Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Türk anaları vatan size minnettar (1 Kullanıcı)

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
1. BÖLÜM

BİNBAŞI AYŞE HANIM

İstikbal Harbi hakkında yazılmış eserlerde göğüs göğüse çarpışmış pekçok Müslüman Türk kadınlarından bahsedilir. Nene Hatun, Kara Fatma, Ayşe Çavuş isimleri pek sık zikredilen şahsiyetlerdir. Binbaşı Ayşe Hanım da, adını hep minnet duygularıyla hatırlamamız gereken mübarek validelerimiz arasında yer almaktadır. Binbaşı Ayşe Hanım, bizzat kendi macerasını şöyle anlatmaktadır:
" – Büyük harpte Kafkas Cephesi'nde yaralanarak ölen kocamın ve tüm vatan evlatlarının intikamını almaya and içmiştim. Allah, bu fırsatı 15 Mayıs (1)335-(1919)'da bana verdi. İzmir'i Yunanlılar işgal ettiği sırada ilk mukâvemetimiz sona erip şehre Yunanlılar hâkim olunca Aydın'a gittim. Orada faaliyete geçerek bir Kuva-yı Milliye birliği teşkil edip, bilâhare Nuri Çetesi'ne katıldım. Aydın muharebelerini yaptıktan sonra Koçarlı'ya çekildik. Bu sûretle, bilfiil atıldığım İstiklal Mücadelesi'ne başından sonuna kadar iştirak ettim.
İlk defa Sakarya'da sol kasığımdan piyâde mermisi ile yaralandım. Seyyar hastanede tedaviden sonra tekrar müfrezeme iltihak ettim. Büyük Taarruz'da Mürsel Paşa Fırkası'na iltihak ettik. Ve Ahır Dağları'ndan düşman gerilerine akmağa memur edildik. İzmir'e ilk giden birlikler arasında ben de vardım. Ancak, bu arada misketle sol bacağım kırıldı."...
Binbaşı Ayşe, kocasının en kıymetli birer yâdigârı olarak sakladığı ziynetlerini satarak at, mavzer, elbise ve çizme tedarik etmiş ve bu mücadelede, derece derece terfi ederek Binbaşılığa kadar yükselmiştir...
Allah, tüm Türk evladını şefaatlerine mazhar eylesin...

KILAVUZ HATİCE

8 Mayıs 1920 tarihinde Pozantı'ya sıkıştırılan Fransızlar çok kritik bir duruma düşmüşlerdi. Zira, etrafı kuşatmış olan Türk kuvvetlerinin yapacakları taarruz, kendilerinin yok edilmesine sebep olabilirdi. Fransız kumandanı buhranlı dakikalar geçirmekteydi. Bu sırada, Hızır gibi yetişen genç bir Türk kadını, güya ufak bir ücret mukabilinde Fransızları bu müşkül durumdan kurtarmayı kabul etmişti... Kendilerine sözde kılavuzluk ederek Türkler tarafından ihmal edilmiş bir istikâmetten onları selâmete çıkaracaktı.
Kararlaştırılan saatte harekete geçen Fransızlar; gece karanlığında -güvendikleri bu Türk kadının kılavuzluğunda- onlar için meçhul bir semte doğru gidiyorlardı. Güneş ışımağa başlayınca kılavuzların ortada görülmediğini farkeden Fransızlar o civarın en ârızalı bir yerine, Karaboğazı'na sıkıştırdıklarını büyük bir acı ile anlamakta gecikmediler. Ama, iş işten geçmişti. Tam bu sırada, başlayan Türk taarruzu vaziyetin vahametini büsbütün arttırmış ve Fransızlar için tek ümit, Karaboğazı'nı vurup geçmek olmuştur. Ancak bu hareketin başlaması ile beraber çok kuvvetli bir yaylım ateşine maruz kalan Fransızları, bu baskını yapan müfrezeye bir kadının kumanda ettiğini dehşetle görmüşlerdi. Bu kadın, kendilerine kılavuzluk eden kadından başkası değildi. Ve onun cesaret ve mahareti sayesinde bu Fransız kuvveti tamamen esir edilmiş, küçük de olsa bir çıban ortadan kaldırılmıştır.
Hatice Hanım'ın Oynadığı Rol Ve Yaptığı Fedakârlık
Kılavuz Hatice'nin kahramanlıklarını dile getiren, "Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyâseti Arşivi"nde mevcut olan şu vesikayı birlikte okuyalım:
"Ordu Dairesi Reisliği'ne,
26 Şubat 1936 tarih ve 1. Şube 1988/789 sayılı yazı karşılığıdır.
İstiklal Savaşı'nda Türk kadınlarının, savaşın devamı müddetince, kâğnılarla ve sırtlarıyla orduya cephane, silah ve erzak taşıdıkları gibi; yaralıların yaralarını sarmak ve cephe gerisine taşımak gibi büyük hizmet ve fedakârlıkları sabittir…

Adana'nın Külek Nahiyesi'nin Banzınçukur Köyü'nden Hasan Ağa'nın Hatice, Fransızlar'a karşı vatani vazifesini yapmak ve yurdunu korumak maksadıyla Kilikya Milli Kuvvetlerinden Emin ve Derviş ağaların müfrezesine gönüllü olarak iştirak etmiştir. Bu müfrezeler Haçkırı, Kelebek, Bilemedik istasyonlarında bulunan Fransız kıtalarına baskınlar yaparak çok zâiyat verdirmiş ve Fransızlar'dan -çoğu Ermeni askeri olmak üzere- 200'den fazla esir ve birçok ganimetler almışlardır.

Bu muvaffakiyet, Adana Milli Kuvvetlerinin şöhretini arttırmış, yiğitlik ve yılmazlıklarıyla anılan halkın kahramanlık hislerini kamçılamış ve Pozantı saldırısını tesri etmişti. Milli Kuvvetlerimiz Pozantı'yı muhasara ettiler. 8 Mayıs (1)336 (1920)'de Pozantı'ya üç cihetten saldırış ve bombardıman başladı. Hakim mevkilerde bulunan toplarımızın Toros Dağları'nda akseden müthiş gürültülerinden zevk alan Milli Kuvvetlerimiz Pozantı'ya taaruruza başladılar. Bu taaruruza bütün kadınlar, çoluk çocuklarıyla halktan, birçok kimseler iştirak etti.
Pozantı'da mahsur kalan Fransızlar'ın Tarsus istikametinde bir yarma hareketi yapacaklarını anlayan Hatice, bir kolayını bulup Fransızlar'a hulûl etmiş ve onlara yanlış kılavuzluk etmiş ve pek sarp olan Karaboğazı'nı tıkadıktan sonra firar etmiştir. En kısa zamanda Milli Kuvvetlere ulaşan Hatice, düşmanın pek fena vaziyette olduğunu haber vererek emrine aldığı yüz kadar silahlı adamı ile Karaboğaz'ın iki tarafındaki tepeleri işgal etmiş ve Fransızlar tam yarma hareketi yaparken, bir ateş baskını ile düşmana büyük bir zayiat verdirmiştir. Bu baskın neticesinde Fransız kıt'alarından 9 subay, 550 esir er ve 7.5'luk bir top ele geçirilmiştir. Hatice Hanım'ın oynadığı bu rol ve yaptığı fedakârlık her türlü kahramanlığın fevkindedir”.

ŞEHİT TAYYAR RAHMİYE

Güney Cephesi'nde 9. Tümen kuruluşunda bir gönüllü müfreze vardı. Bunun komutanı genç bir kadındı. Tümenden aldığı bir emirle Osmaniye'deki müstahkem Fransız karargâhına taarruz edecek olan bu müfreze, 1920 senesinin 1 Temmuz sabahında harekete geçti. Tayyar Rahmiye, müfrezesini ustaca bir tertiple yavaş yavaş hedefe doğru ilerletti. Fakat, bir an geldi ki, artık ilerlemeye imkân kalmadı. Çünkü, Fransız karargâhı çok iyi tahkim edilmiş ve bol silâhla müdafaa edilmekteydi. Duraklayan müfrezesini harekete geçirmek, yeni bir taarruz hızı verebilmek için sarfettiği bütün gayretleri boşa çıktığını gören bu kahraman Müslüman-Türk kadını şiddetli düşman ateşine rağmen ayağa fırlayarak:
– "Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da siz erkek olmanıza rağmen yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz". Diye bağırdı.
Erkeklerin gururuna dokunan bu söz ve mana, bütün yürekleri sararak kahramanlık hislerini kamçıladı ve hücum yeniden başladı.
Yağmur gibi yağan düşman ateşi, bu hücumu bir an olsun durduramamıştı. Karargâh binasını saran çember gitgide daralıyordu. Müfrezenin efrâdı bir hayâlet gibi hedefine yaklaşıyordu. Yazık, çok yazık! Bu yiğit ve vatansever kadın, karargâh kapısına on adım kala şehid oldu. Bu kayıp, burada, büsbütün başka bir tesir meydana getirmiş ve Kuva-yı Milliyeci neferlerin onuruna dokunmuştur. Bu milli şahlanışın ateşlediği ruhlar, bir hamlede karargâhı zaptetmişlerdir.

Türk Kadınının Kahramanlık vesikası


Tayyar Rahmiye ile ilgili "Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyâseti Arşivi"nde bulunan belgede şunlar yazılıdır:
"Osmaniye Kazası'nın Kaypak Nâhiyesi Râziyeler Köyü'nden Rahmiye Hanım Fransızların işkence ve tazyiklerine tahammül edemeyerek Hüseyin Ağa'nın Milli Kuvveterine gönüllü olarak iltihak etmiş ve (1)336 (1920) Şubat'ında Hasanbeyli civarında 89. Tümenle icra edilen taarruza müfrezesiyle bilfiil iştirak etmiştir. Bu müsademede Fransızlardan 80 tüfek ve 2 makineli tüfek alınmıştır. Müsademede şehid düşen ve ateş altında kalan iki arkadaşını kurtarmak için milli kuvvetler derhal ileri atılarak gidip şehidleri kurtarmış ve bu kahramanca hareketinden dolayı kendisine "tayyar" (uçan) nâmı verilmiştir.
Temmuz ayında Osmaniye'deki müstehkem Fransız karargâhına saldıran arkadaşlarının tereddüdünü gören Tayyar Rahmiye:
"-Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünmekten ve saklanmaktan utanmıyor musunuz?" diye bağırarak arkadaşlarını hücuma teşvik etmiş ve Fransız karargâh kapısının on adım önünde alnından aldığı bir kurşun yarasıyla şehid olmuştur".
Türk Kadınının Vatanseverliği: Domaniçli Kahraman Ana

Milli Mücadele dönemlerini idrak eden kadın muharrirlerimizden Şükûfe Nihal Hanım, "Domaniç Dağları'nın Yolcusu–Bir Yurt Gecesi" isimli eserinde dikkat çeken bir olay nakletmektedir:

"... İstiklâl Cengi sıralarında İnegöl toprakları bir büyük facia geçirmiş. Domaniç Dağları'ndan inen bir köylü kadını, düşmana yol göstererek vatana ihanet etmiş olan öz oğlunu silâhıyla vurarak bizzat cezalandırmıştır. İki satırla kısaltılan bu hadise, bir roman, bir destan mevzuu olabilecek kadar geniş ve engin... Bir Türk kadınının yüksek vatan sevgisini ve inancını ifade ettiği için, kadınlık tarihimizin sayfalarına yeni bir ün katacak kadar haşmetli... Biricik sevgili çocuğunu kendi elleriyle yere seren kahraman ananın yaşadığı bu hâl, hakikaten ibret vericidir.
Hikâyeyi, Kurtuluş Savaşı'nda bulunmuş bir arkadaştan şöyle dinlemiştim:
"Bir Yunan fırkası, Bursa'nın Adranos Kazası'ndan geçti. Domaniç'ten, Sultan Dağları'ndan Kütahya üzerine doğru yürüdü. Karargâh Kumandanı Nâzım Bey şehid oldu. İnegöl halkı yediden yetmişine kadar düşmana karşı koymaya hazır... Silah bulamayanlar, taş, odun, demir parçalarıyla vatanı korumaya gidiyorlar!..
İhanet Affedilir Mi Hiç?
O sırada Domaniç Dağları'nın bu yiğit kadını da 20 yıl boyunca bütün bir gençliğini harcayarak yetiştirdiği oğlunun eline silahını veriyor. Ona aşıladığı vatan sevgisinden emin bir halde göğsünü gere gere, İnegöl'e düşmanın karşısına gönderiyor.
Lâkin, gel gör ki; dağdan inen bu saf köylü çocuğu, yaptığı işin kötülüğünü farketmeden düşmana haber taşıyor ve ihanetin en kötüsünü icra ediyor.
Bir gün, köyünde oğlunu, yurdunun kurtuluşu için dua ederek bekleyen bu talihsiz anaya, uğursuz bir haber veriyorlar:
" – Oğlun düşmana casusluk etti ana!".
Kadın bir an duraklamadan silahlarını kuşanarak atına binip yola düşüyor. Kuytu ormanlar, yalçın kayalar aşarak bir yıldırım hızı ile İnegöl'e iniyor. Aldığı adrese göre oğlunun bulunduğu yere varıyor. Kendisini görmek üzere geldiğini söylüyor.
Az sonra anasının gelişine sevinen genç, elini öpmek için koşa koşa yaklaşırken atının üstünde dimdik bekleyen kadın, kara feracesinin yerine sakladığı silâhı çekerek tek kurşunla onu toprağa seriyor... Ve atın başını çevirerek arkasına bakmadan, bir kasırga hızıyla dönüp kayboluyor..."

SÜREYYA SÜLÜN HANIM

İşte kahraman Türk kadınlarından bir kahraman daha... Milli Mücadele yıldızlarından bir yıldız daha... Süreyya Sülün Hanım... Süreyya Sülün Hanım Van'da doğmuştur. Yaşadığı kasaba, düşmanın korkunç zulüm ve tarruzuna maruz kalmış, babası şehit olmuştur. Nihayet, biraraya gelen beşyüz civarında cengaver, Erek kasabasında toplanarak aziz topraklarını savunmaya karar verirler. Ve tabii, Süreyya Sülün Hanım ve üç kardeşi de bu kahramanlar meydanındadır.
Yoğun bombardıman altında ilerleyerek Karaköse'ye gelen bu kahraman Kuva-yı Milliyeciler, Murat Irmağı boylarında tam bir buçuk ay düşmanla çarpıştılar. Beyazıt'a doğru yürürken yürekler acısı bir manzara ile karşılaştılar. Binlerce Türk köylüsünün işkenceler içinde can vermiş cesetlerini gördüler. Bu mezalimi yapan düşmana karşı hınçla taarruz edenlerin başında Süreyya Sülün Hanım da bulunmaktaydı.
Iğdır civarında çok kanlı çarpışmalar meydana geldi. Düşman birlikleri çok kuvvetli ve Rusya'dan devamlı surette takviye alıyordu. Beşyüz yiğit, yılmadan, kaçmadan savaştılar. Ölüyor, teslim olmuyorlardı. Bu muharebede Süreyya Hanımın üç kardeşi birden şehadet şerbetini içtiler. Kardeşlerinin kollarında can vermesine rağmen yılmadı ve cenk meydanını terk etmedi. Kala kala dört kişi kalmışlardı. Daha sonra Karaköse'ye çekilen Süreyya Sülün Hanım, burada Ziverbey Taburu'na iltihak etti. Bir ara yaralandı ve Erzurum'a döndü.
Düştü öne bu analar
Dilediler uyaralar
Bütün Türkler toplanıp
Memleketi kurtaralar
Kağnı ile cephaneyi,
Sırtımızda erzakını
Oğullarım biz taşırız
Ana hakkı bu unutmayız
Uyan ey Türk, uyan!
Türk yurduna girdi düşman
Doğurmuştur seni anan
Bugün için ey Türk uyan!

Düşman saldırlarına karşı göğüslerini siper ederek direnen kahraman analarımızın hakkını ödemek hakikaten mümkün değildir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, bu gerçeğe işaretle şöyle demektedir:
"Belki erkeklerimiz memleketi istila eden düşmanlara karşı sürgüleriyle, göğüs gererek isbatı vücud ettiler. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işlemiştir. Memleketin sebebi mevcudiyetini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkar edemez ki; bu savaşta ve ondan evvelki savaşlarda milletin can damarı hep kadınlarımızdır. Binaenaleyh, hepimiz o büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyyen tazim ve takdir edelim"

Araştırma: Oğuz KÖROĞLU
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
Nene hatun

Nene hatun

NENE HATUN

Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.
Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler.
Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.
Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:
- Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı.
Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü:
- Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle.
Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı.
Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru.
Aziziye'ye yerleşmiş olan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yüklenen kalabalık bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü iman karşısında.
Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlı'yı da kısaltıp sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu.
Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Ne "Osman" dinleyen oldu, ne de "Teslim"e kulak asan... Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı...
2.000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurumlu'nun atı yoktu. Fakat kaçan atlıyı kovalayan yayalar yine de onu yakalayıp haklamayı biliyordu.
Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından...
Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti.
Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkomutanına "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...

AYŞE ÇAVUŞ

Kurtuluş Savaşı'nın kadın kahramanlarından biri de Ayşe Çavuş'tur. Bu yiğit ruhlu Anadolu kadını, bir vesileyle Trabzon'dan geçerken burada neşredilmekte olan "İstikbâl Gazetesi"nin idârehanesine uğramıştır. O'nun hakkında bir hayli tafsilâta yer vermiş bulunan röportaj-haberin bir kesitini, adı geçen gazeteden biraz sadeleştirilmiş haliyle takdim edelim:

“Yazı işleri odasının kapısı açıldı. İçeri giren bir zabit:

– ‘Ayşe Çavuş!’.
Diye yanındakini tanıttı…
Ayşe Çavuş, yakasına siyah kıvırcık kuzu postu konulmuş, sağ koluna Çavuşluk rütbesinin resmi işareti olan iki kırmızı şerit takılmış, bir paltoyu giymiş, dizlerine kadar Anadolu'ya has üstü polatlı bir çorap çekmiş, başına koyu lâcivert bir başörtü sarmış, tepeden tırnağa kadar bir cengâver vaziyet ve tavrı ile neşeli ve güler yüzlü bir simâ ile hepimizi selamladı ve oturdu.
Muhterem çavuş, vaziyete hemen hâkim olmuş, ruhunun büyüklüğünü bize hissettirmişti. Her haliyle harpten yahut harplerden girip çıkmış bir savaşçı ruhu taşıdığını belli eden bu yiğit tavırlı kadınla konuşurken onun bütün ruhunu saran harp menkıbelerini ve hele Yunan çarpışmalarını dinlerken, bu vücudun içinde bir aslan yüreğinin saklı bulunduğuna hükmetmemek mümkün değil…
Ayşe Çavuş, o kadar nezih ve samimi ki, mûhitinde kimseye yabancılık hissini verdirmiyor. Dünyada, Yunanlılardan ve benzerlerinden başka herkes sanki onun ya kardeşi ya da evladı... Bununla beraber aklı ve fikri daima harpte. Beyanatı sırasında 28 yaşındaki oğlunun Demirci Muhârebesi'nde şehid düştüğünü naklederken gözlerinin önünde sanki o levhayı canlandırıyormuş gibi… Nazarlarını sabit bir noktaya dikerek bir müddet düşündü, sonra, derin bir nefes alarak ilâve eyledi:
– ‘Ah…!’ dedi, ‘Keşke birkaç oğlum daha olsaydı da, onlar da şehit düşeydi. Vatan yaşasın!.. Yoksa...’.
Nazarlarımızı ulviyet ve fazilete doğru çekip götüren bu manzara, aynı zamanda gözlerimizi yaşarttı. Ayşe Çavuş'a nereye ve niçin seyahat ettiğini sordum. Sade ve samimi bir ifadeyle şöyle anlattılar:
– Kırım'a gidiyordum. Oradan hicret etmişiz. Balkan Harbi, bizi oradan Bursa'ya hicret ettirdi. Daha sonra İzmir'e gelerek orada yerleştik. Ankara'da Ukrayna murahhas heyeti reisi Firunze ile görüştüm. Onun işareti üzerine Kırım'ı görmek üzere gidiyorum. İnşallah yakında döneceğim... Yunan İzmir'i işgal edince ben oğlum Ahmed ile beraber 800 atlı toplayarak dağa çekildim. Salihli etrafında dolaşıyorduk. Düşman Salihli'yi de alınca ben bu alçakları her halükârda kovup perişan etmeyi düşünüyordum.
Fakat herifler kasabayı işgâl ettikten sonra hemen her tarafı tel örgülerle sarmış diplerine bombalar koymuştu. Bu engelleri atlatmak mesele idi. Bir akşam, arkadaşlardan Hasan Çavuş'a dedim ki, bana 5-6 çift manda ve iki kalın urgan bulabilir misiniz? Bu Hasan Çavuş ve hepten arkadaşlar, ateş gibiydi. Hem benim mandaları ne yapacağımı soruyorlar hem de tedârik etmek istiyorlardı.
Zannediyorlardı ki, mandaları kesip ziyâfet vereceğim. Sağ olsunlar 6 çift mandayı da ipleri de buldular. Gece geç vakit idi, ben tel örgülere yanaştım. Kazıkların bir ikisini koparttırarak urganları mandalara bağlattım, hayvanları kasabaya doğru salıverdim. Kazıklar ve onlarla beraber tel örgüler, artık yerlerinden koparak mandaların peşinden sürüklenip gidiyorlardı. Arkasından biz de baskın veriyorduk. Kasabayı, öyle aldık ki, düşman bile nereden geldiğini anlamadı…
ayse.jpg


Anamız Şehid Olursa Yerine Biz Geçeceğiz

Hükûmet dairesine girdiğimiz zaman fazla ateş oldu. Burada üç şehid ile 6 yaralımız var. Fakat düşmanı temizledik. Canını kurtarabilenler esir oldu. Bu muharebede düşman, çok bomba ve mitralyöz bıraktı. Bunları hep aldık ve bunlarla yine onları tepeledik. Ondan sonra artık: Salihli, Demirci, Simav, Gördes, Kütahya ve nihâyet Sakarya muharebeleri başlamıştır. Gördes hattında ise Osman isminde ve on iki yaşında bir çocuk Kütahya'dan gelerek bize iltihak etmiştir. Çavuş rütbesini alan bu yavru asker, öyle savamıştır ki, nihayet ayağından yaralanmış ve bir gözü de sakat olmuştur.

Sakarya harbinde Haymana cihetlerinde bulunuyordum. Oradan epeyce atlı topladım. Hele Sakarya'da öyle harbettik ki, koca dere Yunan leşleriyle doldu”.
Gazete, daha sonra Ayşe Çavuş'un vatana ve millete olan sarsılmaz sadakatinden şöyle bahsediyor:
– “Biz Sakarya'da harbederken Ankara'daki kızlarım (Ankara'da üç kızı vardı) belki korkarlar diye Paşa Hazretleri (Mustafa Kemal Atatürk) onları Kayseri'ye sevk etmek istedi. Fakat gitmediler. Dediler ki,
– ‘Biz Ankara'dan ayrılmayız. Şayet anamız şehid olursa yerine biz geçeceğiz, muhârebeye gireceğiz”.
Ayşe Çavuş bu sözleri büyük bir zevkle, derin bir iftihar hissi ile söylemişti. Bütün fertlerini fedâkârlık hissi doldurmuş bu aileden pek tatlı ve civanmert bir eda ile bahsetmiştir.

Ankara'ya ne vakit gittiği sorulduğunda, Ayşe Çavuş sevenlerini güldürmüştür. Demiştir ki:

– “Ben ilk silâha sarıldığım sırada Salihli'de harp ederken Mustafa Kemal Paşa haber almış, beni Ankara'ya istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki:
– ‘Ben şimdi düğünü bozup da gelemem’.
Nihayet harpten sonra Ankara'ya geçtim ve Başkumandanımız Mustafa Kemal Paşa ile konuştum”...
Ayşe Çavuş habercilere verdiği beyanatta, 58 yaşında olduğunu söylemekle birlikte dinç ve çok çevik göründüğü belirtiliyor. Habere göre:
“Gözlerinden cesaret saçılıyor; biri omzundan, diğeri diz kapağından, üçüncüsü de üstünden girip altından çıkmak üzere ayağından üç yarası olduğu halde bunlardan âdeta bir eğlence gibi pek hafif bahsedip geçmiştir. Bu muhterem kadın tekrar veda ederken Salihli'de aldığı Çavuşluk rütbesine alamet olarak taşıdığı çifte kırmızı şeritlere hürmetini ifade eder bir vaziyette, dirseğini ileri doğru biraz yükselterek bir selâm vermiştir”.

FATMA SEHER HANIM

Kuva-yı Milliye döneminde en çok adı işitilen kadın kahramanlardan biri de, Fatma Seher Hanım'dır. İsminin başındaki "Fatma" dan dolayı "Kara Fatma" diye bahseden kaynaklar da vardır. Fakat o, daha ziyâde "Fatma Seher" olarak tanınmıştır. Fatma Seher Hanım'ın Kuva-yı Milliye devrindeki vatanî hizmetlerine dâir “Harp Tarihi Encümeni Arşivi”nde hayli vesika vardır. Hisarcık'ta Kaynarca mıntıkası kumandanı Naim imzalı ve 27 Ağustos 1920 tarihli Süvâri Livasına (Tugayı’na) yazılan raporda:
"… Fatma Seher Hanım'ın cepheden geri gelen efrat üzerindeki tesiri her türlü takdirin fevkindedir..." denilmektedir. Bu yazıya karşı gönderilen cevapta ise; "Bugünkü harekâtta pek çok yararlığı görülmüş olan Fatma Seher Hanım'a çok teşekkür ederim" kaydı vardır. Ayrıca 26-27 Ağustos 1921 tarihli ve 193 sayılı Liva Ta'mimi ile de Fatma Seher Hanım bütün efrat ve zâbitana karşı alenen takdir edilmekte ve kahramanlıkları örnek gösterilmektedir.
Kuva-yı Milliye'nin en meşhur kadın kahramanlarından biri olan Fatma Seher Hanım harp sonlarına doğru, memleketi olan Erzurum'a gitmek üzere yola çıkmıştı. Güzergahta bulunan Trabzon'da bir hayli kalmış ve burada yayınlanmakta bulunan "İstikbal" Gazetesi'ne sergüzeştlerini bizzat anlatmıştı. Onun şahsiyet ve mücadelelerinin aydınlanması mevzuunda son derece ehemmiyetli malûmatı ihtiva eden röportajın bir kısmını dikkatlerinize arz ediyoruz:
"Geçen hafta içinde, İnebolu'ya uğrayan Fransız vapuru, oradan, kendisini görenleri hayrette bırakan harikulâde bir şahsiyete sahip bir yolcu almış ve Trabzon'da bırakmıştır. Bu yolcu, bir zabittir. Başındaki turuncu kefiyesi, TBMM ordusunun serpuş numûnesine uymayan bu zabitin yakasında nefti, bir üçgen içinde iki yıldız, elinde gümüş saplı bir kamçı, ayağında zarif botlar vardı. Bu zabit, ufak tefek yapılı, bir bölük kumandanıdır. Adı, Fatma Seher Hanım'dır. Bir ecnebi, bu satırları okuduğu zaman bilir ki, ne kadar hayret edecektir.
Bir zabit... Kadın bir zabit... Bilmem dünyadaki bütün orduların içinde bir kadın zabit var mıdır? Bu kadın üç senedir, bir düzine Yunanla harp eden bir Kuvvacı ve bir senelik bir ordu zabitidir. Bu, ufak tefek kadının erkek elbisesi içinde taşıdığı çok kahraman, aynı zamanda çok mütevazı gönlünü, ah bir görüşüp anlasanız”...

Kocası, Vanlı Binbaşı Ezdeşin Bey idi. Büyük Sarıkamış kavgasında şehid düşmüştü. Edirne'de 5. fırkada iken karısı yanında idi. Kendi Kafkas'ta harbe giderken karısı Edirne'de çocukları ile kalmıştı. Mütârekeye kadar, Edirne'den çıkmadı, mütareke olunca İstanbul'a geldi. Oradan, Konya-Diyarbakır tarikiyle Van'a, babası Yusuf Abdal Ağa'nın yanına gitti. Vatan o günlerde derin, karanlık bir girdaba doğru, durmamacasına yuvarlanıyordu. Ne taze gelinlerde neşe, ne de, bir ayağı çukurda olan ihtiyarlarda ruh istirahati vardı. İngiliz zabitleri, üç taraftan sınırları aşmış heyet halinde Şark hududuna doğru ilerliyorlar, her şeyi de Türk Hükümeti'nin nüfuzunu alaya alarak idareye el koymuş bulunuyorlardı. Kimi yerde Rumlar, kimi yerde Ermeniler, kimi yerde her iki unsur birden binlerce seneden beri şerefine yan bakılamamış asil Müslüman Türk'e hakaret ediyorlardı.

Şehid binbaşı hanımı, Van'da, daha epey uzakta idi. Lâkin, için için yanıp tutuşmaya başlamıştı. Asabi, hasta, sert olmuştu. Birgün geldi ki, kadınlık nezaket ve inceliğinden kendisinde eser kalmadı. O günlerde, evvela "Trabzon Kongresi" daha sonra "Erzurum Kongresi" akdediliyordu. Erzurumlu Âişe Hanım'ın kızı artık daha fazla duramadı ve kardeşi Mehmed Çavuş'la birlikte teşkilata adam toplamaya koyuldu. Az zamanda yüz-yüzelli kişi kadar kişi topladı. Fatma Seher Hanım bu sırada dokuz yaşındaki kızı Fâtıma ile İstanbul'a geçti. Oradaki kardeşi Süleyman'ı da yanına aldı. Ve bir gün, İstanbul'dan onsekiz tüfek de elde ederek Alemdağı yoluyla az evvel, tâ Van'dan yüzelli kişilik kuvvetiyle gelen kardeşi Mehmed Çavuş'la İzmit civarında Taşköprü'de iltihak etti.

kara_fatma.jpg
fatmaSeher.jpg


Allah Aşkına, Din Aşkına İmdat, Yetiş Kara Fatma!

Bir Cuma gecesi Beşevler civarında kâin Kabakça'dan soluk soluğa bir adam geldi. Mehmed Çavuş'a bir imdat mektubu getirdi. Köylü iki gözü iki çeşme anlatıyordu:
– “Bizim köyden Mehmed'i bu gece gerdeğe koyduk. Tam bu sırada, köyümüzü bir Rum ve Ermeni çetesi bastı, eve girdiler, zavallı Mehmed'i bağladılar. Zevcesini de perişan ettiler. Gavurlar... Gavurlar...”.
Köylünün nefesi tutuldu. Sonunu söyleyemedi. Nihayet hıçkırarak bağırdı:
– “Kara Fatma, Allah aşkına, din aşkına imdat! Yetiş Kara Fatma, ırzımıza düşman tecavüz etti”.
Ertesi gün, kaç zamandır Davulcular ormanında gizlenmiş olan yüz elli kişilik kuvvetin başına geçen Kara Fatma; Gülbahçe, Mecidiye, Orhaniye, Arpalık köylerinin imam ve muhtarlarıyla, ileri gelenlerini ormana celp ettirdi. Onlara:
– “Ben Kara Fatma'yım. Ermeni jandarmalarının sizden her ay aldıkları iki yüz lirayı bundan sonra vermeyeceksiniz. Sizin ırzınızı, malınızı ben bekleyeceğim”.
Köylüler memnun döndüler. Kara Fatma artık kendini meydana vurmuştu... Kara Fatma yanına onyedi kişi aldı, gözlerini kan bürümüş köylüye:
– “Düş önüme"
Dedi. Çıkıp gittiler.

Milletin Namusuna Uzanan Eller

Kara Fatma, onyedi kişiyle Kabakça'yı sardı. Zalimler, köyün bütün genç kızlarını gelin evine doldurmuşlar, nara atarak alçakça eğleniyorlardı. İffetli Türk kızlarının boğuk feryatları bu çirkin gürültüler arasında o kadar yanık, o kadar tüyler ürpertici bir halde geliyordu ki... Onyediler Kara Fatma'nın komutasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Tam bu sırada, evden iki haydut çıktı. Bir kızı saçlarından tutmuşlar, avludaki samanlığa doğru sürüklüyorlardı. Samanlığın kapısı önüne geldikleri zaman, Sabancalı Murad ve Mecidiyeli Musa Çavuş ile Kara Fatma'nın oğlu Seyfeddin uzaklardan yetiştiler ve iki haydudu hakladılar. Talihsiz kız, düşüp bayılmıştı. Evin içindekiler ise samanlık önündeki hadiselerden habersiz, vicdan sızlatan eğlencelerine devam ediyorlardı. Bir ara, birkaç haydut daha, iki kızı sürükleyerek evden çıkardılar, Kara Fatma da daha fazla beklemeyi faydalı bulmadı ve erkeklere garip görünen bir kükreyişle bağırdı:

– “Ateş!..”

Üç–dört gün sonra Türk Ordusu, İzmit üzerinden taarruza başlayınca, Kara Fatma da orduya katılarak Kuva-yı Milliye'nin kahraman askerleriyle birlikte düşmana karşı savaştı dört gün boyunca. Bir yandan, savaşıyor, bir yandan da yaralanan askerlerin yaralarını sarıyordu. 12 Haziran 1921'de ordu ile beraber muzaffer olarak İzmit'e girdi. Orada 12 gün kaldı. 13. gün, kıtasıyla İznik havalisine Avdan Yaylası'na gitmesi emrini aldı. Kendisi hasta idi, kardeşi ile maiyetindekiler gittiler. Kendisi de onbir gün zarfında iyi olur olmaz, Oğul Paşa'da kıt'asına katıldı

29 Ağustos 1921'de düşman, Kara Fatma'nın tuttuğu cepheye; Kaynarca, Bereket Karadin üzerinden taarruza kalktı. Harp kaçınılmaz oldu. Birinci gün onbir saat, ikinci gün dokuz saat devam etti. Kara Fatma sol kolundan, oğlu sağ ayağından yaralandılar. İkinci gün akşam üzeri, Yunanlılar dört saat geriye çekildiler. Kara Fatma yine muzaffer olmuştu...

Fatma Hanım, Milli Mücadele’ye atıldığı zaman dokuz yaşındaki kızı da yanında idi.

Fatma Seher Hanım anlatıyor:
– “Bu kız da bana mı çekmiştir ne? Deli midir, nedir bilmem; şimdiye kadar yanımdan hiç ayrılmadı. Onu ekseriya İzmit'te bırakıyordum, fakat durmuyor, neferlerin peşine takılarak tâ siperlere kadar geliyor. Kaç defa harp ederken bana ve askerlerime mataralarla su taşımıştır. Bu çarpışmada zavallı kız sağ elini kaybetti. Şimdi İzmit'tedir”.
Fatma Hanım bu defa izinli olarak Ankara'ya geldiğinde kızı bir mektup yazdırarak ona göndermiş, mektubunda kendisinden küçük bir tabanca isteyerek,
– “Sağ elim yok ama, sol elle pek güzel atıyorum anne!”
Diye yazmış… İzmit'te, Yakın Şark Yardım Heyeti Reisi birgün Fatma Seher Hanım’dan bir fotoğrafını çıkarmaları için müsaâde talep etmiş. Fatma Hanım tabiî müsaâde etmiş. Fotoğrafı alındıktan sonra Amerikalı, kendisinden bu hediyesine mukabil ne hediye edilirse memnun olacağını sormuş. Fatma Hanım,
– “Hani onbeşli İngiliz silahı filintalar var ya; onlardan bulamadım, hediye edersiniz, nihayetsiz derecede makbule geçer”.

Amerikalı; yüzük, bilezik, küpe yerine; silaha, bombaya meyli olan bu kadının karşısında cidden hayrette kalmış. Ancak, o da silahtan bulamamış fakat, iki tâne saplı İngiliz bombası hediye etmiş.

Fatma Hanım; yürüyüşü, gezişi ve duruşu itibariyle tam anlamıyla asker bir karaktere sahip olmuştur.. Hülasa, askerlik onun ruhuna işlemiştir. Şu sözler kendisine aittir: "Ben kadınken iyi dikiş dikerdim"... Hakikaten kadınlığı onun için bir mazi idi artık. Ancak, bir annede bulunması gerektiği kadar da şefkatli idi. Mecazlarında, kinâye ve istiârelerinde muhayyilesine hakim olan bütün timsaller hep askerdir. Birgün karargâh zabitlerinin güçlüğünden bahsederken:

– “Menzil, posta beygiri gibi bir yerde durmuyor ki…”.
Demiştir. Fatma Seher Hanım'a cepheye ne zaman döneceği ve harpten sonra ne yapacağı sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
– “Kırk gün izinliyim, buradan evvela Erzurum'a gideceğim. Üç senedir görmediğim ana ocağıma şöyle bir hal hatır soracağım. Oradan Sarıkamış'a varıp Kazım Karabekir Paşa Hazretlerine hürmetlerimi arzedeceğim. Van'a kadar ya giderim ya gitmem... Orası uzaktır. Olur da günümü geçirirsem mesul olurum. Hoş, kumandanım çalışanlara pek bir şey demez, beni severler, ama nemelâzım. Bir saat evvel işbaşına dönmeli. Ya ben varmadan taarruz başlarsa o zaman halimiz nice olur!.. Benim üç senedir savaştığım yerlerde ne tâze kızım, ne taze gelinim, ne de dikili fidanım var. Fakat, bütün Türkiye benim toprağım. Ve bütün Türkler benim kızım, kardeşim, anam, babam. Ah şu, vatan uğruna gaza etmenin lezzetini tatmak yok mu!..”.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt