Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf'un önemi.. (1 Kullanıcı)

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
47560_414580221930706_1704724299_n.jpg
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Nefs'tir seni yolda koyan Yolda kalır nefse uyan.

~ Yunus Emre (k.s)~
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Şeyh Seyyid Tâhâ Hakkârî’nin (k.s)
Bir gece Şeyh Seyyid Tâhâ Hakkârî’nin (k.s) kilerine bir hırsız girmiş ve un çuvalını sırtlayıp kaçmak istemişti. Fakat kaldırmaya güç yetiremeyince çuvalın ağzını açtı ve içinden bir miktar un boşalttı. Tekrar kaldırmak için hamle ettiyse de başaramadı. Yine boşaltıp kaldırmaya çalıştığı sırada Seyyid Tâhâ hazretleri (k.s) kilere girdi. Çuvalın arkasından tutup,

- Evladım, yardım edeyim. Herhalde kaldıramıyorsun, dedi.

Şeyhin önce ayak sesini, ardından da söylediklerini işiten hırsız iyice korkmuştu. Durumu farkeden Şeyh Seyyid Tâhâ konuşmasını şöyle sürdürdü:

- Hadi ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim; ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim.

Hırsız bu müsamaha ve cömertlik karşısında çok etkilendi, iyice mahcup oldu. Şeyhten af dileyerek kendisine hizmet eden kimseler arasına katıldı.

Kaynak : Hal Dili, Semerkand Yayınları
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Evliyaya dil uzatan, onlara karşı edep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hal üzere ölür. ''

Hazreti Ebû Abdullah el- Kureyşî k.s
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
İmam-ı Rabbani hazretleri k.s buyuruyor ki:
Evliyanın çoğu her gece, yatacağı zaman, o gün yapmış olduğu işlerini, sözlerini, hareketlerini, hareketsizliklerini, düşüncelerini, her birinin niçin olduğunu anlarlar. Kusurlarını ve günahlarını temizlemek için, tevbe ve istiğfar ederler. Allahü teâlâya boyun bükerler, yalvarırlar. İbadetlerini ve iyiliklerini de, Allahü teâlânın hatırlatması ile ve kuvvet vermesi ile olduğunu bilirler. Bunun için, Hak teâlâya hamd ve şükür ederler.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Ey oğlum! Mümin dünyada sıkıntı çeker... Fakat hiç şüphe yok ki, o bu sıkıntılar içinde de, darlıktan sonra huzur bulur... Fakat sen hemen rahata talip oluyorsun. Biliyormusun, müminin rahatı, Rabbine kavuştuğu gün olacaktır...

Şah-ı Nakşibend k.s
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali r.a.k.c gelir, ihtiyaçlarını arz eder.
- Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.
Hz. Ali r.a.k.v hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar.
... Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...
- Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!
Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur.
- Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn!
Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der.
Hz. Ali r.a.k.v anlatır.
- Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir.
Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...
Bunu öğrenen fakir durur mu?
O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya.
Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur.
Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine
- Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der.
Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali r.a.k.v mahcup bir edâ ile cevap verir.
- Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..
İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde...
Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin.
Yoksa kumu altın yapmak gibi bir nefese sahip olabilmek mümkün olmaz
Dua ile..
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri (Radiyallahu teala anh)​
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Tarikat yolunda kemale erebilmek için

Silsemizin büyüklerinden Ali Ramiteni (Kuddise Sirrahu) Hazretleri bu yolda kemale gelebilmek için ne yapılması, nasıl bir hal içinde olunması gerektiğini anlatıyor.

KEMÂLE GELMEK İÇİN
Ali Râmitenî ki, büyük bir evliyâdır,
Her bir nasîhatinde, rabbânî tesir vardır.

Buyurdu ki: “Bu yolda, kemâle gelmek için,
Çok gayret göstermesi, lâzım gelir kişinin.

Yapsa da senelerce, mücâhede, riyâzet,
Yine de zor erişir, maksadına o gâyet.

Lâkin bir yol vardır ki, riyâzetten ayrıca,
İnsanı maksûduna, kavuşturur kolayca.

Bu da, “Bir evliyânın, kalbinde yer almaktır,
Ve bir gönül ehlinin, gönlünü kazanmaktır.”

Zîrâ cenâb-ı Allah, çok sever bu kulları,
Onların hürmetine, açar çok kapıları.

Kalpleri, “Nazargâh-ı ilâhî”dir onların,
Mahrum kalmaz hiç biri, o kalpte olanların.”

Ali Râmitenî’nin, sohbetine her yandan,
İnsanlar akın akın, gelirlerdi durmadan.

Dolup boşalıyordu, gece-gündüz hânesi,
Zîrâ onun sohbeti, cezb ederdi herkesi.

Bir hoca var idi ki, o devirde çok zengin,
Uğraşırdı herkesi, kendine çekmek için.

Ziyâfetler verirdi, şehrin ahâlisine,
Ki herkes onu sevip, gelsinler hânesine.

Lâkin gelen olmazdı, yine ona çok kişi,
O ise merak edip, anlamadı bu işi.

Ve bir mektup yazarak, Ali Râmitenî’ye,
Dedi ki: “Herkes size, geliyor, acep niye?

Ben yemekler yedirip, yapsam da çok ihsânlar,
Yine bana değil de, size gelir insanlar.”

Buyurdu ki: (Hikmeti, şöyledir ki bu işin,
Siz hizmet yaparsınız, “halka yaranmak” için.

Bizimse yoktur, aslâ, böyle bir düşüncemiz,
Allah’ın rızâsıdır, yegâne, tek gâyemiz.

Kim halkın rızâsını, düşünürse, mâlesef,
İnsanların nezdinde, bulamaz izzet şeref.

Kim de Hak rızâsını, düşünürse sırf eğer,
İnsanlar nezdinde de, kazanır kıymet değer.

Dediler ki: “Efendim, duâ ediyoruz hep,
Lakin kabûl olmuyor, sebebi nedir acep?”

Buyurdu ki: “Haramdan, yer ise eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, duâsı olmaz kabul.

Hiç günah işlenmiyen, bir ağız ile şâyet,
Her kim duâ ederse, kabûl olur o elbet.”

Biri de kendisinden, isteyince nasîhat,
Buyurdu ki: “Evlâdım, nefsine verme fırsat.

Zîrâ nefs-i emmâren kâfirdir senin şu an,
Ve Allah’a düşmandır, sen de ol ona düşman.

Onun hîlelerine, aldanma hiç bir işte,
Yoksa çok pişman olur ve yanarsın ateşte.

Bu yolun büyükleri, nefsine muhâlefet,
Ederek Rablerine, ulaştılar nihâyet.

Kötü arkadaştan da, çok sakın ki evlâdım,
O seni felâkete, götürür adım adım.

Nefisten de kötüdür, zîrâ kötü arkadaş,
Cehennem’e sürükler, seni o yavaş yavaş.

Gözünü iyi açıp, gelme ki hiç gaflete,
Yoksa dûçar olursun, ebedî felâkete.

Alıntı: İSMAİLAĞA CEMAATİ İSMAİLAĞA ismailağa İSMAİLAĞA ismailaga İsmailağa İsmailağa İsmailaga.info
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ABDESTSİZ EMZİRİLEN BİRKAÇ DAMLA SÜT
On beşinci yüzyılda Gelibolu’da yetişen velîlerden.Yazıcızâde lakabıyla tanınmıştır. Babası âlim bir zât olan ve kâtiplik yapan Sâlih Efendi, ağabeyi ise meşhur âlim Yazıcızâde Muhammed Efendidir. Doğum târihi belli değildir. Eserinde yer alan “Hak teâlâ hazretleri, miskîn Ahmed-i Bîcân’ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu’da yarattı.” ifâdesinden onun Gelibolu’da doğduğu anlaşılmaktadır.

Ahmed-i Bîcân bir gün, Gelibolu’nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu.
“Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki:“Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun.”

Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır.”

Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu. Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve;
“Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen.” dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân’a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da;
“Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye girmedim.” dedi.

Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân’a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca;
“Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?” dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; “Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın.” dedi. Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna;

“Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur.” dedi. Ahmed Bîcân; “Doğru söyledin.” dedi.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
MÜMİNİN FİRÂSETİ – ABDULHALIK-I GUCDUVANİ HAZRETLERİ

AbdülHalık Gucduvani (Kuddise Sirrahu) Hazretleri Evliyânın önderlerinden ve Altın Silsilemizin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti.

MÜMİNİN FİRÂSETİ
Abdülhâlık Goncdüvânî, namazları ekserî,
Kâbede edâ edip, dönerdi tekrar geri.

Bir aşûre gününde, hazret-i Abdülhâlık,
O gün talebesiyle, sohbette, bir aralık,

Müslüman kıyâfetli, bir genç girdi içeri,
Talebe arasında, oturdu diz üzeri.

O hazret, bir taraftan, hem sohbet ediyordu,
Yine bir taraftan da o genci süzüyordu.

Sohbeti dikkatlice, dinleyen o genç adam,
Dedi ki: “Ey efendim, Resûl aleyhisselâm,

“Müminin firâsetinden, sakının ey insanlar,
Çünkü onlar, Allah’ın nûru ile bakarlar.”

Diye buyurmuşlardır, sahâbeye bir kere,
Bu hadîsin sırrını, anlatınız bizlere.”

Buyurdu: “Sırrı şu ki, belindeki zünnârı,
Çıkar at, müslüman ol, kandırma insanları!”

Genç îtirâz etti ve dedi ki: “Yok zünnârım,
Ve onu kuşanmaktan, Allah’ımdan korkarım.”

Buyurdu: “Öyle ise, çıkar da kaftanını,
Öğrenelim içinde, zünnar olmadığını.”

Çıkardı kaftanını o genç, istemeyerek,
Belindeki zünnârı, çıkınca, üzüldü pek.

Bu durum karşısında, utandı, mahcup oldu,
O an İslâma karşı, kalbine sevgi doldu.

Anladı, müminlerin, firâseti nasılmış,
Ve Allah’ın nûruyla, mümin nasıl bakarmış.

Kalbinde ona karşı, hâsıl oldu muhabbet,
Getirip bin şevk ile, kelime-i şehâdet.

Müslüman olmak ile, şereflendi o anda,
Sâdık bir talebesi, oldu hem de sonunda.

Hazret-i Abdülhâlık, buyurdu sonra hemen:
“Bu genç, maddî zünnârı, kesip attı belinden,

Biz dahi şu mânevî, zünnârı atalım,
Bunlar, gurûr, kibirdir, bunlardan kurtulalım.”

Talebeler topluca, o gün tövbe ettiler,
Ağlayıp gözlerinden, sel gibi yaş döktüler.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.”

EVİN MESCİT OLSUN
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin mânevî oğulları Şeyh Evliyâ Kebir’e yaptığı nasîhatlerinden her biri bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerinde düsturlardır. Bir tânesi şöyledir:

Yavrucuğum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma. Resûlullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî uygulayıcısı olan eshâbın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçilerden sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret âfettir, tehlikelidir. Hemen her hâlinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemâatle kılmaya gayret et. Bid’at sâhibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Kâdılık ve müftülük gibi övülen bir makam da olsa herhangi bir makâma meyletme. Devlet idarecileri ve onların adamları ile dostluk kurma. Din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen bayağı kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helâl yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyâlık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dînin elden gider. Çok gülme. Kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakîr görme. Kimse ile münâkaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felâkete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Yenisinin gereği olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Sermâyen fıkıh, din bilgisi, evin mescid olsun.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
RUHUN GIDASI ZİKRİN ÖNEMİ


Anma, anımsama, ezberleme, hatırlama. Söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua için kullanılan sözler. Bazı alimler zikri, insana sevap kazandıran her türlü hareket olarak tarif etmişlerdir.

Zikir, daha çok tasavvufi anlamda kullanılır. Tasavvufta da, Allah’ın yüceliğini dile getirmek ve manevî yetkinliğe ulaşmak amacıyla belli bir söz ya da cümleyi yinelemektir. Yüce Allah’ın bilinen güzel isimleri ve tevhid kelimesi (Lâ ilâhe illallah) ile yapılır.
Zikir, “zekere” fiilinin masdarıdır. Aslı “zikr”dir. Türkçe’de zikir diye kullanılır. Zükr kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu ezkâr ve zükûr olarak gelir. Zikrâ kelimesi de, zikr’in mübalağası olup çok zikretmek demektir.
Zikir, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur’ân’da üç yüz’e yakın yerde geçmektedir.

Yüce Allah Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde Allah’ı zikretmeyi emretmiştir. Bu âyetlerden birinin meâli şöyledir: “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (el-Bakara, 2/152).
Yüce Allah bu âyette zikir ile şükrü bir arada anmıştır. Zikir de şükür gibi üç çeşittir. Bunlar, dil, kalb ve beden ile yapılan zikirlerdir. Dil ile zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleri ile anmak, O’na hamdetmek, tesbihte bulunmak, Kur’ân’ı okumak ve dua etmektir. Bu çeşit zikri dile getiren birçok âyet vardır. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:

“İşte bu (Kur’ân) da, bizim indirdiğimiz bir zilkirdir (öğültür). Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?” (el-Enbiyâ, 21/50).

Kalb ile zikir de, Yüce Allah’ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür. (bk. “Tefekkür mad.”)
Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah’ın yolunda bulundurması ile mümkündür (el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259 vd.; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659).
Yukarıda meâli sunulan âyette geçen, “Siz beni anın ki ben de sizi anayım” ifadesi, alimler tarafından çeşitli manalar için yorumlanmıştır. Bu yorumların şöyle özetlenmesi mümkündür:
“Siz beni ibâdet ve itâatla zikredin ki, ben de sizi rahmetimle zikredeyim. Beni dua ederek zikredin, ben de sizin dualarınızı kabul edeyim. Benim verdiğim nimetleri hamd ve senâ ile zikredin, ben de size nimetlerimi artırayım. Siz beni dünyada zikredin, ben de sizi ahirette zikredeyim… Beni, varlık ve refah içinde olduğunuzda zikredin ki, ben de sizi belâ, musibet ve sıkıntılarınız zamanında zikredeyim… Beni, benim yolumda cihâd ederek zikredin ki, ben de sizi hidâyetimle zikredeyim. Beni sıdk, samimiyet ve ihlas ile zikredin, ben de sizi sıkıntılardan kurtarmak ve bilgi ile ihtisasınızı artırmakla zikredeyim. Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim” (er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, Mısır 1937, IV,143 vd).
Zikrin önemini bildiren ve zikir hakkında emir ve tavsiyelerde bulunan diğer bazı âyetlerin meâli şöyledir:
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler (anarlar). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabb’imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!…” (Alu İmrân, 3/191).
“Onlar ki, inanmışlardır ve kalbleri Allah’ı zikretmekle (anmakla) yatışır. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmek (anmak)la kalbler yatışır” (er-Ra’d, 13/28).
Âllah’ın emrine uyan müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; işte Allah, bunlar için bir mağrifet ve büyük mükâfat hazırlamıştır” (el-Ahzâb, 33/35).

“Ey inananlar, Allah’ı çokça zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin” (el-Ahzâb, 33/41, 42).
Meâlleri verilen âyetlerde görüldüğü gibi, Yüce Allah zikir ehli olan kadın ve erkekleri, müslüman, mü’min, tâat ehli, doğru, sabırlı, oruç tutan, hayır ve sevap ehli, iffetli ve namuslu kişilerle beraber anmıştır.

Hazreti Muhammed (s.a.s) de, “Zikrin en faziletlisi, Lâ ilâhe illallah ve duanın en faziletlisi de elhamdu lillah’dır” (İbn Mâce, Edeb, 25) diyerek, tevhid kelimesi ile zikirde bulunmanın islâm dinindeki önemini ifade etmiştir. Bilindiği gibi zikirde esas unsur, diğer varlıkları unutarak, hatta yok sayarak Allah’ı anmaktır. Onun için Allah’ın varlığını ve birliğini ifade eden tevhid kelimesi, en güzel zikir olarak kabul edilmiştir. Tevhid kelimesi bir bütün halinde, “La ilâhe illallâh Muhammedürrasûlüllah” şeklindedir. Zikirde söylenen la ilâhe illallah, tevhid kelimesinin ilk yarısıdır. O da iki kısmıdır. Birinci kısmı, cümlenin ilk yarısı olan “La ilâhe”dir. Manası, “hiç bir ilâh yoktur” demektir. Bu olumsuz kısma “nefy” adı verilir. İkinci kısmı ise, “illallah”dır. Manası,”ancak Allah vardır” demektir. Bu kısmın adı ise, “isbat”tır. Tevhidin bu kısmına tehlil de denir (Necmüddin Kübra, Tasavvufi Hayat, trc. Mustafa Kara, İstanbul 1980, 59 vd).

Tasâvvuf ehline göre, Hz. Muhammed (s.a.s) dört halifeye ayrı ayrı zikri öğretip tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a)’a hafî (gizli) zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye’cehrî (sesli) zikri ve Hz. Osman’a da kalbî zikri öğretmiştir (Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,198 vd). Bizim silsilemiz de Hz.Ebubekir(r.a)’den gelmektedir…

Peygamberimiz (s.a.s) başka bir hadiste de zikir hakkında şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar bir araya gelip Allah’ı zikrettikleri zaman, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder. “

Ebu Hüreyre (r.a) bir gün çarşıya gider ve oradakilere şöyle seslenir: “Hz. Muhammed (s.a.s)’in mirası camide taksim edildiği halde, siz buralardasınız!..” Çarşıdaki insanlar hemen camiye giderler. Fakat miras diye bir şey göremezler. Ebu Hüreyre’ye gidip şöyle söylerler: “Yâ Ebu Hüreyre, camide taksim edilen herhangi bir miras görmedik.” Ebu Hüreyre onlara; “Neyi gördünüz?” diye sorar. Onlar; “Allah’ı zikreden ve Kur’ân okuyan insanları gördük” derler. O zaman Ebû Hüreyre “İşte peygamberin mirası odur” der (el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y., I, 296).

Peygamberimiz (s.a.s)’in zikrin fazileti ve onun çeşitli günahların affına vesile olduğuna dair söylemiş olduğu daha hayli hadisler vardır (bk. Muhammed b. Allan, Delilu’l-Fâlihîn, Mısır 1971, IV, 210 vd.).

Meâl ve açıklamaları sunulan bütün bu ayet ve hadislerden anlaşıldığı gibi zikir, insanı Allah’ın dışındaki varlıkların her türlü kötülüklerinin tesirinden muhafaza eder, Allah’a bağlılığını sağlar ve her nevi tevhidi muhafaza eder. Bununla beraber, insanın gönlüne huzur verir, dünya ve ahiretin mutluluğuna kavuşturur.

EFENDİ HAZRETLERİMİZDEN KISA KISA…..
Kalbin huzur bulması da şu ayeti kerime de buyrulduğu üzere ancak zikrullah ile mümkündür.
”Agah olunuz!(biliniz ki) kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur(sükunet) bulur.(Rad Suresi:28)
Herşey arkaya atılacak.Bunu tam becerirse,insana ne şeytan nede nefis tesir edemez.Mevlaya böyle yönelmeyi tarikat ehli bilir.
Onlar,Mevlayı zikir ede ede Allah’a yönelir ve yaklaşırlar.O yönelmede ilerledikçe salikin nazarında dünya ve ahiret yok olur,hatta kendi varlığını bir varlık bilmez.Onun için şeytan ona yaklaşamaz.nefside ona etki edemez.
Şeytan ateşten yaratılmıştır.Nurun yanında ateş yok olur.Bu nedenledir ki mümin sırattan geçerken cehennem şöyle diyecek:Mealen:
”Geç ya mümin’Muhakkak senin nurun benim ateşimi söndürdü.”
Şu ayeti kerimede Mevla Teala şöyle buyurmaktadır:
”Rabbinin ismini zikret ve bütün mahlukattan son derece kesilmekle ona yönel”(Müzzemmil:8)
Bir taraftan kalbindeçarşıdaki gürültüler gibi çeşitli vesveseler ve düşünceler varken,bir taraftan da ‘Allah’,'Allah’ diyorsan,bu,gafletle zikir olur.İnsan sırf Allah’a sığınarak zikir etmelidir.

Peki zikir etmeyince ne oluyor.Mevla Teala mealen buyuruyor ki:
”Her kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse biz ona şeytanı musallat ederiz.Artık o (şeytan),onun yakın arkadaşı olur.(Zuhruf:36)
Her bela her günah zikirsizlik(Allah’ı unutmaktan) ileri geliyor.İmam-ı Gazali Hazretleri:
”Bir lahza dahi zikirden boş kalanı,yumurtanın beyazının sarısını kapladığı gibi şeytan onu kaplar ve ozaman şeytan ona ne istese yaptırır.”buyuruyor.

Allah’ı niye unutuyoruz?Unutmaya hakkımız var mı?
Ger zaman gafil Ez rahman şevi
Ender Andem hemdemi şetan şevii
”Eğer bir zaman Rahman’dan gafil olursan,o zamanda arkadaşın şeytan olur”
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Rabıta hakkında bilgisi olmayanlar, rabıtanın dinde yeri olmadığını, sahabe zamanında da böyle bir şeyin mevcut olmadığını söylüyorlar. Bu yazımızda onlara cevap vereceğiz…

Öncelikle şunu söyleyelim ki Rabıta bir ibadet değildir. Rabıta tasavvuf yolunun bir eğitim metodudur ancak kaynağını dinden almıştır. Bid’at değildir.

Kalp deyince anlamamız gereken şey vücuttaki et parçası değildir. Ruhumuzdaki latifedir. Ruhumuzda 5 alemi emirden, 5 de alemi halktan olmak üzere 10 latife vardır. Bunlardan birisi de kalptir. Daha çok gönül alemi olarak biliriz. Yaşadığınız heyecanların, sevgilerin, muhabbetlerin veya tuttuğunuz kin ve hasedin yeri ruhtaki kalp latifesidir. Daralan, genişleyen, huzur bulan veya huzursuzlanan yer yine ruhumzdaki kalp latifesidir. Rabıta, ruhumuzdaki kalp latifesi ile alakalıdır..

Rabıta manevi bir bağ kurmak, ruhsal etkileşim yapmak ve düşündüğü kişi ile etkileşime geçmektir. Bir nevi telepati kurmaktır. Bu gün telepati denilen etkileşimi yani 5 duyu organını kullanmadan iletişime geçmenin mümkün olduğunu bütün dünya kabul etmektedir. Ki bunu bazen kişisel olarak siz de yaşarsınız. Başkasını düşündüğünüz bir vakitte o da sizi düşünüyordur ve bunu birbirinize açtığınızda aynı cevabı alırsınız. Hatta bu konuda çok kullandığımız bir sözümüz vardır: “Kalp kalbe karşıdır.”

Ama bizim amacımız bunun bilimsel açıklamasını değil, Müslümanların merak ettiği yönünü izah edeceğiz.

Bunu iddia edenlerin, Peygamber Efendimiz ve ashabı arasındaki muhabbet ve aşkı bilmiyor olsalar gerek…

Size bu konuda birkaç örnek vereceğiz ve siz rabıtanın Peygamberimiz zamanında olup olmadığını anlayacaksınız..

Peygamberimize en candan rabıta yapanların başında hazreti Ebubekir Radıyallahu anh gelmekteydi.
Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hiç ayrılmadığından, hatta kaza-i hacet için bile Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı.
Bu durumu Efendimiz’e şikayet ettiğinde, Peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti. (Abedst bozarken dahi gayri ihtiyari bir şekilde Resulüllah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risale-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali, sh: 11-12, Esad Sahıbzade, Nurul Hidayeti ve’l irfan, sh: 30; Yusuf Şevki, Hediyetü’zakirin, sh 23)

Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
“Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
“Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum. Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim” diye cevap verince:
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)

İşte sahabe-i Kiramın sevgisi ve rabıtası. Peygamberimizi göremedikleri zaman onu düşünmekten ve O’ndan ayrı düşmekten renkleri solan sahabe efendilerimiz. Buradaki ince ayrıntı, sahabenin Peygamber Efendimizi düşünüyor olmasıdır…

Said ibn-i Mansur ve ibn-i Münzir (Rahimehullah) Şa’bi (Radıyallahu anh)den şöyle rivayet etmişlerdir:
Ensar-ı Kiramdan bir zat, efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek: Eğer ben evimde iken seni hatırladığımda gelip seni görmezsem, o kadar darlanıyorum ki, ruhumun bedenimden çıkacağını zannediyorum.” Dedi ve ağlamaya başladı. (Said ibn-i Mansur, es-Sünen, No:661, 4/1 308; Taberani, ibn-i Merdüye, Ebu Nuaym, Ziya-i makdisi, Suyuti, ed-Dürrül Mensur 2/588)

O PEYGAMBERDİR FARKLIDIR!
Sahabe Efendilerimizin rabıtasının ne kadar şiddetli olduğunu görüyorsunuz. İnkârcılara sahabe-i Kiramdan da örnek verdiğimiz zaman inkâr yolları kapandığı için bu sefer: “Ama o Peygamberdir” diyerek yeni bir çıkış yolu aramaya kalkarlar. Onlara da şöyle cevap veririz:
Peygamber Efendimiz Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayetle şöyle buyuruyor:
“Beş şey ibadettendir; az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, Okumadan da olsa mushafa bakmak, Âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, 2/190 no:2969; Suyuti, nebhani, el-Fehu’l Kebir, No:6097, 1/566)

Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Beş şey ibadettendir; Ka’beye bakmak, anne-babaya bakmak, Zemzeme bakmak ki o, günahları sildirir, bir de âlimin yüzüne bakmak” (Ali el- Muttaki, kenzu’l Ummal, No.43494, 15/880, Münavi, Feyzül Kadir, No:3971, 31613)

Yine Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu anh)den gelen bir hadis-i şerifte Hazreti Ali (Radıyallahu Anh)ı işaret ederek:
“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” buyurmuştur. (Hâkim, El-Müstedrek, No: 4683, 82,81, 3/153; Taberani, el-Mu’cemü’l Kebir, No:207, 18/109; Deylemi, el-Firdevs, 4/294; Bu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 2/183, 5/58)

Efendimizin “Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” ve “Âlimin yüzüne bakmak sevaptır” hadis-i şerifleri bize gösteriyor ki, suretlere bakılması ve düşünülmesi peygamberlere has olan bir özellik olmayıp, ilmi ile amel eden âlimlerin yüzüne bakmak da sevaptır.
Ve Efendimizin beyanına göre âlimlerin yüzüne bakmak sevap ise onları Allah için sevmek ve düşünmekte de hiçbir mahzur yoktur.

İmam-ı Münavi bu âlimlerden maksadın Şeriat ilmini bilen ve bildiği ile amel eden âlimler olduğunu bildirmiştir.

Herallî (Rahimehullah şöyle demiştir) “Âlimin yüzüne bakan kimse, onu görmekle Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.” (Feyzu’l Kadir 3/613)

UVEYS EL-KARANİ (VEYSEL KARANİ) HAZRETLERİ
Sahabe-i Kiram Peygamberimizi gördükleri için yanıp tutuşur ve O’nu göremedikleri zaman düşünürlerdi denilirse biz de görmeden aşık olan Üveys-el Karani Hazretlerini gösteririz. Kendisi Peygamberimizi hiç göremediği halde O’nun aşkı ile yanmış, O’nu düşünmekten bir an bile gafil olmamıştır. Bu nedenle bir çok müjdelere nail olmuştur.

Peygamber efendimiz; “Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü Teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve
Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.”
buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı
söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz;
“Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.”
buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile
görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup
gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime
bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve
ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin
ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû
Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye;
“Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık
vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve
ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.
RABITA İLE KALPTEN İSTİFADE ETMEK

Buraya kadar ashabı kiramın rabıtasının olduğunu ve Peygamberimizin onları men etmediğini, aksine alimlerin ve Allah’ı hatırlatacak kimselerin yüzüne bakmayı teşvik ettiğini dolayısıyla bu uygulamanın dinde yeri olduğunu anlıyoruz… En azından mübahtır ve bunun bir vebali yoktur…
Asıl mesele ise rabıta yapılan kişiden istifade edilme noktasıdır. Acaba rabıta ettiğimiz kişiden istifade edebiliyor muyuz? Ondan ne alıyoruz?
Bu konuda yine Peygamber Efendimiz yol gösteriyor:

Ebu Inebe el-Havlani (Radıyallahu nah)’dan rivayet edilen: bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor:
“Şüphesiz Allah(u Tealan)ın, yer ehlinden bir takım kapları vardır. Rabbinizin kapları, Salih kullarının kalpleridir.
Kalplerin Allah’a en sevgilisi ise, en yumuşak ve en merhametli olanlarıdır.” (Teberani, Zebidi, İthafü-s Sade, 6/209, Ahmed İbni Hanbel, ez-Zühd, No:827, sh:223; Münavi, Feyzül Kadir, No: 2375, 2/629, Süyuti, Nebhani, El-Fethu’l Kebir, No:4103, 1/374)

İmam-ı Münavi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“hadis-i şerifte geçen Salih kullardan maksat; hem Allah’u Teâlâ’nın hem de kullarının haklarından üzerlerine düşenleri hakkıyla yerine getirenlerdir.
İşte bu kulların kalplerine Allah’u Teâlâ’nın marifetinin nuru dolarak uzuvlarına taşar. Çünkü kalp yumuşayarak incelip parlayınca, parlak ayna gibi olur. Meleküt (manevi) âleminin nurları ona parlayınca bütün göğsü aydınlatır.
İşte o zaman gönül gözü, Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin iç yüzünü görmeye başlar ve bu görüş onu Allah’u Teâlâ’nın nurunu mülahaza etmeye sevk eder (gözetmeye sürükler)
Böyle bir kalp Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği safa (paklık) ile ziynet ve behayı (süs ve güzelliğini) kemale erdirdiğinden, mahlûkatı arasında Allah’u Teâlâ’nın nazarının mahalli olur.

Evet, Allahu Teala’nın yeryüüznde, nurunun tecelligahı olan kaplar vardır. Bu kaplara yönelenler o kaplardan istifade ederler.
Dolayısıyla kalbini her türlü masivadan temizleyerek yine bir başka kabtan istifade etmiş olan Allah dostlarının kalplerine yönelmek suretiyle onlar istifade edilir.
Kalbi Allahu Teala’nın kabı olmuş bir Allah dostunun kendisini düşüneni düşünmesi gerekmez. Peygamberimizin buyurduğu gibi onun kalbini bir kaba benzetirsek, istifade etmek isteyenin o kabın altına kendi kalp kabını koymasının gerektiğini söylemek yanlış olmaz.
Önemli olan husus itifade edilecek kişinin kalbini tamamen Allahu Teala’nın nuruna tecelli gah olacak şekilde temizlemiş olmasıdır. Bu sebeple tasavvuf ehli, kendisine icazet verilmeyen kişilere rabıta yapılmasını şiddetle men eder.
Hüccetü’l İslam İmam-ı Gazali (Kuddise Sirrahu) şöyle buyurmuştur:
Mevla Teâlâ Kerem-i Rahmani hükmünce nurlarını hiçbir kulundan esirgemez. Zira Mevla Teala cimrilik yüzünden vermemekten münezzehtir.

Nur-u İlahinin kalbe girmesine engel olan şey, sadece kulun kalbinin pisliği, bulanıklığı ve meşgul oluşudur. Çünkü hadis-i şerifte açıklandığı üzere; “Kalp, kap gibidir.”
Suyla dolu kalbe hava girmediği gibi, Allah’u Teala’dan başka şeylerle meşgul olan kalbe de Allah’u Teala’nın Celali’nin marifeti (büyüklüğünün bilgisi) dahil olamaz. (Münavi, Feyzül Kadir 2/629)

SONUÇ
Kalbi bir başka kalbe rabt etmek olan rabıta Peygamber Efendimiz zamanında da vardı ve sahabeler kalplerini O’nun kalbine çevirerek rabt etmişlerdi. Peygamber Efendimizin onları men etmemesi rabıtanın caiz olduğu anlamına gelmektedir. Okuduğumuz hadis-i şerifler ise bir Allah dostunun kalbinden istifade edilmesinde bir sakınca olmadığı aksine fayda olduğu yönündedir.
Yalnız şunu unutmamak gerekir; Peygamber Efendimiz zamanında yapılan bu rabıta zoraki değildi ve çok doğaldı. Daha sonraları insanlar dinden uzaklaşmasıyla bu doğallığı kaybettiği gibi kendisine farz olan Allah’ı zikretmekten aciz hale geldiler. Tasavvuf bunu sistematik bir hale sokmuş, insanlığın istifade etmesini sağlamıştır.
Allahu Teala, kalplerini Allah’ın kabına dönüştürmüş dostlarından istifade etmeyi nasip eylesin..
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
HATME-İ HACEGAN NEDİR?
Hatm: Kur’an-ı Kerimin tamamını okuyup bitirmek demektir. Ayrıca bir arada muayyen duaları, sureleri okuyup bitirmeye de denir.

Hace: Farsça hoca, alim, bilgin demektir.

Hatm-i Hacegan: Nakşibendi tarıkatı mensuplarının fikri ve nazarı masivadan beri etmeye çalışarak topluca muayyen dua ve zikirleri okuması demektir.

Yani hatme, cemaatle toplu halde yapılan bir halka zikridir.

Allah’ı zikretmek her Müslüman üzerine farzdır:
“Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzab / 41-42.)

Peki, bu zikir üslubunun (toplu olarak) dinde yeri var mıdır?

Bu konu Kur’an-ı Kerimde teşvik edilen hususlardandır.
“Resulüm! Sabah akşam rablerine, onun rızasını isteyerek dua, (ibadet ve zikir) edenlerle birlikte bulunmaya candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme.”(Kehf 28)

Ayet-i Kerime nazil olduğu zaman, Peygamberimiz bu kimseleri araştırmak amacıyla mescide çıktı. Mescidde zikreden bir topluluk gördü. Bunlar eski, fakir ve garip müslümanlardı. Onları görünce hemen yanlarına oturdu ve: “Ümmetim içinde, benim kendileriyle birlikte olmamı emrettiği kimseleri yaratan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Taberi, Camiul Beyan, İbni Kesir, Tefsirul Kur’anil Azim, V 153, Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, V 381, Ebu Nuaym Marifetüssahabe, III No: 4634)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edilen bir hdisi şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Allah Teâlâ’nın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:
- “Kullarım ne diyor?” diye sorar.

Melekler:
- Sübhânallah diyerek seni ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamdediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar, derler. Konuşma şöyle devam eder:

- “Peki onlar beni gördüler mi ki?”
- Hayır, vallahi seni görmediler.

- “Beni görselerdi ne yaparlardı?”
- Şayet seni görselerdi sana daha çok ibadet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.

- “Kullarım benden ne istiyorlar?”
- Cennet istiyorlar.

- “Cenneti görmüşler mi?”
- Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.

- “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarfederlerdi.

- Bunlar Allah’a neden sığınıyorlar?”
- Cehennemden sığınıyorlar.

- “Peki cehennemi gördüler mi?”
- Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.

- “Ya görseler ne yaparlardı?”
- Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.

Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:
- “Sizi şahit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım” buyurur.

Meleklerden biri:
– Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu, deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.”(Buhârî, Daavât 66. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251-252, 358-359)

Yine Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över. ” (Müslim, Zikr 39, 38. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daavât 7; İbni Mâce, Mukaddime 17)

Görüldüğü üzere toplu olarak Allah’ı zikredenlere büyük müjdeler vardır. Allah’u Teala o müjdelere bizi nail eylesin.

İşte Hatme Hace bu faziletleri toplayan, belirli zikir ve surelerin, salvatların toplu olarak okunmasıdır. Bu zikir halkasında boş konuşulmaz, maleyani olmaz.

Hatme Hacede bazı edepleri gözetmek gerekiyor. Zikir toplu yapıldığından ortamın feyzini dağıtıcı hareketlerden kaçınmak gerekiyor Misal abdestli olmak, gözlerini kapatarak başka şeylerle ile meşgul olmamak, mümkünse yastık vb. şeylere yaslanmamak yani kısaca Allah’ın rahmetinin orayı kuşattığının ve yapılan amelin öneminin farkında olarak edebini muhafaza etmek gerek.
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Ben her zaman dualarımda bütün Müslümanlara dua ediyorum, Ama özellikle bana tabi olanlara beraber hizmet ettiğim sizlere özel olarak dua ediyorum. Sizleri çok sevdiğim için bu hizmetin içinde olanlar için özel olarak dua ediyorum. İşte bu hizmetle alakalı devamlı olarak sizlere söylemem teşvik etmemde sizleri çok sevdiğimdendir.
Cenab-ı Konyevi hazretleri (k.s.a)
 

Reyhani_konyevi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Mar 2012
Mesajlar
834
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
“Dört kimse Allah’ın sâlih kullarındandır:
1. Tövbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.
2. Günahkârların affı için Rabb’ine yalvaran.
3. Din kardeşine gıyâbında dua eden.
4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”

Hz.EbûBekr (radiyallâhu teala anhum)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt