilişkin bu hükümler, muhalif ta­rafları muhatap alarak Kur'an-ı Kerim'de nazil olsaydı dahi, bu ihtilaflar yine çözümlenemezdi.
Çünkü, çünkü insanlarda derin saplantı haline gelmiş bazı ih­tilaflar vardır ki, bu ihtilafların çözümü sadece İlahi hükme değil, İlahi hükümle beraber İlahi bir ,Hakim'e de gerek duymaktadır. Daha açık bir ifadeyle bu gibi ihtilaflar, mu­halif taraflarla İlahi hükmün arasına (rahmet peygamberi Resulullah (s.a.v.) dahi olsa) bir beşerin girmesiyle çözüm­lenebilecek ihtilaflar değildir. İnsanlarda derin saplantı hali­ne gelmiş böylesi ihtilaflar, sadece ve sadece mutlak Ha­kim olan Rabbimizin aracısız vereceği hükümle çözümlenebilecek ihtilaflardır.
Çözümü Rabbimize kalan bu gibi ihtilafların mahiyeti­ni ve muhalif tarafların keyfiyetini anlayabilmemiz için, yukanda zikrettiğimiz ayet-i kerimelerle beraber Kur'an-ı Ke­rim'de konumuzla ilgili diğer ayet-i kerimeleri de dikkate almamız gerekecektir. Bütün bu değerlendirmeleri yaptığı­mız zaman söz konusu ihtilafların mahiyetini kısaca şu başlıklarda tanımlayabiliriz.

1- Tahrif edilmiş kaynağa davalı ihtilaflar



Yahu­dilerin ve hıristiyanların çözümü mümkün olmayan birçok ihtilaftan, asıl itibariyle kaynağa dayalı ihtilaflardır. Nitekim yahudi ve hıristiyanların birçok konuda birbirlerini itham etmeleri ve din adına birbirleriyle ihtilafa düşmeleri, hiç kuşkusuz ki kendilerini nisbet ettikleri tahrif edilmiş semavi kitaplardan ve din adına ahkam kesen rahip ve hahamlar­dan kaynaklanıyordu. Semavi kabul edilen kaynak kitablar, din adamlarının nevalarına göre tahrif edilmişse ve tahrif edilen bu kaynak kitablar, kendi taraftarları açısın­dan kesin doğru telakki ediliyorsa, tahrif edilmiş kaynakla­ra dayalı bu gibi ihtilaflar, bizler tarafından kesinlikle ve kesinlikle çözüme ulaştırılabilecek ihtilaflar değildir. Çünkü bu ihtilafları çözüme ulaştırabilmenin ilk şartı, kaynak meselesini çözümlemek ve muhalif tarafları ortak bir kaynak­ta buluşturabilmektir. Ne var ki muhalif taraflar kendi kay­naklarına itikadi bir saplantı ile tutunduklanndan bu mümkün olmayacak ve tahrif edilmiş kaynaklar olduğu sü­rece, bu kaynaklara dayalı ihtilaflar da sürüpgidecektir.
Meseleye yahudi ve hıristiyanlardan örnek vermemiz, müslümanların ya da müslümanım diyenlerin böylesi ihtilaflardan uzak oldukları anlamına gelmemektedir. Kaynak meselesinde netleşmemiş müslümanların ya da müslüma­nım diyenlerin arasında da, ne yazık ki asırlardır benzer ihtilaflar yaşanmaktadır. Efendimiz (s.a.v.)'e nisbet edilen her sözü İlahi vahiy gibi kaynak kabul eden hadisçilerie tefsirciler arasında; şeyhlerinden sadır olan her lafı, İlahi kelam gibi kabul eden softalarla fıkıhçılar arasında vuku bulan birçok ihtilaf, asıl itibariyle kaynağa dayalı ihtilaflardır. Beşeri kaynaklara İlahilik vasfı verildiği ve İlahi zanne­dilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilaflar, kesinlikle ve kesin­likle çözüme ulaşabilecek ihtilaflar değildir.
Halbuki tüm dünya müslümanları için yegane İlahi kaynak, Kur'an-ı Kerim'dir. Bu müslümanların din adına faydalanacakları ve mutlaka faydalanmaları gereken ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur'an-ı Kerim'in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Ancak altını çizerek belirtmek isterim ki, sahih sünnet dünya müslümanlarıyla ihtilaflanmızı çözümleyebileceğimiz değil, din adına fayda­lanacağımız bir kaynaktır. Bu kaynaktan faydalanırken karşılaşılan ve daha ziyade mezhebi yaklaşımların neticesi olan farklılıkların ise (makul karşılayacağımız ihtilaflar başlı­ğında da belirttiğimiz gibi) makul karşılanması ve müslü­manların ayrılığına neden olacak bir ihtilaf durumuna geti­rilmemesi gerekir.
Anlamamız ve iman etmemiz gdreken yegane gerdünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynağın, sadece ve sadece Kur'an-ı Kerim olduğudur. Bu gerçeği kabul etmeyen, birçok beşeri kaynağı İlahi zanne­den ve İlahi zannettiği bu gibi kaynaklara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sür­dürdükleri ihtilaflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıya­met günü hükme bağlayacağı ihtilaflardır. Kaynak mesele­sinin çözümlenemediği bu gibi ihtilaflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
2- İlme davalı ihtilaflar

2- İlme davalı ihtilaflar

Bu başlık, bazı kardeşlerimize tuhaf gelecek ve bu kardeşlerimiz “Hiç, ilme dayalı ihtilaf olur mu?” diyeceklerdir. Doğru bir istifhamdır bu. Çünkü ilim dediğimiz gerçekler, hiç kuşkusuz ki birbiriyle çelişen, birbiriyle ihtilafa düşen gerçekler değildir. Fakat ne gariptir ki kendilerine ilim verilen nice kimseler, kendilerine ilim verildikten sonra anlaşmazlığa düşen kimseler olmuşlardır.
“Andolsun, Biz İsrailoğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetler­den mıhlandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, araların­da anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü hüküm verecektir.”
“Onlara bu emirden apaçık belgeler (deliller) ver­dik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yal­nızca aralarındaki 'hakka tecavüz ve azgınlıktan' do­layı ihtilafa düştüler. Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.”
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ilim dediğimiz gerçek­ler, birbiriyle çelişen, birbiriyle çatışan gerçekler değildir. Ancak bu gerçeklerden hareket ederek ilimde derinleş­mek, doğru bir yönteme ve dosdoğru bir istikamete gerek duyar. Söz konusu ilim, İlahi hakikatlerle ilgili bir ilim ise böyle bir ilimde derinleşmek ise doğru bir yöntem ve isti­kametin yanısıra iman ve amele de gerek duymaktadır. Dolayısıyla iman, amel ve istikameti dikkate almadan sa­hip oldukları ilimde derinleşmek isteyen şaşkınlar, kendile­rini nefs ve hevanın tatlı esintisine bırakarak ilimde derinleşmek adına, ilimde serkeşleşmektedirler. İlmin kapısın­dan tevazu sahibi bir fakir gibi içeri gireceklerine, hiç girliklcri kapıdan birer zengin edasıyla dışan çıkan bu kimiler, geçmişte ve günümüde örneklerine bolca rasladığıinız kimselerdir. Tarihte hangi sapık yönelişi ele alırsa­nız alın, bu yönelişte bulunanların kalkış noktasında bazı doğrulara tutunduğunu görebilirsiniz. Mesela vahdet-i vü­cut safsatasını savunan kimseler, kendilerine göre kelime-i tevhid gerçeğinden hareket ederek bu görüşe ulaştıklarını iddia eden kimselerdir, Günümüz dünyasında ise tağutların maslahatını gözetebilmek ve İslam'la laikliği barıştırabilmek için yıllarca araştırma yaptıklarını iddia eden bazı akade­misyenler, bu konuda verebileceğimiz çağdaş örneklerden­dir. Doğrulardan hareket ederek yanlışlara varan ve var­dıkları bu yanlışlara doğruymuş gibi iman eden böylesi kimselerle tartışabilmek, söz konusu ihtilafları ortadan kal­dırabilmek mümkün değildir. Çünkü bu kimselerle karşı karşıya gelip-tartıştığınız zaman, sıkıştıkları an kalkış nokta­sında esas aldıkları bazı doğruların içine saklanıvereceklerdir. Kalkış noktasındaki doğruları kalkan, bu doğrulardan hareket ederek vardıkları yanlışları kılıç olarak kullanan bu kimseler, samimi olmadıklan sürece anlaşabileceğimiz, söz konusu ihtilafları çözümleyebileceğimiz kimseler değildir.

3- Akla davalı ihtilaflar


Kendisini İlahi vahiyden müstağni veya İlahi vahyin üstünde gören her yaratılmış nesne, bu nesne akıl dahi olsa sapıklıktan kurtulamaz. Dolayısıyla “Dinimiz akıl dinidir” dedikten sonra aklını İlahi vahyin üstünde bir seçici, bir tasdik ve tanımlama mercii olarak gören, aklına gelen ve akli gözüken her görüşe iman eden akıllılar, akıllanna iman etmekle en büyük akılsızlığı yapan kimselerdir. Çünkü dizginlerini İlahi vahye teslim etmeyen ve soyut gerçeklerden ziyade somut reali­teden etkilenen akıl, karşılaştığı tüm meseleleri soyut olan İlahi vahye göre değil, somut olan realiteye göre değerlen­direcek ve yaşanan realite bir cahiliye ise cahili gerçekliğin samimi bir savunucusu durumuna gelecektir.
Akıl sapması diyebileceğimiz bu hastalığın iki önemli virüsü, realistlik ve akılperestliktir. Gayet iyi biliyoruz ki akılperestlik yeıine akılcılık desek ve bu iki virüsü akılcılık ve realistlik olarak tanımlasak, birçok müslüman da dahil olmak üzere herkese sevimli gözükecek popüler virüslerdir bunlar. Nitekim son yirmi otuz yıldır bu coğrafyadaki müslümanlar için en büyük musibet, realiteyi dikkate alan akıllı aydınlar ve akıllı liderler değil midir?
Oysa beşeri aklı, İlahi vahyin Önüne geçirmek, akılcı­lık değil akılperestliktir. Akılperestlik ise gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü İlahi vahyin denetiminde ol­mayan akıl, nefs ve nevanın denetiminde olup, ister iste­mez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür. Mesela münafıklar, böyle bir akıl sapması içinde bulunan kimselerdir. Günümüzdeki bazı şaşkınlar gibi Allah'ın düşmanlarını dost kabul etmele­ri de, realiteden hareketle bazı akli maslahatlar gereği yaptıkları bir tercihtir.
“Allah'ın kendilerine karşı gazablandığı bir kulunu veli (dost ve müttefik) edinmekte olanları görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Kendileri de (gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin etmek­tedirler.”
“Allah, onlara şiddetli bir azab hazırlamıştır. Doğ­rusu onların yapmakta oldukları ne kötüdür.”,“Onlar, yeminlerini bir siper edindiler, böylece Al­lah'ın yolundan alıkoydular. Artık onlar için alçaltıcı bir azab vardır.”,“Onlara ne malları, ne çocukları, Allah'a karşı ken­dilerine hiçbir şeyle yarar sağlayamaz. Onlar ateşin hal­kıdır, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.”,“Allah'ın onların hepsini dirilteceği gün, (onlar) siz­lere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. İyi bilin ki onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.”,“Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle de onla­ra Allah'ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsra­na uğrayanların ta kendileridir.”
Demokrasi ve hoşgörü adına kafirlerle dost olan, Allah'a kul olmak isteyen insanları böyle bir hoşgörü­ye ve uzlaşmaya davet eden, kendilerine göre gayet akıllıca ve gerçekçi olan ko­nuşmalarıyla kendilerini doğru yolda zanneden böylesi kimselerle, hangi düzlemde konuşacak ve ihtilaflarımızı hangi ölçülere göre çözümleyeceğiz ki!.
Bunlar aklı, bizler nakli esas alıyoruz.
Bunlar akla, bizler nakle iman ediyoruz.
Bunlar realiteye göre hakkı değiştirmeye çalışırlar­ken, bizler hakka göre realiteyi değiştirmeye çalışıyoruz.
Peki bunlarla nasıl anlaşacak, ihtilafları hangi ölçüye göre çözümleyeceğiz?
Lütfen kendinizi yormayın. İlahi vahyi ve İlahi ölçülen öncelemeyen akılperestlerle, ihtilaflarımızı çözebileceğimiz bir düzlem yoktur. Cahili realitenin muhteşem somut olgulardan gözlerini ayıramayan bu akılperestlere, İlahi vahyın soyut gerçekliğinden bahsettiğiniz zaman,” Doğru söylüyorsunuz, doğru söylüyorsunuz ama şu koskoca reali­teyi görmüyor musunuz?” diyeceklerdir. Sadece ve sadece mani yaklaşımlarla somutlaşarak akıl terazisinde bir ağırlık meydana getirebilecek olan İlahi gerçekler, bu nedenledir ki aklı değil imanı önceleyen müminler için mutlak bir değer ölçüsüdür. Dolayısıyla aynı değer ölçüsüne sahip ol­mayan insanlar, elbetteki aralarındaki ihtilafları çözümleyemeyecek olan insanlardır.
Evet, ihtilaflarla ilgili olarak bu çok kısa açıklamayı yaptıktan sonra, umud ederiz ki bazı ihtilafları çözümlemeye kal­kışmanın, boş bir uğraşı olacağı açıklık kazanmıştır. Yuka­rda zikrettiğimiz bir ayet-i kerime, bu konuyu tamamen aydınlatabilecek bir ayet-i kerimedir.
“Allah'ın onların hepsini dirilteceği gün, (onlar) Sizlere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir Ve Gençlilerinin bir şey üzerine olduklarını sunacaklar­dır, iyi fanin fa onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileri­dir.”
Düşünebiliyor ve anlayabiliyor musunuz!..
Herşeyi hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimizin huzurunda bile bir şey üzere olduklarına dair yeminlerini ve iddialarım sürdürecek olan böylesi kimseler, böylesi güruhlar' biz yaratılmışlar karşısında doğruyu kabul edip, doğruya teslim olurlar mı?
Hayır, elbetteki hayır!.
Dolayısıyla Rahman ve Rahim olan Rabbimizin hük­me bağlayacağı böylesi ihtilaflar karşısında faydasız tartış­malara, zararlı cedelleşmelere girmeden, bu ihtilafları Al­lah'a bırakmamız gerekecektir. Çünkü bu gibi ihtilafların bizlere göre yegane çözümü, bu ihtilafları illa ki çözmeye çalışmadan tartışmalardan uzaklaşmamız ve çözümü Al­lah'a bırakmamızda. Nitekim karşılaştığımız tüm ihtilafları çözümleyebilecek yegane kaynak olan Kur'an-ı Kerim, böylesi ihtilafların çözümü konusunda bizleri bu yaklaşıma davet etmektedir.
“De ki; “Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşahade edilebileni de bilen Allah'ım. Anlaşmazlığa düş­tükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Tasdik Ve Tekfir Meselesi

Tasdik Ve Tekfir Meselesi

Yaşadığımız ülkedeki müslümanların en ciddi mesele­lerinden birisi, tasdik ve tekfir meselesidir. Tasdik ve tekfir meselesi, günümüz müslümanlarının genellikle itidalde du­ramayıp ifrata veya tefride düştükleri bir meseledir. Bunun önemli bir nedeni, bazı meselelerdeki itidal çizgisi, geniş ve rahat bir çizgi olmasına rağmen; tasdik ve tekfir mese­lesindeki itidal çizgisi, diğerlerine nazaran biraz daha dar, biraz daha hassas bir çizgidir. Dolayısıyla bu çizgiyi anla­mak ve bu hassas çizgide durabilmek, birr.r daha fazla dikkat istemektedir.
Evet, içinde yaşadığımız bu ülkede kimlerin müslümanlığını tasdik etmemiz, kimleri ise tekfir etmemiz gerekmektedir? Gerçekten aydınlarıması ve çözümlenmesi gereken karma­şık bir durumdur bu!. Çünkü yaşadığımız ülkede hak-batıl mücadelesi varsa, bu mücadelenin her iki tarafı da, müslüman olduklannı iddia eden kimselerdir!. Nitekim birçok karmaşa ve kargaşa da, bu gibi iddialardan kaynaklanmak­tadır.
Bu ülkede sadece müslüman olanlar “Ben müslümanım” dese, ya da “Ben müslümanın” diyenler müslüman olsa hiç kuşkusuz ki birçok mesele netleşecek ve hak-batıl ara­sındaki mücadele bu bulanıklıktan kurtulacaktır.
Fakat öyle değildir!.
Yaşadığımız coğrafyada İslam'ı ihya etmek isteyenler de, İslam'ı imha etmek isteyenler de “Ben müslümanım” demektedirler. Müslümanların karşısında, “Ben müslüman değilim” diyen bir zümre, “Ben müslüman değilim” diyen bir grup yoktur.
Erinden paşasına, işçisinden patronuna, milletinden milletvekiline kadar herkes müslüman ol­duğunu iddia etmektedir!. Bu iddialan bir ganimet sanan ve çok kolay bir yoldan ve çok kısa bir zamanda kitleleşme hevesine kapılarak bu iddialan hiç sorgulamadan tas­dik eden müslümanlar ise, bu bilinçsiz tasdik ile müslüman yandaşlar değil, müslüman sıfatı verdikleri düşmanlar ka­zanmışlardır!.
İşte tasdik meselesindeki sorunumuz budur. Çünkü “Ben de müslümanım” iddiasını siyasi veya politik nedenlerle bilinçsiz bir şekilde tasdik etmek, yukarıda da belirtti­ğim gibi bu tastiği yapanlara müslüman yandaşlar değil, müslüman sıfatı verdikleri muhalifler, müslüman sıfatı ver­dikleri düşmanlar kazandıracaktır.
Oysa “Ben de müslümanım” iddiası, İslam'a göre isbat gerektiren bir iddiadır. Bu iddiada bulunan herkes Kur'an-ı Kerimle ve Kur'an-ı Kerim'de çerçevesi çizilen kulluk fıkhıyla karşı karşıyadır. İslam hiç kuşkusuz id zorla­yıcı bir din değildir. İslam'ın her insana verdiği bir muhay­yerlik, bir tercih hakkı vardır. Fakat bu muhayyerlik ve ter­cih hakkı, İslam'ı kabul edip-etmeme noktasındadır. İslam'ı isteyen kabul eder, isteyen kabul etmez. İslam'ın bu konu­da herhangi bir baskısı, herhangi bir zorlayıcılığı yoktur. Ancak İslam'ı kabul ettikten ya da kabul ettiğini söyledik­ten sonra bu muhayyerlik ortadan kalkar. Çünkü müslü­man olduğunu iddia eden herkesin, müslüman gibi olma yani gücü nisbetince İslam fıkhını yaşamaya çalışma mü­kellefiyeti vardır. Altını çizerek tekrar etmek istiyorum.
“Müslüman olduğunu iddia eden herkesin, müslüman gibi olma yani gücü nisbetince İslam fıkhını yaşamaya çalışma mükellefiyeti vardır”
İşte bu son yazdığım cümle, “Ben de müslümanım” diyen kitlenin daha ziyade kalburüstü kesiminden bazı hınltıların, bazı homurtulann çıkmasına neden olan bir cümle­dir. Çünkü bu hınitı ve homurtu sahipleri böyle bir müsltimanlık istemiyorlar.
“Biz müslümanız fakat şeriata karşıyız!.” diyen bu aydınlar(!), bu ifadeleri ile şeratsız bir müslümanlık, şeriatsız bir din istemektedirler!.
“Biz Allah'a inanıyoruz. Fakat bizlere Allah'ın ayetle­rini, Allah'ın hükümlerini sakın okumayın!.” diyen bu müstekbirler, konuşmayan ve işlerine hiç kanşmayan bir Allah istemektedirler!.
İyi, iyi de, konuşmayan bir Allah ve şeriatsız bir din var mıdır?
Konuşmayan tanrı(!), hepimizin bildiği gibi putperest­lerin elleriyle yaptıklan ve bilmem ne tanrısı diyerek yöneldikleri putlardır. Yoksa bunlar, bu akıllı şaşkınlar da, alem­lerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı böyle bir put yerine mi koymak istiyorlar? İslam'ın ne olduğu, ne olmadığı konu­sunda Allah susacak, Allah susacak da bu şaşkınlar mı ko­nuşacak?
Elbetteki şanı yüce Rabbimizi tenzih ediyor, tekrar tekrar tenzih ediyor ve böylesi sapıklann “Biz de müslümanız” iddialarını tasdik etmekten yine O'na sığı­nıyoruz. Çünkü böyle bir iddiayı tasdik etmek, bizlerden Önce onların kendilerine düşen bir görevdir. Böyle bir id­diada bulunuyor ve bu iddialannda samimi iseler öncelikle kendi inanç ve davranışlarıyla bu iddialarını tasdik etmeleri gerekir. Kendi itikad ve yaşantılarıyla kendi iddialannı tek­zip ediyorlarsa, bu boş ve anlamsız iddiayı bizler nasıl tas­dik edebiliriz ki.
Türkiye'de yaşayan müslümanların bu konuyla ilgili olarak karşılaştıktan ikinci ciddi mesele ise tekfir meselesidir. Çünkü yaşadığımız coğrafyada tevhidi gerçeklerle kar­şılaşan ve Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde ortaya konulan İslami bir kimliği sahiplenen birçok kardeşimiz, Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bu kimliğe uymayan herkesi tekfir etme eğiiimindedir. Müslümanlık iddiasında bulunan müstekbirleri ve bu müstekbirlerin açık küfürlerini gördükten sonra bu müstekbirlerle beraber aynı iddiada bulunan mustazafları, aynı iddiada bulunan geniş halk kesimlerini de tekfir eden bu anlayış, hiç kuşkusuz ki Kur'an-ı Kerime göre tahlil ve tenkid edilmesi gereken bir anlayıştır.
İnsan dergisini yayınladığımız 80 li yıllarda bu önemli konuyla ilgiii tahlil ve tenkidi yaptığımız zaman, bazı zorluklarla karşılaşmıştık. Karşılaştığımız bu zorluk, tekfir me­selesinde beyan ettiğimiz bazı görüşlerin, değişik müfessir­lerin kısmi görüşlerine göre tekzip edilmek istenmesiydi. Gerçi bu müfessirlerin nihai olarak ne dediği ile bizlerin ne dediği yeterince anlaşılmış olsaydı, belkide bazı keskin çı­kışlar hiç olmayacaktı. Ancak bir kısım kardeşlerimiz tara­fından bu yapılmamış ve müfessirlerin bazı nasslara dayalı yorumu, nass olarak telakki edilerek, bu kardeşlerimizin tekfir meselesindeki anlayışları ve yaklaşimlan daha bir ka­tılaşmıştır.
Oysa ki hangi müfessir olursa olsun, bu müfessirlerin kişisel veya tevil sınırlarına giren yorumlan, müslümanların asli meselelerinde kesin bir kanıt olarak ileri sürülemez. Çünkü nassa dayalı yorumlar, nasslardan kaynaklanmasına rağmen nass değildir. Önemli onlan bu gibi yorumların hakka, hakikate, zamana ve mekana en uygun olanını tesbit etmek ve bu yorumlardan böyle bir bilinçle faydalanabilmektir. Fakat yaşadığımız coğrafyada yayınlanan birçok tefsir, bu tefsirlerin müfessirlerine göre değerlendirilmekte, benimsenmeyen veya İlgi duyulmayan bir müfessirin bütün söyledikleri gözardı edilebildiği gibi, sevilen bir müfessirin de bütün söyledikleri kabul görebilmektedir. Oysa ki bu müfessirler ne kadar samimi ve ne kadar yetenekli olurlar­sa olsunlar, insan olmalan hasebiyle bu müfessirlerin de bazı konularda yanılabilecekleri dikkate alınmalıdır. Dolayı-sıyle samimi ve sahalannda yetkin birçok müfessirin geri­de bıraktığı eserlerden faydalanan dünya müslümanlarına düşen görev, bu müslümanlan hayırlarla yadederek nan­körlükten sakınmak ve bu müslümanların eserlerinde bazı yanılgılar varsa, bu yanılgıları tesbit ederek yaygınlaşması­na engel olmaktır. Çünkü bilinçli müslümanlara yakışan tavır bu olduğu gibi, değerli müfessirleri rahatlatacak ve hoşnut edecek yaklaşım da budur. Meseleyi şimdilik daha fazla uzatmadan söz konusu eserlerde bazı özel nasslardan hareket edilerek genel yorumlar yapıldığını ve bu genel yorumlardan yanlış hükümler çıkarıldığını söyleyebiliriz. Bu konuda tek tek ömek vermek ve bu örnekleri değerlendir­mekten ziyade yanlış yorumlara neden olan yaklaşımlara açıklık getirmemiz daha faydalı olabilecektir.
Kur'an'ı Kerim'deki bir hüküm tefsir edileceği zaman, bu hükmün nerede, ne zaman ve hangi konumdaki kimseleri muhatap ve mükellef gördüğü, mutlaka ve mut­laka dikkate alınması gereken bir husustur. Gerçi belirttiği­miz bu husus, genel olarak kabul edilen bir kaide olması­na rağmen, bu kaideye her zaman riayet edildiğini söyleyemeyiz. Nitekim müslümanların gündemine giren ve ayet-i kerimelere nisbet edilen bazı yanlış yorumlar, özel­likle bu kaidenin gözardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’a-ı Kerim hiç kuşkusuz ki tevhidi bir hareketi baştan sona anlatan, bu hareketin merhalelerini ve her merhale­nin kendine özgü fıkhını beyan eden bir Kitab'tır. Müslü­manların sık sık gündemine giren tekfir vakası, tabi ki Kur'an'ı Kerim'de de bulunan bir vakadır. Ancak birçok meselede olduğu gibi tekfir meselesi de Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde ve hareketin merhalelerine göre değerlendi­rilmesi gereken bir meseledir.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, tekfir meselesi, Kur'an-ı Kerim'de tek başına değerlendirilebilecek bir mesele değildir. Mesela tekfir meselesiyle ilgili olup, bu mese­leye ışık tutabilecek diğer önemli meselelerden birisi, top­lumsal azgınlık meselesidir. Toplumsal değişimi arzulayarak ciddi çalışmalarda bulunan müslümanlar için tekfir meselesinden çok daha fazla önemsenmesi gereken bu mesele, “Toplumsal azgınlık nedir ve sebebleri neler­dir?” gibi sorularla Kur'an'ı Kerime götürülmesi gereken bir meseledir. Çünkü bir toplumun neden ve nasıl azdığı bilinmelidir ki, bu nedenlere müdahale edilebilmesi ve bu nedenlerden kaynaklanan azgınlıkların izale edilebilmesi mümkün olabilsin.
İşte tekfir meselesiyle de ilgili olan bu soru ile Kur'an'ın bütünlüğüne yöneldiğimiz zaman, bu sorunun Kur'an'ı Kerim'de iki ayrı boyuttan değerlendirildiğini görü­rüz. Mekki surelerde ağırlık kazanan birinci boyuta, batılı yaşayan bir toplumun hakkı kabul etmeme ve hakka çıkamama nedenleri üzerinde durulur. Medeni surelerde ağırlık kazanan ikinci boyutta ise hakkı yaşayan bir toplumun ba­tıla meyletme ve batıla düşme nedenlerine açıklık getirilir. Toplumsal azgınlık meselesini batıldan hakka ve haktan batıla olmak üzere iki ayn boyutta beyan eden Kur'an'ı Ke­rim, her iki boyutta da tekfir vakasını gündeme getirmek­tedir.
Fakat ne zaman?
Hareketin hangi merhalesinde, hangi fiillerin faillerini tekfir etmektedir?
Her iki boyutta yer alan tekfir vakası, ferdi ve genel tekfir olmak üzere iki ayrı niteliğe sahiptir. Ferdi tekfir, bazı fiillerin failini muhatap alan ancak genele şamil kılın­mayan tekfirdir. Genel tekfir ise tekfir konusuyla ilgili Özel­likleri belirten bir zümreyi veya bir toplumu kapsayan tek­firdir. O halde tekfir meselesi dört ayrı grupta incelenmesi gereken bir meseledir. Bunlardan ikisi batılı yaşayan caniliyye toplumlarıyla ilgili olup, ferdi ve genel tekfir niteli­ğindedir. Diğer ikisi ise hakkı yaşarken batıla düşebilen toplumlarla ilgili olup bunlarda ferdi ve genel tekfir niteli­ğindedir.
Tekfir meselesiyle ilgilenen bütün kardeşlerimizin, çok kısa olarak belirttiğim bu tasnifi, mutlaka ve mutlaka dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü ciddi Kuran araş­tırmalarında bulunan bütün kardeşlerimiz tarafından altı çi­zilerek kabul edilebilecek olan bu gerçeklerin yeterince an­laşılmaması ya da yanlış yorumlanması, tekfir meselesinde birçok yanılgılara neden olabilmektedir. Nitekim bazı tef­sirlerde yer alan yanılgılı yorumlar, bu önemli konunun yeterince anlaşılmarnasından kaynaklanmaktadır. Bu tefsir­lerin muhtelif yerlerinde, İslam devletinde yaşayan kimse­leri muhatap alan ayet-i kerimelerden hareket edilerek cahiliyye toplumlarında yaşayan kimseler de tekfir edilebilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz hususları yeterince anlamayan kimselere makul gözüken bu yaklaşımdaki te­mel yanılgı, gerçek İslam toplumu ile kendilerini İslam'a nisbet eden cahiliyye toplumları birbirinden farklı kabul edilmesine rağmen, İslam toplumuyla ve İslam toplumun­da yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlarının ve bu toplumlarda yaşayan insanların da aynı hükümlerle yargılanmasıdır. Nitekim bu yaklaşımı doğru kabul eden ve bu yaklaşıma sahip çıkan kardeşlerimiz, İslam toplumunu ve İslam toplumunda yaşayan müslümanlan muhatap alan ayet-i kerimelerden hareket ederek, cahiliyye toplumlannı ve bu toplumlarda yaşayan insanları da tekfir edebilmekte­dirler.
.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İşte bu yaklaşım, açılması ve eleştirilmesi gereken bir yaklaşımdır.
Konumuzla ilgili olarak cahiliyye toplumlarını, kendi­lerini semavi bir dine veya semavi bir kitaba nisbet edenler ve nisbet etmeyenler olarak iki ayrı grupta değerlendirebiliz

Bu iki ayrı niteliğe sahip toplumlar bulunduğu gibi, bu iki ayrı niteliği bünyesinde kaynaştıran toplumlar da bulun­maktadır. Nitekim bazı ülkelerde yönetici kesim ve halkın bir kısmı putperest olmakla beraber, halkın büyük bir ço­ğunluğu kendilerini semavi bir dine veya semavi bir kitapa nisbet eden insanlardır. Cahiliye toplumlarını iki ayrı grup­ta değerlendirmemizin nedeni elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir. Çünkü Kur'an'ı Kerim bu iki ayırımı yapmakta ve putpe­rest toplumlarla, kendilerini semavi bir kitaba nisbet eden toplumlara farklı yaklaşmaktadır. Putperest toplumların, putperestlikle ilgili birçok yöneliş ve fiilleri genel olaral tekfir edilmesine rağmen kendilerini semavi bir kitaba nis­bet eden ve Kur'an'ı Kerim ifadesiyle Ehl-i Kitab olan top­lumlara daha farklı yaklaşılmaktadır. Bu yaklaşımdaki en önemli farklılık, Ehl-i Kitab ifadesiyle geniş bir kitle kastedilmesine rağmen bu kitlenin genel bir tanıma ve yargıya dahil edilmemesi, “Onların arasında şöyle, şöyle kimseler vardır” seklindeki İlahi hitaplarla bu kitlenen zümrelere ayrılması ve bu zümrelere farklı yaklaşılmasıdır. Ehl-i Kitaba karşı genel yaklaşım ise daha sonraki aşamalardaki mey­dana gelen, bir yaklaşımdır. Meselenin bu boyutunu şimdilik noktalayarak konuyla ilgili yanlış yorumlara ve yanlış yaklaşımlara açıklık getirelim.
Bir toplumun İslam toplumu olması ile bu toplumun kendilerini İslam'a nisbet etmesi tabi ki farklı şeylerdir. Herhangi bir cahiliyye toplumu kendisini İslam'a nisbet etse de, elbetteki biz bu nisbeti batıl telakki eder ve söz konusu toplumu, İslam toplumu kabul etmeyiz. Fakat son­ra, sonra ne yapılması gerekmektedir?
Bazı müfessirlere nisbet edilen ve kabul gören genel yaklaşıma göre; kendilerini İslam'a nisbet eden bir toplumun bu nisbeti dikkate alınmakta ve kendilerine “Madem ki İslam olduğunuzu iddia ediyorsunuz!.” denilerek, bu top­lum gerçek İslam toplumuyla ve İslam toplumunun mükel­lef olduğu hükümlerle karşı karşıya getirilmekte ve dolayısıyla bu nisbetlerinin batıl olduğu açıklık kazanmaktadır. İşte bu noktaya kadar gayet makul olan bu yaklaşım, aynı mecrasında akmaya devam ettiği zaman birçok yanılgılara ve tehlikeli sonuçlara neden olan bir yaklaşımdır. Nitekim bazı İslam mütefekkirlerine nisbet edilen düşüncelerin, teoride olmasa da pratikle karşılaştığı ve çıkmaza girerek du­mura uğradığı noktalar, zikrettiğimiz yaklaşımın aynı mec­rada akmasının bir neticesidir. Oysa kendilerini İslam'a nisbet eden bir toplumu bu yaklaşımla değerlendirdikten ve nisbetlerinin batıl olduğuna açıklık kazandırıldıktan son­ra, bu yaklaşımın durdurulması gerekmektedir.
Fakat durmamıştır, durdurulamamışdır bu yaklaşım!.
Kendilerini İslam'a nisbet eden cahiliyye toplumları bu yaklaşımla değerlendirildikten sonra cahiliyye toplumlarında yaşayan ve kendilerini İslam'a nisbet eden fertler de aynı yaklaşımla değerlendirilmeye devam edilmiştir. İşte bu nokta, birçok yanılgının başlangıç noktasıdır. Bu mecrada gelişen ve gelişecek düşünceler, insanları ister istemez İki ayrı çıkmaza götürecektir. Birinci çıkmaz, haksız tekfir ola­yı ile birçok ilişkilerin düğümlenmesi, ikinci çıkmaz ise müslüman olma keyfiyetinin erişilmesi güç bir hedef duru­muna getirilmesidir.
Ve bu iki çıkmazın ana nedeni, İslam toplumuyla ve İslam toplumunda yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlarının ve bu toplumlarda yaşayan insanların da aynı hükümlerle karşı karşıya getirilmesidir. Halbuki herhangi bir toplumun, herhangi bir cemaatin, herhangi bir ferdin İslami mükellefiyeti, zamana, mekana, konuma ve duruma göre (birbiriyle çelişmeden gelişim göstererek) değişebilen mükellefiyetlerdir.
Konumuzun başında tekfir meselesiyle ilgili en önem­li meselelerden birisinin toplumsal azgınlık meselesi olduğunu belirtmiş ve toplumsal azgınlığın, haktan batıla ve ba­tıldan hakka olmak üzere iki ayrı istikametinden söz etmiştik. Bu iki ayrı istikameti dikkate almayan ve önem­semeyen kimselerin, tekfir meselesinde hiç konuşmamala ve susmalarını istirham ediyoruz. Çünkü tekfir mesele­si, bu istikametlerle çok yakından ilgili olan bir meseledir.
Mesela iki insan ele alalım.
Bunlardan birincisi İslam toplumunda yaşayan bir müslüman, diğeri ise cahiliyede yaşayan herhangi bir in­san olsun. İslam toplumunda yaşayan müslüman, herhangi bir küfür fiilini işlediği zaman, bu müslüman haktan batıla meyletmiş olur. Haktan batıla meylederek küfre giren bir kimseye İslam'ın yaklaşımı, dinin ve İslam toplumunun maslahatını gözeterek tekfir etmektir. Dikkat edilirse İs­lam'daki bu tekfir eylemi, çok önemli iki maslahata binaen yapılan bir eylemdir. Bunlardan birincisi dinin maslahatıdır ki söz konusu küfür fiilini İşleyen kişi tekfir edilerek, bu fiil ve bu fiili işleyen fail, tertemiz bir din olan İslam'dan uzaklaştırılmıştır. İkinci gözetilen maslahat ise müslümanların maslahatıdır. Çünkü İslam toplumunu meydana getiren kimseler, birbirlerini tanımasalar da kendilerinden gözüken insanların müslüman oldukları ön kabulüyle hareket ede­rek karşı tarafa güven duyan kimselerdir. Dolayısıyla müslümanlardan gözükmesine rağmen küfür fiilini işleyen bu kimse tekfir edilerek, müslümanlar hem bu küfür fiilinden şiddetle sakındırılmakta ve hem de küfür fiilini işleyen kim­senin şerrinden korunmaktadır. Meselenin bu boyutunu daha fazla açmadan örnek verdiğimiz ikinci insana geçe­lim. Cahiliyede yaşayan bu insan aynı küfür fiilini işleyerek İslam'ı kabul etmezse, bu insan batıldan hakka gelmeyen bir insan durumundadır.
Peki, bu insana İslam'ın yaklaşımı nasıldır?
Aynı küfür fiilini işleyerek haktan batıla meyleden bir insanı hemen tekfir ettiği gibi, batıldan hakka gelmeyen bu insanı da hemen tekfir etmekte midir?
Hayır!. Elbetteki hayır!.
İslam'ın bu insana yaklaşımı, hak ve batıl tamamen ortaya çıkıncaya kadar bu insana yönelik tebliği sürdür­mek ve Sünnetullah'ın bir gereği olarak mühlet vermektir.
Haktan batıla meyleden kimseye tebliğ ve mühlet hakkının verilmemesi ise İslam toplumunda yaşayan ve İslam'la müşerref olan böyle bir kimsenin, toplumsal baskı, toplumsal yanılgı ya da bilmemezlik gibi bir mazerete sahip olmamasıdır. Oysa uzun yıllar batıl bir yaşantı içinde bulunarak kendilerine empoze edilen batıl değer ölçülerin­den etkilenen insanlar, bu toplumsal etkileşimin bir netice­si olarak karşılaştıkları hakkı kısa sürede algılayıp, bu hak­ka teslim olamayabilirler. Dolayısıyla İslam'ın bu gibi insanlara karşı müslümanlara vazettiği yaklaşım, bu insanları tekfir etmeden onlardan yumuşak sözle ayrılmak, o in­sanların anlayabileceği değişik versiyonlarla, hikmetle ve güncel örneklerle İslami tebliği devam ettirmek ve hak ta­mamen ortaya çıkıncaya kadar onlara mühlet vermektir. Dikkat edilirse, haktan batıla meylederek küfre giren kimseyi dinin ve müslümanların maslahatı gereği tekfir eden İslam, batıldan hakka gelmemek için ayak direyen insanı da, bu insanın muhtemel maslahatı için tekfir etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle İslam'a göre herhangi bir insanı tekfir et­mek veya tekfir etmemek, kin, öfke, düşmanlık gibi nefsi nedenlerden değil, dinin, müslümanların ve insanların maslahatlan gözetilerek yapılan bir eylemdir.
Verdiğimiz bu ikili örnek düşünüldüğü zaman, haktan batıla ve batıldan hakka olan bu iki ayrı istika­metin, hem tekfir meselesinde ve hem de herhangi bir in­sanın durumunu değerlendirirken önem kazanacağı anlaşı­lacaktır. “Herhangi bir insanın durum değerlendirmesiyle, bu istikametlerin ne ilgisi var?” demeyin. Mesela herhangi bir taşı suya attığımız zaman meydana gelecek olan halkaları ele alalım. Taşın düştüğü merkezdeki ilk halkaya A, bir sonrakine B ve daha sonrakine C diyelim. A halkası terte­miz bir İslam'ı, B halkası bidat ve hurafelerle karışık bir İs­lam anlayışını ve C halkası da küfür düzlemini temsil etsin.
Şimdi bana B konumundaki insanın durumunu sorsalar, bu soruya cevap vermeden önce söz konusu insanın daha önce nerede olduğunu sorarım. Bu insan daha önce A düzlemindeyse, birçok tevhidi gerçekleri kavramasına rağmen B düzlemine kaymışsa, bu insanın durumu çok menfidir. Çünkü bu insan, haktan batıla meyleden bir insandır. Söz konusu insan daha önce C düzlemindeyse ve C düzleminden B düzlemine geçmişse, ben bu durumu müsbet bir gelişme olarak telakki ederim. Çünkü bu insan henüz hakka gelmemekle beraber, hakka yönelen bir in­san durumundadır. Dikkat edilirse burada önemli olan isti­kamettir. İstikameti batıldan hakka doğru ise müsbet, hak­tan batıla doğru ise menfi bir durumdur. Dolayısıyla daha önceleri muvahhidlerin safında olan bir müslümanı, her­hangi bir belamın arkasında namaz kılarken gördüğümüz zaman göstermemiz gereken tepki ile; daha önceleri marksist olan bir genci aynı bel'amın arkasında namaz kı­larken gördüğümüz zaman göstermemiz gereken tepki bir­birinden farklıdır. Önceleri marksist olan gencin bu duru­munu, namaza teveccüh ve İslam'a meyil olarak telakki ederek müsbet karşılarız. Yöneldiği ve meylettiği dini he­nüz bilmeyen bu gence, tekfir değil tebliğle yaklaşmamız gerektiğini biliriz. Söz buraya geldiği zaman tekfir mesele­sinde sıkça gündeme gelen bir soruya da açıklık kazandır­mamız gerekecektir.
İslam'a göre bilmemek mazeret midir?
Bu ciddi soruya “Mazerettir” ve “Mazeret değildir” di­yerek birbiriyle kutuplaşan önemli bir çoğunluk vardır. Biz ise bu iki ayn kutuplaşmaya dahil olmadan, meselenin tahlil edilerek çözümlenebileceği kanaatindeyiz. Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki bu mesele, toplumların keyfiyetine göre farklı düzlemlerde ele alınması gereken bir mese­ledir. Mesela İslam toplumunda, toplumun ahenk ve nizamıyla ilgili olarak tüm vatandaşlara defalarca tebliğ edilen İslami prensiplerde, bilmemek mazeret değildir. Çünkü bu prensipleri öğrenmek müslümanların, öğretmek ise yetkili­lerin görevidir. Dolayısıyla İslam toplumunun ahenk ve nizamıyla ilgili olarak yetkililerin bildirmekle, müslümanların bilmekle yükümlü oldukları İslami prensiplerde, bilmemek mazeret değildir.
Hak ile batılın birbirine karıştırıldığı ve çoğu zaman batılın hakmış gibi empoze edildiği cahili toplumlarda ise durum farklıdır. Böylesi toplumlarda yaşayan insanları kas­tederek “Bilmemeleri mazerettir ya da mazeret değildir” di­yebilmemiz için, bu insanların bilmeleri gereken şeyin ne olduğuna açıklık getirmemiz gerekir
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Evet, bu insanların bilmeleri gerekirken bilmedikleri şeyler nelerdir?
Tabi ki konumuz İslam olduğu için, bu soruya İslami perspektiften cevap verilecek ve “Bir İnsanın müslüman olabilmesi ve İslam'da kalabilmesi için bilmesi gereken ger­çeklerdir” denilecektir.
Peki sormak istiyorum.
Bir insanın müslüman olabilmesi ve İslamlda kalabil­mesi için bilmesi gereken gerçekler nelerdir?
Hiç kuşkusuz ki birçok kardeşim, bu soruya uzun ve detaylı cevaplar verebilecek bir birikime sahip kardeşlerimdir. Oysa meselenin aydınlanabilmesi için bu soruya hepimizin malumu olan cevapları vermek yerine, insanlann bil­ileri gereken İslami gerçekleri ikiye ayırmamız gerekecekir.
Bunlardan birincisi, tebliğe muhtaç olmayan fıtri ger­çeklerdir. Diğeri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Mesela herhangi bir insan, ister cahiliye toplumunda yaşıyor ol­sun, isterse bir dağ başında bulunuyor olsun, bu kainatı yaratan bir Yaratıcıya iman etmekle yükümlüdür. Çünkü Kalu belada tasdik ettiğimiz bu gerçek, herkesin fıtratında bulunan ve tebliğe gerek duymayan bir gerçektir. Şanı yüce Rabbimizin isimleri, sıfatları, insanlara yönelik emir ve nehiyleri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Dolayısıyla tebliğe muhtaç gerçekler konusunda hak tebliğle karşılaş­mamış ve bunun ötesinde bu gibi konularda batıl tel­kinlerin saldırısına uğramış olan insanların, hak tebliğe muhtaç olan böylesi gerçekleri bilmemeleri bir mazerettir. Bu mazereti dikkate alarak bilmemekten ya da yanlış bil­mekten kaynaklanan bir yanlışa, bir şirke düşen insana olan İslami yaklaşımımız, bu yanlış fiili esas alarak tekfire değil, bilmemesini esas alarak tebliğe yönelmemizdir. Çün­kü tebliğe muhtaç olan gerçekler konusunda, bilmemenin bir mazeret olduğunu kabul ediyoruz. Bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımımıza karşı çıkarak “Oku emrini veren Kur'an-ı Kerim ortadadır. Okusunlar, öğrensinler” diyeceklerdir. Elbetteki Kur'an-ı Kerime ilgisiz kalmamaları, bilmeleri gere­ken gerçekleri okuyarak öğrenmeleri gerekmektedir. An­cak kendilerine göre haklı veya haksız nedenlerle onların bu “Oku” emrinin gereğini yapmamaları, aynı Kitab'ın bizlere yüklediği “Tebliğ edin” emrini görmemezlikten gelme­mizi gerektirmez.
Bu önemli mesele,1 itidal ve insafla ele alınması gere­ken bir meseledir. Batıl bir itikad ve batıl bir yaşantı içinde olan bir insan, ne anlama geldiğini bilmeden kelime-i tevhidi söylediği zaman nasıl ki o kimseye hemen “Müslüman” sıfatı vermiyorsak ve vermememiz gerekiyorsa; ne anlama geldiğini bilmeden şirk ya da küfür sözünü söyledi­ği zaman da, o kimseye hemen “Kafir” veya “Müşrik” sıfa­tını vermememiz gerekir.
Bilmemenin mazeret olup-olmadığı, dikkate alınıp-alınmayacağı konusuyla ilgili olarak Buhari ve Müslim'de şöyle bir hadis rivayet edilmektedir.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Ben, pey­gamberlerden (aleyhimüsselam) birinin acıklı bir hikayesini anlatmış olan Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ı şu anda sanki tekrar seyrediyor gibiyim. Demişti ki:
“Kavmi ona şiddetle vurup yaralamıştı. O hem akan kanlarını sili­yor, hem de: “Allahım, kavmimi mağfiret et, çünkü onlar bilmiyorlar” demişti.”
Evet, kendi dışımızdaki insanlara karşı göstermemiz gere­ken bu insaflı, bu itidalli, bu merhametli yaklaşımı, kendi içimizdeki kardeşlerimize yani müslümanlara karşı da gös­termemiz lazımdır. Çünkü tekfir meselesinde haddi aşan bazı kimseier, geleneksel anlayış içindeki bazı salih kimse­lere zulmettikleri gibi kendilerine ve gerçekten müslüman olan kimselere de zulmetmektedirler. Bu kimseler, Kur'an-ı Kerime bir bütün olarak,yaklaşmak adına öyle bir müslü­man tanımlaması getiriyorlar ki, yaşadığımız coğrafyada bu tanıma göre müslüman olabilene aşkolsun!.
Bu kimselerin temel yanılgısı, İslam toplumunda yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlannda yaşayan insanlan da aynı hükümlerle karşı karşıya getirmeleridir. Böyle bir yaklaşımın neticesi ise müslüman olma keyfiyetinin erişilmesi güç bir hedef durumuna getirilmesi ve haksız tekfir olayı ile birçok ilişki­lerin düğümlenmesidir. Halbuki herhangi bir toplumun, herhangi bir cemaatin, herhangi bir insanın İslami mükellefiyeti, zamana, mekana, konuma ve duruma göre (birbi­riyle çelişmeden gelişim göstererek) değişebilen mükellefi­yetlerdir.
Mesela bana, “Bir müslüman nasıldır, neleri yapar, neleri yapmaz” şeklinde bir soru sorsalar, Kur'an-ı Kerim bütünlüğündeki kamil müslüman tanımını bilmeme rağmen hemen cevap vermez ve söz konusu.müslümanın durumunu, nerede ve hangi şartlarda yaşadığını sorarım. Çünkü bu soruya de­taylı cevap verebilmemiz, Kur'an-ı Kerim'in dikkate aldığı hususlan, bizim de dikkate almamamıza bağlıdır. Nitekim konumuzun başında “Kur’an-ı Kerim'deki bir hüküm tefsir edileceği zaman bu hükmün nerede, ne zaman ve hangi konumdaki kimseleri mükellef tuttuğu mutlaka ve mutlaka dikkate alınmalıdır” demiştik. Çünkü müslüman olma key­fiyeti ve bu keyfiyetin getirdiği mükellefiyetler, müslümanların içinde bulunduğu konuma göre gelişim ve değişim gösteren mükellefiyetlerdir. Cahili bir toplumda yaşayan müslümanların mükellefiyetleri ile İslam toplumunda yaşa­yan müslümanların mükellefiyetleri tabi ki birbirinden fark­lıdır. Bazı kimselerin hikmetini anlayamadığı bu farklılıklar, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizler için rahmet olan şu hükümlerinden kaynaklanmaktadır.
“Allah hiçbir kimseye güç yetireceğinden başkası­nı yüklemez.”
“Hiçbir nefse gücünün kaldırabileceği dışında birşey yüklemeyiz..”
“Allah hiçbir nefse, verdiğinden başkasını teklif et­mez.”
Müslümanların mükellefleriyle ilgili ayet-i kerimeleri bu hükümlerin ışığında tefsir etmemiz gerektiği gibi tekfirle ilgili ayet-i kerimeleri de yine bu hükümlerin ışığında ve . müslümanların konumuna göre tefsir etmemiz gerekir. Mesela Medeni surelerde zikredilen bazı ayet-i kerimeler­de, müslümanlara sakınmaları gereken fiiller bildirilmekte ve bunlardan sakınmadıkları zaman mü'min ve müslim olmadıklan beyan edilmektedir. Bu fiiller arasında her hangi bir ayırım yapmadan, cahiliyye toplumunda yaşayan müslümanları bu fiillerle karşı karşıya getirmek, bilerek veya bilmeyerek yapılan bir zulümdür. Çünkü (İslam devletinde yaşayan müslümanları mükellef tutan bu hükümlerde “Al­lah'ın sizlere lütfettiği bu devlete, bu nimete, bu imkanlara rağmen şunlara yapmazsanız veya bunlan yaparsınız..” İn­celiği bulunmaktadır. Mesela tağuta itaat, Allah'ın hükmü­ne rağmen bir itaat olduğu zaman, bu itaat tağuta kulluk­tur. Bu gerçek, fazla tartışmadan kabul edilebilecek bir gerçektir. Fakat bu gerçeğin kabul edilmesi, meselenin ay­dınlanması için yeterli değildir. Nitekim birçok düşünür bu gerçeğe paralel bir bir yaklaşım göstermesine rağmen, bu yaklaşımdan hareketle yanlış vadilere sürüklenebilmiştir. Bu yanılgının nedeni “Allah'ın hükmü” ifadesiyle kasdedilen ve kasdedilmesi gereken şeyin, yeterince anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.
Tağuta itaat, Allah'ın hükmüne rağmen bir itaat ise bu itaat tağuta kulluktur.
Açık bir gerçeği içeren bu cümledeki “Allah'ın hük­mü” ifadesinden ne anlamamız gerekmektedir?

Bu konudaki genel kanı, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen hükümlerin tamamını kapsamaktadır. İtikadı açıdan bu hükümlerin hepsine iman etmek elbetteki İslami bir mükellefiyetimizdir. Ancak iman edilen bu hükümler “Amel iman­dan bir cüzdür” görüşüyle birleştirildiği zaman, ister-istemez haksız tekfir vakasıyla karşılaşılacaktır. Bu yanılgı­nın sebebi, “Allah'ın hükmü” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin yeterince açıklık kazanmamasıdır, Kur'an'ı Kerim, hepimizin bildiği ve iman ettiği gibi, Allah'ın hüküm­lerin bildiren ve beyan eden bir Kitab'tır. Bir müslüman olarak Kur'an'ı Kerim'deki bütün hükümlere muhatap oldu­ğumuz gibi, bu hükümlere İman etmekle de mükellefiz. Ancak muhatap olduğumuz bazı hükümlere karşı İslami mükellefiyetimiz, ameli değil itikadi bir mükellefiyettir. Daha açık bir ifadeyle itikadi mükellefiyetimiz bütün hü­kümleri kuşatmasına rağmen, ameli mükelefiyetimiz içinde bulunduğumuz konum itibariyle bütün hükümleri kuşatıcı değildir. Nitekim meseleyi ameli düzlemde değer­lendirdiğimiz zaman, hiçbir kuşku duymadan iman etmek­le mükellef olduğumuz bazı hükümlerle, içinde bulunduğu­muz konum itibariyle ameli düzlemde henüz mükellef olmadığımızı müşahade ederiz. Dolayısıyla Kur'an-ı Ke­rim'de zikredilen bütün hükümleri, içinde bulunduğumuz konum itibariyle ameli düzlemde mükellef olduğumuz ve henüz mükellef olmadığımız hükümler şeklinde değerlen­dirmemiz gerekir.
İşte meselenin bu boyutu dikkate alındığı zaman “Al­lah'ın hükmü” ifadesinden ameli düzlemde ne anlamamız ve ne anlaşılması gerektiği de açıklık kazanacaktır. Yukarı­da zikrettiğimiz cümlede geçen “Allah'ın hükmü” ifadesin­den, ameli düzlemde anlamamız gereken şey, içinde bu­lunduğumuz konum itibariyle mükellef olduğumuz hükümlerdir.
Şanı yüce Rabbimiz cahili toplumlarda yaşayan ferdi müslümanları, cemaat yapısına geçen müslümanları ve dar'ul İslam'a kavuşan müslümanları, bu müslümanların içinde bulundukları konum itibariyle değişik hükümlerle mükellef tutmaktadır. Bu hükümleri birbiriyle mukayeseli olarak değerlendirdiğimiz ve Medine döneminde nazil olan bazı hükümlerin, Mekke döneminde neden nazil olmadığı­nı yeterince araştırdığımız zaman, hem birçok hikmetlerle karşılaşacak ve hem de aşağıdaki ayet-i kerimelerin ne an­lama geldiğini daha iyi idrak edebileceğiz.
“Allah hiçbir kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez..”
“Allah hiçbir nefse, verdiğinden başkasını teklif etmez..”
Evet, Rahman olan Rabbimiz hiçbir nefse güç yetireceğin­den başkasını yüklemez, yüklemez ama, ne yazık ki Rabbimizin yüklemediğini yüklenen ve etraflarına da yüklemeye çalışan kardeşlerimiz bulunmaktadır!. Oysa Rahman ve Rahim olan, engin lutfu ile insanlara verdiklerinin sadece bir kısmını talep eden Rabbimiz, “Güç yetirebileceğimiz hükümlerle mükellefiz” cümle­sindeki “Güç yetirebileceğimiz” ifadesinden ne anlamamız gerekir?
İnsanların sahip olduklan kişisel güç, insanlann yapı­larına, durumlarına ve yeteneklerine göre değişebilen bir güç olduğuna göre, “Güç yetirebileceğimiz..” ifadesine ge­nel olarak hangi doğru anlamı veya hangi doğru ölçüyü vermemiz gerekir?
Meseleyi herkes kendi kişisel gücüne göre değerlen­direrek genel kanaatler ileri sürerse, elbetteki birçok ihtilaf­lar meydana gelecektir. Nitekim bazı samimi kardeşlerimiz güç yitirerek yaşadıklan bazı hükümleri, güç yetirerek ya­şanması gereken hükümler olarak İleri sürmekteler ve di­ğer insanian da bu hükümlerle mükellef tutmaktadırlar. Dolayısıyla haksız tekfir vakalarının bir nedeni de, böylesi yaklaşımlar olmaktadır. Bu gibi ihtilaf ve yaklaşımlardan uzaklaşabilmek için bu önemli meseleyi Kur'an'ı Kerim'e götürdüğümüz zaman güç meselesinde genel olarak şu gerçeklerle karşılaşırız.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
1- İslam cemaatinin bulunmadığı bir ortamda ferdi mükellefiyeti içeren bir hüküm, İlahi daveti kabul eden bü­tün müslümanlara şamil kılınan bir hüküm ise bu hüküm bütün insanların güç yetirebilecekleri bir hükümdür. İnsanların, insan olma hasebiyle sahip olduklan kişisel güç, bu hükmün yaşanabilmesi için yeterli bir güçtür. Nefsi maraz­ları ve zaaflan ileri sürerek “Benim buna gücüm yetmez” demek, batıl bir yaklaşımdır. Çünkü genele şamil kılman bu hükümde, insanlann yapılanna, konumlarına ve yete­neklerine göre değişebilen kişisel gücün tavanı değil, Rabbini ölçüye göre tabanı esas alınmaktadır.
2- İlahi davetin değişik merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan hükümleri ise nübüvvetle, imametle, tebligatla, ilgili hükümler olmak üzere muhtelif gruplarda değerlendirebiliriz. Müslümanlar içinde bulun­dukları konum ve yüklendikleri misyon itibariyle bu hü­kümlerden bazılarıyla mükelleftirler. Mesela İlahi daveti şa­hıslarında sembolleştirmekle yükümlü olan öncü ve örnek müslümanlar, tebligatla ve mübelliğle ilgili hükümleri yaşa­makla mükelleftirler. Ancak yaşadıkları bu hükümleri ge­nele şamil kılma yetkisinde değillerdir. Çünkü davetçi müslümanların fıkhı ile davete muhatap olan ve daveti kabul eden müslümanların fıkhı arasında belirgin farklar vardır. İlahi daveti gündeme getiren bir müslüman, cahüiye toplu­munda yaşamasına rağmen İsİam toplumunda yaşayan müslümanların mükellef olduklan birçok ferdi hükümleri şahsında yaşayabilir. Müslümamn bu davranışı kutlanacak ve gıpta edilecek bir davranıştır. Ne var ki kendisinin güç yetirebildiği bu davranışlara, başka insanların da güç yetirebilmesini bekleyemez. Bunu bekleme yetkisinde olmadı­ğı gibi bu davranışları gösteremeyenleri tekfir etme yetki­sinde de değildir. Çünkü İslam'ı kabul eden fertlere yüklenecek mükellefiyetlerde gösterilmesi gereken genel tavır, davetçinin kişisel potansiyeline göre değil davete muhatap olan insanların sahip oldukları kişisel potansiyel­lerin tabanına göre tesbit edilir. İlahi davete muhatap olan insanlann genel konumlarına göre hikmetli bir gelişim gösteren bu taban esnasında, nefsi marazlardan kaynaklanan zafiyetler dikkate alınmadığı gibi öncü müslümanların sahip olduklan aşkın potansiyel de dikkate alınmamakta ve taban esası bu iki ayrı kutuba göre tesbit edilmemekte­dir.
3- Gelişmiş bir cemaat yapısına kavuşan müslümanlara genel bir hüküm vazedileceği zaman, bu hükümlerde kişisel potansiyeller değil, cemaat potansiyeli dikkate alın­maktadır. Mesela davetin ilk merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan bir hüküm, Efendimiz (s.a.v.) ve bu hükme güç yetirebilen müslümanlar tarafından ya­şanmasına rağmen genele şamil kılınan bir hüküm değil­dir. Dolayısıyla bu hükmü yaşayanlar kutlanırken, yaşama-yanlann tekfir edilmesi söz konusu değildir. Fakat görüyoruz ki davetin ilk merhalelerinde genel şamil kılın­mayan bir hüküm, müslümanlar gelişmiş bir cemaat huku­kunu yaşamaya başladıktan sonra genele şamil kılınmakta­dır. Çünkü fert halindeyken bu hükme güç yetiremeyen müslümanlar, böyle bir cemaat yapısına kavuştukları za­man cemaat potansiyeline sahip olmaktalar ve bu cemaat potansiyeli ile güç kazanabilmektedirler. Artık kişisel potansiyelerin azlığı veya yetmezliği bir mazeret değildir. Çünkü cemaate şamil kılınan bir hükmün, cemaate bağlı fertler tarafından yaşanmasından hem bu fertler ve hem de cemaat sorumludur. Bir İslam cemaatinde genele şamil kılman bir hüküm varsa, bu cemaate bağlı olan müslüman­lar ferdi düzlemde bu hükümleri yaşamakla mükellef olduk­lan gibi, bu hükümleri kişisel güçleriyle yaşayamayan kar­deşlerine yardım etmekle de mükelleftirler. Kur'an'ı Kerim'de İslam cemaatını muhatap alan hükümler ise, hiç kuşkusuz ki davetin merhalesine ve cemaatin sahip olduğu potansiyele göre hikmetli bir gelişim göstermektedir.
Netice olarak güç meselesine bütün bunları dikkate alarak yaklaşmamız, kendimizin güç yetirebildiği bir şeyle, herkesi mükellef tutmamamız gerekir, Mesela herhangi bir hakkı gaspedildiği zaman bunu göğüsleyebilen, bu hakkını geri alabilmek için tağuti kurumlara başvurmaktan sakınan kardeşlerim vardır. Kardeşlerimin bu yaklaşımını makbul bir takva olarak görmeme rağmen; bu yaklaşımı İslami bir teşvik olarak değil, İslami bir mükellefiyet şeklinde genele şamil kılmalarını ise makul karşılıyamıyorum. Çünkü böy­lesi konularda takva esas alınarak fetva verilmez. Mustazaf bir müslümanın kendisine göre oldukça önemli olan ve İs­lam'a göre de meşru olan bir hakkı gaspedilmişse, benim bu müslümana “Hakkını alabilmen için hiçbir tağuti kuru­ma başvurma” diyebilmem için, bu müslümana hakkını alabileceği ya İslami bir kurum göstermem ya da bu müs­iümanın gaspedilen hakkını bizzat gidip benim almam ge­rekir. Bunları yapamıyorsam, susmayı tercih ediyorum. Bu müslümana “Hakkını alabilmen için tağuti kurumlara baş­vurman caizdir” demekten Allah'a sığındığım gibi, çaresiz kalarak bu başvuruyu yapan müslümanîan tekfir etmekten de Allah'a sığınıyorum. Ve bu vesileyle Rahman olan Rabbimizin af ve mağfiretine, hepimizin, hiç istisnasız hepimi­zin muhtaç olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum.
Şimdi sözü daha fazla uzatmadan ve buraya kadar yazdıklanmızı çok kısa bir mukaddime kabul ederek mese­leyi genel bir çerçeve içine almak istiyoruz.
Tasdik ve tekfir meselesi, dünya müslümanlarının oldukça hassas yaklaşmaları gereken meselelerdir. Çünkü herhangi bir insanın müslümanlığını tasdik etmek ya da herhangi bir insana müşrik veya kafir diyerek tekfir etmek, bizlerin insiyatifine bırakı­lan ve muhayyer olduğumuz meseleler değildir. Allah adı­na ve Alah'ın nzası için tasdik veya tekfir etmemiz gerekti­ği zaman, hiç şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim'i dikkate almamız ve Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen meselemizle ilgili ayet-i kerimeleri yerine, zamanına ve muhatabına göre değerlendirmemiz gerekecektir. Bu önemli meseleyi Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendirmek demek, elbetteki Kur'an'dan ha­bersiz insanları, Kur'an-ı Kerimle yargılamak demek değil­dir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen gerçekler, öncelikle ve öncelikle tebliğ edilmesi gereken gerçeklerdir.
Bu gerçekler tebliğ edilecektir ki, insanların bu gerçekler karşısındaki tutumları, bu ger­çekler karşısındaki inanışlan ortaya çıkabilsin. Bu gerçekler tebliğ edilmeden ve bu tebliğ açıklık kazanmadan, insanla­ra mü'minlik, müslümanlık, müşriklik, kafirlik gibi sıfatlar vermek, Kur'ani bir yaklaşım değildir. Çünkü mü'minlik, müslümanlık, müşriklik, kafirlik gibi sıfatlar, tüm insanlann İlahi vahiy karşısındaki yaklaşımlarına, İlahi gerçekler karşı­sındaki tutum ve inanışlarına göre kazanacakları sıfatlardır. Dolayısıyla bizlere düşen görev, muhatabımızın iddiası ne olursa olsun (bu iddiayı tasdik veya tekzip etmeden önce) ona insan olarak yaklaşmak, insan olarak tanımlamak, in­san olarak değer vermek ve ona İslam'ı''tebliğ etmektir. Bu tebliği reddeden insanları da sıfatlandırmakta acele etme­yip, İlahi tebliği reddetme nedenlerini anlamaya, bu ne­denleri izale ermeye çalışarak, tebliğimize sabır, tebliğimize merhamet, tebliğimize süreklilik kazandırmamızdır.
Bu tebliğ süresince bizler için önemli olan, bu daveti kimlerin kabul ettiği, İlahi gerçeklere kimle­rin teslim olduğudur. Çünkü İlahi davetin ilk dönemlerinde İslam dinine kimlerin dahil olmadıklarına değil, kimlerin dahil olduklarına önem verilmektedir. Tabi ki doğru ve hikmetli bir yaklaşımdır bu. Çünkü İslam toplumunda kimlerin İslam'dan çıktığı önemli iken, cahiliyye toplumlarında ise kimlerin İslam'a girdiği önemlidir. Dolayısıyla bu ülkeyi dar'ul İslam, bu toplumu da İslam toplumu görmediğimizden kimlerin tekfir edilmesi gerektiğini değil, bu toplumda kimlerin müslüman olduğunu, kimlerle kardeşlik hukuku­muzu, kimlerle velilik hukukumuzu yaşamamız gerektiğini önemsemeliyiz.
Evet, yazdıklarımızla ilgili birçok ayet-i kerimeler ve örnek­ler vermekten kaçınarak meseleyi çok kısa olarak değer­lendirmek istememize rağmen kitab sınırlarım zorlamış bu­lunuyoruz. Fakat yine de meseleye duyarlı ve itidalli kardeşlerimizin, kısa cümlelerdeki uzun manaları anlayabil­dikleri ve tekfir meselesine yönelik bu gibi yaklaşımlarla il­gili olarak genel bir kanaate sahip olabildikleri umudundayız.
İfrat ve tefride yönelik yaklaşımların kutuplaştığı ve her kutubun bazı ayet-i kerimeleri seçerek görüşlerini savunduğu böylesi önemli meselelerin ortak bir neticeye ula­şabilmesi, bu gibi meselelere tarafgirlikten uzak bir İtidalle yaklaşılmasına ve söz konusu meselenin Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirilmesine bağlıdır.
Bu önemli meselede ifrat veya tefride düşmelerine rağmen bu durumlarının farkına varamayan kardeşlerimi­ze, kendilerini tanımalarıyla ilgili olarak küçük bir ipucu vermek istiyorum. Herhangi bir meselede sahip olduğunuz görüşünüzü yüzlerce ayet-i kerimeyle çok akli olarak sa­vunmanıza rağmen, o meseleyle ilgili birkaç farklı ayet-i kerimeyi görmemezlikten gelmeye, gündeminize almama­ya veya tevillerle zorlamaya meyledebiliyorsanız, söz konu­su meseleyi Kur'an'ın bütünlüğüne göre çelişkisiz değil, de­lil olarak ileri sürdüğünüz yüzlerce ayet-i kerimeye göre çelişkili değerlendiriyorsunuz demektir. Oysa bizleri biraraya getirebilecek olan değerlendirme, söz konusu meseleyi Kur’an'ın bütünlüğünde ele alan çelişkisiz değerlendirme olacaktır. Dolayısıyla müslümanlar arasında yaşanan bu gibi çelişkiler, kendisinde hiçbir çelişki bulunmayan Kur'an'ın bütünlüğünde değerlendirildiği zaman, çelişkisiz bir neticeye ulaşılabilecektir.
Vahdet ilişkilerindeki temel prensiplerle ilgili olarak bu kısa girişi yaptıktan sonra, bu ilişkileri geliştireceğimiz muhatapları üç ayrı tasnife tabi tutarak, meseleyi müstakil başlıklarda ele alabilir ve özellikle tasdik ve tekfir meselesi­ni daha açık bir hale getirebiliriz.
Sözkonusu başlıkları değerlendirirken, aynı konuyla ilgili daha önceki kitab çalışmalarında belirttiğimiz muhtelif hususlara da değinecek ve gerekli gördüğümüz bazı yakla­şımları tekrar gündeme getireceğiz. Bu tekrarlarda bulunmamızın bir nedeni, bu meselelere İlahi vahiyden kaynak­lanan dünkü yaklaşımlarımız ile bugünkü yaklaşımlarımız arasında bir fark olmaması, diğer önemli nedeni ise tekrar zorunda kaldığımız bu gerçeklerin, pratik yaşantıda somutlaşıncaya kadar tekrar tekrar gündeme getirilmesi gereken gerçekler oluşudur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt