Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ŞAFAK MEKTUPLARI (Mehmed Alagaş) (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Yaratan ve hidayet eden Rabbimizin adıyla
Muhterem kardeşim.
Mektubunu aldım, cevabı geciktirdiğim için özür dile­rim. Senin de tahmin ettiğin gibi, köydeki durum hayli ha­reketliydi. Başörtü meselesinde çok değişik olaylara şahit oldum. Şeyhmuz dayıyı bilirsin, hani kızlarından birini İn­giltere'ye, birini İstanbul'a göndermişti. Hatta Süleyman emmi (aşağı yıkık minareli caminin müezzini) buna çok kızmış ve “Okuması için kız kısmı İngiltere'ye gönderilir mi?” demişti.
Geçenlerde köy kahvesinde otururken, Şeyhmuz dayı çok üzgündü. Sebebini sorduklarında “Okulda başörtüsü takmayı yasaklamışlar. Bizim kız da ne yapsın! Okulu bıra­kıp dönmüş..” diyerek sıkıntısının sebebini açıkladı.
Yakup!. Şeyhmuz dayı bunu söyleyince, Süleyman dayının yaşlı bir arslan gibi kükremesini görmeliydin!.. Şeyhmuz dayıya dönerek ve pençelerini sallayarak şöyle haykırdı.,
“Ben sana söylemedim mi? Ne vardı kızı İngiltere'ye gönderecek. Bu memlekette okul mu yok? Elin adamı ba­şörtüsünü elbet yasaklar, elbet yasaklar. Onlar dinler mi senin kızının müslümanlığını? Onlar dinler mi başörtüsü­nün Allah'ın farzı olduğunu? Şöyle Şeyhmuz, söyle.. Onlar dinler mi?...
Şeyhmuz dayı ise bıkkın gözlerle Süleyman emmiye bakarak şu cevabı verdi.
“Onlar dinliyorlar Süleyman ağa, onlar dinliyorlar.. Onlar dine de, dini ibadetlere de saygı gösteriyorlar., İngiltere'deki kızım başörtüsüyle okumaya devam ediyor. Okul­dan ayrılan kızım İstanbul'daki!..”
Ve, yaşlı bir arslan gibi kükreyen Süleyman emmi sustu.
Sustu Süleyman emmicik!.
N'apacaktı ki?
Kendi kuyruğunu, kendi dişleriyle mi ısıracaktı?
O sanmıştı ki, İngiltere hükümeti başörtüsünü yasak­lamış. Nereden bilecekti, sevdiği, gönül verdiği, her namazda dua ettiği, dua ettirdiği T.C. hükümetinin bu kararı alacağını!. Düşünceye daldı ve sonra “Bu kararı hükümeti­miz almışsa, orasını bilemem?” diye fısıldadı. Kahvede tek­rar bir kaynaşma oldu.
Süleyman ağa, ne demek bilemem? Örtü farz değil mi?
Örtü farz değil mi Süleyman ağa?
He ya! Söylesene Süleyman ağa!., sorulan yükseldi.
Süleyman emmi ise susuyor, düşünceli gözlerle du­vardaki takvime bakıyordu. Herhalde emekliliğine kaç sene kaldığını hesaplıyordu!. Dudaklarını sağa sola oyna­tıp, dişiyle ısırdıktan sonra; "Hükümete karşı gelinmez" dedi. Sanki yangının üzerine benzin dökülmüştü. Bu sefer o zamana kadar susanlar da bağırmaya başladı.,
Anladık, hükümete karşı gelinmez! Gelinmez de, Allah'a karşı gelinir mi?
Gelinir mi Süleyman ağa?
Süleyman ağa terlemeye başladı, “O ne biçim söz? Tevbe edin, Allah'a elbet karşı gelinmez. Ben, hem Al­lah'a karşı gelmeyin, hem de hükümete karşı gelmeyin di­yorum!.” dedi.
Kahvedekilerin gülmeye başlamasıyla ortalık sakinleşti. Bazıları “Süleyman ağaya yap bir kahve, fincanı tutmadan ve ağzını açmadan içiversin!” dediler.
İşte böyle Yakup!.
Başörtü meselesi, değişik düşüncelere sahip olan müslümanların ortak meselesi olduğundan, bu mesele et­rafında genel bir toplanma oldu. Hükümet için potansiyel tehlike var mıydı, yok muydu bilmem ama, gözle görülür bir potansiyel vardı. Bana kalırsa, böyle bir potansiyel ol­masına rağmen, hükümet için potansiyel bir tehlike yoktu. Çünkü bu potansiyel; akide birliği içinde olmayan insanla­rın, örtünme hükmü çerçevesinde oluşturdukları bir potan­siyeldi. Mesela bir politikacı kürsüye çıkar, Allah'ın hakimi­yetine ve örtüye dil uzatırsa, akidesinin bilincinde olan müslümanlar, örtü meselesinden önce Allah'ın hakimiyeti­ni hafife alan bu sözler üzerinde dururlar, öncelikle bu sözlere tepki gösterirlerdi. Böyle bir tepki olmamışsa, sa­dece örtü yasağından rahatsız olunmuşsa ve üstelik Al­lah'ın hakimiyetine dil uzatan, Allah'ın hakimiyetine küfre­den kimselerden, Allah'ın hükmünü yaşamak için izin istenmişse; bu insanların çoğu örtünme izni(!) ile örtünüp, uyumaya devam etmek isteyen insanlardır.
Neticede bunlar ve bunlar gibi insanlann oluşturduk­ları potansiyel, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laik hükümetler için tehlikeli değildir. Bu konuda telaşlanmalarina, irtica yaygarası koparmalarına da hiç gerek yoktur.
Yakup dikkat ediyorum, birçok beşeri sistem insanla­rın hak ve emeklerini gasbettikten sonra, bu gaspettikleri hakların küçük bir kısmını geri vermekle, o insanlann sev­gi ve desteğini kazanıyorlar. Laiklik adına konulan bu ya­sak, laiklik adına kaldırılırsa, bil ki laiklik bayraklaşacak ve birçok insanın sevgisine mazhar olacaktır.
Hatırlar mısın bilmem? Otuz-kırk sene evvel “Ezanın arapça okunmasına” ilişkin karar, demokratlık adına verildiğinde; demokratlığın ne olduğunu bilmeyen milyonlarca insan demokrat olmuştu!..
Herneyse Yakup.. Ne bileyim, çok canım sıkılıyor. Son günler köyden ayrılıp, gezintiye çıkıyorum. Belki de yalnız kalmak istediğimden. Geçenlerde dağda deli Yu­suf'la karşılaştım. Aslında ona deli derken hayli tereddüt ediyorum.
Öyle akıllı lafları var ki!.
Yine çobanlık yapıyor. Bana süt ikram etti, biraz ko­nuştuk. Gözlerini gözlerime dikerek “Allah hayvanları ne için yarattı?” dedi. Ben de onun gözlerine bakarak “Hay­vanlara bakarak, insan olduğumuzu hatırlayalım diye!” de­dim. Bu cevap Yusuf'un hoşuna gitmiş olacak ki bana zor­la bir bardak süt daha ikram etti. Ben sütü içerken, Yusuf hayvanlara bakarak gülümsüyordu.. Ne dediğini anlamiyordum ama, bir şeyler mırıldanan Yusuf gülüyordu.
Bense insanları düşünüyordum!
Kendilerine baktıkça insanlığımı unuttuğum ve insan­lığımdan utandığım insanlan..
Bu insanlan düşünüyor ve bu insanlardan uzaklaşmak istiyordum..
Allah'a emanet ol Yakup.
Kardeşin Salih
 

Gök Kubbe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ara 2008
Mesajlar
3,422
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
selamun aleyküm paylaşıma teşekkürler...allah razı olsun:a16::a16:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Aziz kardeşim
Muhterem müslüman
Sana yazdığım son mektupta tebliğ meselesine ilişkin sorulanınızdan bahsetmiştim. Son mektubunda, şu an güncel bir konu olan başörtüsü meselesine değiniyorsun. Başörtüsüne ilişkin yaklaşımlarına sevindim. Teşekkür edi­yorum Salih kardeşim...
Ben de hayli tedirgindim, duyduklarım ve gördükle­rim karşısında.
Görüyordum samimi müslümanları, görüyordum kar­deşlerimi ve görüyordum içinde bulundukları durumu. Yapılması gerekenleri düşünüyor ve yapılması gerekenlere rağmen bazı yapılanlara bakarak üzüntülü bir yalnızlığa gömülüyordum.
Ebu Zer (r.a.) şehirden uzak ve sessiz bir yer olan Gebeze'de yalnızdır.! Ben ise aynı yalnızlığı milyonluk şehirlerde, kalabalık caddelerde yaşıyorum...
Bir umut ile arıyorum Salih abi.
Kılık ve kıyafeti umursamadan, gözlere bakarak, göz­lerde arıyorum. Hergün gördüğüm yüzlerce göz arasında, bir çift göz arıyorum. Garip bakışlarımla tanış olacak bir bakış arıyorum. İstiyorum ki bulayım, karşılaşayım bu kardeşimle, ismini bilmediğim bu kardeşimin elini tutayım. Gözlerine, gözlerinin içine, gözlerinin ötesinin bakayım.
Dudaklarım, ağlayan çocukların dudakları gibi bükül­sün, titremeye başlasın. Onun duyabileceği bir sesle; “Allahu Ekber” diyeyim.
Ve ağlayayım ve ağlasın ve sımsıkı sarılarım birbirimi­ze... Ve “Allahu Ekber” diyelim ağlayarak... Daha bir kuvvetle sarılarım.
Daha bir kuvvetle “Allahu Ekber” diyelim, meydanlar titresin, putlar sarsılsın bu haykırışla...
Ben, sen, o... biz, siz, onlar ...olmasın.
Biz olsun... Biz olalım... Kardeşlerimizle bin kez sarı­lıp, bin kez bütünleşelim, fakat bir kez olsun ayrılmayalım.
İşte aradığım bu Salih abi, ellerimi ve omuzbaşlarımı yalnız bırakan arayışım bu..!
Altın ve elmas arayan kimseler, girdikleri dehlizlerde ve maden ocaklarında; vitrinlerde gördükleri işlenmiş altını veya işlenmiş elması aramazlar. Altın ocağında kazma sal­larken; gözleri ile altın bir bilezik değil, taşa ve toprağa karışmış altını ararlar. Elmas ocağında çalışırken; gözleri ile elmas bir yüzük değil, taşlı topraklı elması ararlar.
Bunu biliyor ve bu gerçeği dikkate alıyorum.
Bu nedenle sokaklarda ve caddelerde Hazret-i Ömer olmuş bir Ömer'i, Hazret-i Ebubekir olmuş bir Ebubekir'i, Hazret-i Ali olmuş bir Ali'yi, Hazret-i Osman olmuş bir Os­man'ı aramıyorum.
Aradığım bunlar değil..
Ben Rabbani hükümlere Ömer gibi iman ederek, Hazret-i Ömer'e benzeyecek, benzeyebilecek Ömerleri arıyorum.
Hazret-i Ebubekir'e benzeyebilecek Ebubekirleri, Haz­ret-i Ali'ye benzeyebilecek, benzemek isteyecek Alileri ve Osmanları arıyorum.
Taşlar ve topraklar arasında, altın ve elması tanıyabilenler gibi, taşlanmış kalabalıklar arasında bu Ömer’leri, bu Ali’leri tanıyabilmek istiyorum.
İşlenmemiş ham elmastan çıkan ve “Ben elmasım” diyen o küçücük pırıltıyı, gözlerde arıyorum. Bakışları taşlaşmış binlerce göz arasında; bu küçücük pırıltıyı, bu an­lamlı ızdırabı ve gözyaşlarını arıyorum.
Biliyorum, Rahman ve Rahim olan Allah (c.c.)'a iman eden, Resulullah (s.a.v.)'i tanıyan ve Resulullah (s.a.v.)'e aşık olan gözlerde, bu pırıltının olacağını biliyorum, cehennem ayetlerini okuyan, bu ayetlere iman eden, dehşetle titreyen ve bu titreyişle; annesini, babasını, kar­deşlerini çocuklarını, kendisini ve yaşadığı toplumu gören gözlerde, bu ızdırabın olacağını...
Biliyorum, karşılaştığı bir çift gözde bu pırıltıyı ve bu ızdırabı gören gözlerin, bir damla gözyaşı ile “Merhaba” diyeceğini.
Biliyorum Salih abi, biliyorum bunları..
Aradığım Ömer’lerde, Ebubekir’lerde, Ali’lerde ve Osman’larda bu pırıltının, bu ıztırabın, bu gözyaşlarının olacağını biliyorum..
Ve arıyorum..!
Bazen duyuyorum “Falan yerde Ömer vaaar!” çığlık­larını...
Hemen gidiyor ve hemen görmek istiyorum bu Ömer'i. Bir çift gözle karşılaşıyorum, bakıyorum, arıyorum bu gözlerde Ömer'i. Ben gözlere bakarken gözlerden bir burun mesafesi aşağıda olan ağız açılmış ve Hazret-i Ömer'i anlatılıyor. Bir an gözlerimi kapatıyorum. Kulakla­rım, duyduğu sözler ile Ömer'i bulmanın sevincini yaşıyor. “Bu sözler, bu ifadeler Ömerin sözleri, Ömerin ifadeleri., Ömer'i buldun..” müjdesini veriyor bana... Tekrar açıyorum gözlerimi, gözlerimin kulaklarımı doğrulamasını istiyo­rum. Gördüklerim, duyduklanmı tastık etsin istiyorum.
Hazret-i Ömer'i anlatan ve “Ömer gibiyim” diyen ağızın bir burun mesafesi üstte olan gözlerde Ömer'i arıyorum,
Ömer gibiyi arıyorum, Ömer gibi gibiyi arıyorum,
Ömer'in benzerinin, benzerinin benzerini arıyorum.
Taşlanmış gözleri, gözlerim ile kazmalayarak, taşlar arasındaki küçücük pırıltıyı arıyorum. Kulaklarımın duydu­ğu dert ve ıztırap destanını doğrulamak için, gözlerde bir damla, bir damlacık ızdırap arıyorum...
Gözlerim ve bakışlarım yoruluyor taş yığınları arasın­da. Ömer'den koca bir burun mesafesi uzak olan, Ömer'e yabancı gözlere bakıyorum.
Kulaklarıma “Gözlerde Ömer yok, pmercik yok. Ömer'ciğin izi yok” diyorum. Yaldızlı sözler ve Ömer'i an­latan sesler uzaklaşıyor kulaklarımdan.
Bir Ömer hayalini ve bir Ömer sevincini tekrar içime gömerek, eve dönüyorum. Beni Ömer'siz bir eve sokan evin tokmağını tutarken, kapıyı açarken “Neden ağladığı­mı?” anlatmama gerek yok abi..?
Ben ağlıyorum.
"Erkekler ağlamaz" diyerek, ağlanacak hallerine güle­bilecek kadar erkekliklerini yitiren beton yığınları arasında ben ağlıyorum. Gözyaşlarımı sildiğim yumruğumun, her damla gözyaşı ile daha irileştiğini, daha kuvvetlendiğini ve daha çok sıkıştığını hissediyorum.
İşte Salih abi, Yakup kardeşinin durumu bu, Abdullah'ın durumu bu..!
Yine odamdayım.
Yine duvarlara ve duvarlar arasındaki boşluğa bakı­yorum. Gaflete düştüğüm anlar bu boşluktan irkiliyor, bu boşluğa üzülüyorum.
Sonra bana şah damarımdan daha yakın olan Rabbimi düşünüyorum. Alemlere rahmet olan peygamberim Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i düşünüyorum.
Odam doluyor, dünyam doluyor, gözlerim doluyor abi..
Kendime geliyorum....
Ömerleri Hazret-i Ömer, Ebubekirleri Hazret-i Ebubekir, Ali’leri Hazret-i Ali yapan İlahi lutfu idrak ediyorum.
Ve bu idrak ile, “Hasbun Allahu ve nimel vekil” diyorum..
Bu yüce kelimenin getireceği İlahi lutfa rnazhar ola­bilmek için; bu kelimeyi onlar gibi, onların teslimiyeti ile söylemek istiyorum.
Allah'a teslim ve Allah'a emanet olalım...
Kardeşin Abdullah Yakup
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rahman ve Rahim olan Rabbimizin adıyla
İzzetli müslüman, Şerefli kardeşim..
Mektubunu bundan bir süre önce almıştım. Değerli ve samimi ifadelerini okuyunca haydi durgunlaştım. Dü­şündüm, bu okuduğum neydi? Beni öylesine etkileyen ne okumuştum? Mektup değildi senin yazdığın, birtakım söz­ler değildi..Yazılanları okuduktan sonra zihnimde beliren hiçbir söz, hiçbir ifade yoktu. Sanki okuduğum ifadelerin hepsi silinmiş, önemini yitirmişti.
Fakat anladığım, saygı duyduğum, yaşadığım hüzün ve umud duygulan arasında kaybolmuştum. Sen beni, için­de bulunduğum durumu, duygularımı anlatıyordun, Yaşadı­ğın ve yaşayan gözlerde aradığın ızdırap, benim de yaşadı­ğım, benim de öpülesi gözlerde aradığım ızdırap. Ve yalnızlığın, seni üzen ve seni gözyaşlarıyla kucaklayan yal­nızlığın...
Senin yalnızlığın, benim yalnızlığım, Ömer’lere gönül veren, Ömer’leri arayan ve bakışları aynı gözyaşıyla ıslanan müminlerin, müslümanların, kardeşlerimizin yalnızlığı...
Ne yapalım Yakup?
Ne yapalım kardeşim?..
Bu gerçeklere lafzen yakın, kalben uzak olanlara ne yapalım? Okumak, bilmek ve bildiklerini kanıtlamak için bilmelerine rağmen anlamadıklarını ve yaşamadıklarını an­latmak isteyen müslümanlara ne yapalım?
Yaşanması gereken hükümleri anlatan, anlatan, dur­madan anlatan müslümanlara, bu hükümlerin yaşanması gerektiğini mi anlatalım? Hem bunu anlatmamıza da ge­rek yok, çünkü onlar bunu da anlatıyorlar!..
Hükmün yaşanması gerektiğini de, en veciz ifadeler­le anlatan bu müslümanlara anlatacak ne kaldı ki Yakup?
Geçtiğimiz günlerde bir kardeşimden şöyle bir Çin atasözü duydum; “Bir şeyi yüz kere okumaktansa on kere gör, on kere görmektense bir kere yap”. Bazı îslami haki­katleri içerdiği için düşünülmesi gereken bir söz..
Mektubunda altın ve elmas arayan bazı kimselerden örnek veriyor ve bu kimseler girdikleri dehlizlerde ve ma­den ocaklarında, vitrinlerde gördükleri işlenmiş altını veya işlenmiş elması değil, taşa toprağa karışmış altın veya el­ması ararlar diyorsun. Bu güzel tesbitinin düşünülmesi ve ciddi olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bildiğin gibi oturdukları veya yattıkları yerden, ayağa kalkan ve sendeleyerek de olsa yürümeye çalışan müslümanları tenkid eden kimseler var. Entelektüel olan bu tip­ler, Resulullah (s.a.v.) Efendimizin terbiyesi altında yetişen seçkin müslümanların, seçkin tavırlarını okuduklan zaman teorik bir bilgiye sahip olmaktalar ve pratiğe geçirmedikle­ri bu teorik bilgiyle, bildiklerini pratize etmek isteyen müslümanları itham ve tenkid etmektedirler. Sendeleyerek de olsa yürümeye çalışan müslümanları, yattıkları yerden ten­kid eden bu kimseler, buğday tarlasında buğday ekmeği aramaktalar ve “Buğdayla karın doymaz, ekmek olması gerek” diyerek, olgunlaşma mücadelesi veren ekinleri in­safsızca taşlamaktadırlar.
Altın ve elmas örneğini düşündüğüm zaman, çok ön­celeri okuduğum “Elmas tarlaları” isimli bir yazıyı hatırladım. Şahıs isimleriyle birlikte verilen bu yaşanmış hadiseyi anlatan bu yazıda; elmas aramak için evini ve tarlasını sa­tan bir adamın, bu parayla dünyanın çeşitli yerlerinde el­mas araması, uzun yıllar aramasına rağmen bulamaması, elmas aramak için sattığı tarlayı alan çiftçinin ise bu tarlayı sürerken parlak taşlarla karşılaşması ve daha sonra yapılan kazılarla bu tarlanın dünyanın sayılı elmas ocaklarından biri olduğu konu ediliyordu.
Birkaç gün önce Karadeniz yöresinden gelen bir kar­deşimle konuşurken yine Elmas tarlaları' ismindeki bu ya­zıyı hatırladım. Karadeniz yöresinden gelen kardeşim, Tür­kiye'yi gezmekte olduğunu ve adam aradığını söylüyordu. Bu cevaba şaşırmadım, çünkü adam aradığını söyleyen bir­çok kardeşimle sık sık karşılaşıyordum. Kuran ve sünnet anlayışına göre adam olmuş adamları arayan bu kardeşlerime bakınca sanki kendimi ve birçok müslümanı görüyordum.
Çünkü ben de adam arıyordum, çünkü sen de adam arıyordun, çünkü onlar da adam arıyordu!.. Evet Yakup! Adam arayanlar adam olsa, hiç şüphen olmasın ki meydanlar adamla dolacaktır. Öyleyse önce biz, önce biz adam olalım kardeşim..
Çocuk parklarında adam aramaktan, çocuklara kızmaktan, çocukları tenkid etmekten vazgeçerek, önce biz adam olalım..
Yaşanaksa önce biz, yürünecekse önce biz, ölünecekse önce biz ölelim kardeşim..
Asr-ı saadetten çok örnek okuduk, çok örnek anlat­tık.
Artık biz de örnek olalım, onlar gibi örnek olalım Yakup.
Seni seviyorum canım kardeşim. Sana örnek olmak ve seni örnek almak istiyorum. Allah'ın selam ve rahmeti üzerine olsun..
Kardeşin Salih
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'ın adıyla
Gecenin saat ikisi Salih abi.
Uyuyamadım ve sana mektup yazmak istedim. Biraz önce davulcu geçti, ramazan davulcusu.. Davul sesini din­lerken büyük şehri ve büyük şehirlerdeki ramazanı düşün­düm. Büyük şehire ramazanın geldiği sadece gece yarısı davul sesleriyle anlaşılıyor. Gündüz caddelere ve sokaklara çıksan, etrafına bakınsan ramazan olduğunu anlaman mümkün değil.
İstatistiklere göre bu ülkenin % 99'u müslümanmış! Bu doğru bir rakam ise % 1'lik istisnaların hepsi bizim şehirde Salih abi!. Sana daha önce söylemiştim, burası bü­yük şehir. Herşeyin büyüğü, büyüğü olmasa da kocamanı burada! Bizler ise büyük şehrin küçük müslümanları!..
Diyeceksin kî neden küçük!.
Bilmiyorum, pek anlayamıyorum bunun nedenini!
Fakat müşahade ettiğim olaylar, müslümanlann bü­yüklere özgü ciddi eylemlerden ziyade küçüklere özgü hayellere meyyal olduklarını gösteriyor.
Çağdaş bir virüs olan demokrasi ise camilere girmek bir yana sanki camilerden dağılıyor. Kulluk ve ibadet sınırlarını yeterince bilmeyen insanlara ve müslümanlara bulaş­ma vakası ise meydanda.
Ne bileyim? Sanki korkuyorlar demokrasinin gölge­sinden çıkmaya!. Yaptıkları eylemin demokratik olmasına özel bir itina gösteriyorlar. Bu bir bakıma veya bir boyut­tan doğru bir yaklaşım olabilir. Nitekim bu yaklaşımın doğru ve tutarlı olan yönü “Maşa varken, ateş elle tutul­maz” ifadesiyle açıklanıyor.
Ve, demokrasinin verdiği maşalar ele alınıyor.
Sonra ne yapıyor, ne yapıyor bu eli maşalılar?
Ne yapacaklar ki!
Herşeyi maşa ile tutmaya başlayıp, herşeyi maşa ile tutmaya alışıyorlar!. Sonuç ise senin tahmin ettiğin ve gördüğün gibi. Elindeki kalemi maşa ile tutan yazarlar, dünya ve ahiret işlerini ellerindeki maşa ile birbirinden ayı­ran vaizler, başörtülerini maşalanyla bağlamaya çalışan bacıcıklar, devrimci söylemlerden sonra ellerindeki maşa ile putları dürtükleyen, putların gıdıklanmasına ve gülmesine neden olan çağdaş devrimciler!.
Ve ellerindeki maşa ile tutmaya çalıştıkları bazı İslami hükümlerle cenneti umud eden müslümanlar!..
İşte bunlar, eli maşalılar Salih abi..
Demokrasinin karanlığını gölge bilip, bu gölgeye sı­ğınmaya çalışan eli maşalılar!.
Fakat ben, ben yine de anlayabilmiş değilim!.
Bunlar maşayı kullanıyorlar mı?
Yoksa maşa gibi kullanılıyorlar mı?
Bu soruyu, müslümanlar üzerinde müessir olan bir zata sorduğum zaman kaşlarını çatarak; “Ben hiçbir dış mihraka bağlı değilim ki, kullanılan bir maşa olayım?” dedi. Onun bu edepsizce tavrını gördüğüm zaman, söylediği sözün doğru olabileceğini düşündüm. Bu adam dış mihraka değil, iç mihraka bağlı olabilirdi. İç mihrahtaki nefs ve şeytanın müdahalesine maruz kalmış olabilirdi!.
Ne yapayım, nasıl anlatayım, nasıl anlaşılayım bilemi­yorum. Ben mi dilsizim, onlar mı sağır anlayamıyorum. Geçenlerde radyoda bir olay dinledim.
Bir türkle evlenen yabancı uyruklu bir kadın, Türki­ye'ye yerleşmiş ve türkçe öğrenmeye başlamış. Yeterince türkçe öğrendikten sonra, bir ev gezmesine gitmişler. Git­tikleri evde başka misafirler de varmış. Oturduktan sonra, ev sahibi sormuş.
Nasılsınız, iyi misiniz? Tabi hemen cevap vermiş.
Teşekkür ederim, iyiyim.
Daha sonra her misafir ayrı ayrı “Nasılsınız iyi misi­niz?” diye sormaya başlayınca, söylediğinin anlaşılmadığını zannederek.
“Teşekkür ederim iyiyim diyorum, acaba yanlış mı söylüyorum?” demiş.
Bu olayı dinleyince, kendimi ve müslümanlan düşün­düm. “Nasılsınız, iyimisiniz?” sorusu, herkes tarafından nezaketen sorulan bir soruydu. Acaba karşılaştığım müslümanlardan sık sık duyduğum; “Ne yapalım, nasıl olalım 'kardeşim?” gibi sorular da, acaba nezaketten sorulan soru­lar mıydı?
Türkçeyi anlayıp da, Türkleri anlamayan yabancı ka­dın gibi; acaba ben de müslümanlığı anlayıp da, müslümanlan anlamayan bir yabancı mıydım?
Anlayamıyorum Salih abi. Güneşte neden yalnız kaldığımı anlayamıyorum İçimi dışımı aydınlatan güneşte oturuyor, gölgelerde pinekleyen aydınlık savaşlannı hayretle bakıyorum..! Fakat anlayamıyorum, Anlayamıyorum bu gafletin sebebini... Dua ediyor ve dua etmeni istirham ediyorum. Allah'ın selamı üzerine olsun.
Kardeşin Abdullah yakup
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'ın adıyla
Aziz müslüman kardeşim Salih'e
Abi merhaba, merhaba Salih abi.. Üzülürken, sıkılır­ken veya edebiyatçıların dediği gibi “Yalnızlığın hüznünü yaşarken” gecikmiş mektubunu aldım. Bu mektubun beni sevindirdiğini, hoşnut ettiğini ve rahatlattığını elbetteki söyleyemem. Çünkü yazdığın gerçekler, Allah'ın razı ola­cağı dine talip olan müslümanlann sevinmelerinden veya hoşnut olmalarından ziyade üzülmeleri ve dertlenmeleri gereken gerçekler.
Ne kadar isterdim söylediklerini tekzip etmeyi ve sana “Yanılıyorsun Salih abi” demeyi.. Tabi ki diyemiyo­rum, tabi ki kabul ediyorum söylediklerini ve tabi ki dertleniyorum..
Peki ne olacak Salih abi?
Kimler, hangi müslümanlar ve nasıl sahip çıkacaklar bu davaya?..
Kendimizden haya ederek zatından bahsettiğimiz Efendimiz (s.a.v.) birçok hadis-i şerifte, ahir zamanda İs­lam'ı yaşamaya çalışanları, avuçlarında kor ateşi tutan kim­selere benzetmektedir. Bir zaman gelecek, İslam'ı yaşamak, avuçta kor ateşi tutmak gibi olacak.. Efendimiz (s.a.v.)'in buyruğunda beyan edilen zamanın, yaşamakta olduğumuz ahir zaman olduğu konusunda ittifak ediliyor Tabi ki İslam'ı yaşadıkları zehabına kapılan müslümanlar hadis-i şerifin devamında verilen örneği kendilerine nisbet ederek, ne kadar zor şartlarda İslam'ı yaşadıklarını ve elle­rinde adeta kor ateşi tuttuklarını belirtiyorlar!.
Bunların dertsiz gözlerine ve gülebilen dudaklarına baktığım zaman, bir kardeşimin iki mısralık şu ifadesi aklı­ma geliyor..
Anlamıyorlar, anlamış gibi de olmuyorlar
Bana saçlarımı yolmak mı kaldı?
Evet, anlamıyorlar abi.. Hadis-i şerifi lafzen duymala­rına rağmen, ya kor ateşin ne olduğunu, ya da İslam'ın ne olduğunu anlamıyorlar. İslam'ın veya kor ateşin ne olduğu­nu anlayan bazı akıllı kardeşlerimizin anlayamadıkları hu­sus ise, İslam'ı yaşamanın veya kor ateşi elde tutmanın ne anlama geldiği olsa gerek..
Elde bir avuç kor tutmak, Allah rızası için kor ateşi avuçlamak ve onu bırakmamak, yaksa da, acı verse de, dayanılmaz gibi gözükse de onu bırakmamak..
Elden vazgeçmek, fakat elin tuttuğu kutsal emanetten vazgeçmemek..
Bunu anlamak, bunu idrak etmek abi!.
Ve bunu idrak ettikten sonra “İslam'ı avuçlarında kor ateşi tutar gibi yaşayanlar ayağa kalksın” hitabı üzerine, kendimizi aldatmadan ve hiç kimseyi aldatmaya yeltenme­den ayağa kalkabilmek.
Kim kalkacak Salih abi!..
Hangi gönüllerdeki İslam, avuçlardaki kor ateş gibi? Hangi gönüller bu kutsal ateşle kavruluyor?
Kim bu gönül sahipleri?
Yoksa her müslümanın gönlünde böyle bir ateş var, böyle bir ateş var da belli mi etmiyorlar?
İnanmıyorum, inanamıyorum gizlediklerine..
Ayaklarına diken batsa derinden bir “Ahhh..” çeken, dünyalık bir dert için yemekten, içmekten kesilen insanla­rın, gönüllerinde ateş olup da, bu ateşi gizlediklerine, gizleyebileceklerine inanmıyorum.
Gönüllerde böylesi bir ateş olacak, olacak da, bu ateş gözlere yansımayacak, dudaklardan gözyaşı gibi dö­külmeyecek!. İnanmıyorum bunlara ve bunlann avuçların­da kor ateş olduğuna..
Hem avuçları da boş değil ki bunların!..
Görmüyor musun?
Görmüyor muyuz dört elle nelere sarıldıklarını?
Mektubunda yazdıklarına ve bazı müslümanların ha­yali beklentiler içinde olduklarına katılıyorum. Elbetteki cahili bir toplumda Rabbani bir davayı omuzlamak, dünyaperest kimliklerle mümkün değildir. İslam'ın hakimiyet mücadelesini veren müslümaniar ile özellikle İslam hakim olduktan sonra dine icabet edebilecek müslümaniar arasın­da tabi ki çok büyük farklar vardır. Dünyevi beklentileri ve endişeleri ön plana çıkaran kimselerin İslam'a icabet etme­si ancak dar'ul İslam'da mümkündür.
Bunlar dar'ul İslam'ın ganimetçi müslümanlandır!.
Söz İslam'dan açılınca, sabırla ve umudla beklediklerini ifade ederler.
Bunlar bir bekleyiş içindedirler.
Güçleri nisbetince tutup, kaldırmadıkları bir sancağın -ki nasıl yükselecekse- yükselmesini beklerler. Gece yatarak güneşin doğmasını ve sabahı bekledikleri gibi, İslam güneşinin de kendi kendine doğmasını ve sayısız lutuflarla gözlerini ve gönüllerini aydıtlatmasını beklerler.
İslam güneşini omuzlamak ve cahili karanlıklara adım adım taşımak yüreği ve bilinci yoktur bu kimselerde. Bun­lar; çile, zorluk ve meşakkatine katlanmadıkları bir yolun, nimetleriyle karşılaşacaklan gününü, sabır adını verdikleri bir bekleyişle beklerler.
Bunlar, bekleme odası müslümanları olsa gerek!
Bekleyerek yaşarlar ve beklemedikleri bir ölümle ayrı­lırlar bekleme salonundan..
Diyeceksin ki, bunlar Allah için bir şey yapmaz mı?
Niye yapmasınlar abi? Allah için bir şey yapmayacak olsalar, Hz. Ömer'e nisbet edilen “Bugün Allah için ne yaptın?” ifadesini çerçeveletip, duvarlara asmazlar ki!..
Elbetteki Allah için bir şeyler yapıyorlar..
Abdest almaları, namaz kılmaları, teşbih çekmeleri, bir fakire sadaka vermeleri. Allah için yaptıklan bir şeyler değil mi? Nitekim duvarlara astıklan “Bugün Allah için ne yaptın?” ifadesine hergün baktıktan sonra, onları rahatla­tan bu yaptıklan bir şeyler değil mi?
Bu yaptıkları bir şeyleri anımsayıp rahatça oturmu­yorlar mı koltuklarına?
Kendilerini rahatça uyutan, “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusuna, yaptıkları bir şeyle verdikleri cevap de­ğil mi? Bu soruya, yaptıkları bir şeylerle cevap vererek gö­nül rahatlığına, gerçekleşmez umudlara ve yüce hayallere
kapılmıyorlar mı?
“Bugün Allah için ne yaptın?”
Bu soru, bilinçli bir müslümanın kendisine yöneltece­ği veya yöneltmesi gereken bir soru değildir. Bu soruyu kendimize neden soralım ve bu soru ile kendimizi neden hesaba çekelim ki?
Kendisini dehşetli hesap gününe hazırlayan müslüman, Allah için yaptığı şeyin hesabını vermeyecek, Allah için yaptıklarından hesaba çekilmeyecek ki!.
Ya neyin hesabını verecek?
İşte o sorular bellidir.
Bugün şeytan için ne yaptın?
Bugün Allah'tan gayrisi için ne yaptın?
Ve, bugün Allah için ne yapmadın?
Yapman gerekirken neleri yapmadın? Neleri terkettin?
Bu sorulardan hesaba çekileceğimize göre kendimize yöneltmemiz gereken sorular bunlar değil mi? Herhangi bir müslümanın “Bugün şeytan için ne yaptın?” sorusunu kendisine yöneltmesi ve bilerek veya bilmeyerek şeytan için yaptığı bir şeyler varsa bu yaptıklanndan titremesi, dehşete düşmesi ve tevbe ederek vazgeçmesi gerekmez mi?
Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi “Müslümanın hayatı ve ölümü Allah içindir” gerçeği, idrak edilen bir gerçek değil mi? Bu gerçek idrak ediliyorsa, yaptığımız her şeyin Allah için olması gerekmez mi?
Böyle bir mükellefiyetle yükümlü olduğumuza göre, Allah için yaptıklarımızdan değil, Allah'tan gaynsı için yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi bilmiyor muyuz?
Ayrıca Allah için yapmamız gerekirken, geçersiz ma­zeretlerle veya nefsi bahanelerle yapmadığımız ameller ne olacak?
Bunların hesabını vermeyecek miyiz?
Allah için yapmamız gerekirken, yapmadıklarımızdan sorumlu değil miyiz?
Ve kendimize hergün yöneltmemiz gereken sorular, bu gibi sorular değil mi?
Salih abi, sana mektup yazarken çoğu zaman mek­tup yazdığımı unutuyorum. Ne bileyim, satırlarda haykır­mak istiyorum sanki!. Hz. Ömer'i söz konusu ifadeden veya bu ifadeyi günümüze yansıdığı şekliyle söylemesinden elbetteki tenzih ediyorum. O Ömer ki gevşemeye neden olur endişesiyle, bizatihi cennetle müjdeleme hadisesine karşı çıkmıştır.
Allah için yaşa aziz kardeşim.
Allah için yaşayalım..
Allah için yaşayalım ki, bu yaşantıyı bitiren ölüm de Allah için olsun..
Kardeşin Abdullah Yakup
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rahman olan Allah'ın adıyla
Aziz kardeşim Abdullah Yakub'a
Beni uyaran ve bana faydalı olan mektubun için sana teşekkür ediyorum. Senin mektubunu aldıktan sonra duvarda asılı bulunan “Bugün Allah için ne yaptın?” ifade­sine tekrar tekrar baktım ve senin yazdıklarım düşündüm.
Evet, aynı yanılgıyı ben de yaşıyordum!. Hergün o ifadeye baktığım zaman Allah için yaptığım bazı eylemler aklıma geliyor ve rahatlamama neden olabiliyordu. Oysa senin yazdıkların doğru. Allah için yaptığımız amellerin de­ğil, Allah'tan gayrisi için yaptıklarımızın ve Allah için yap­mamız gerekirken yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz.
Fakat şaşırdım Yakup!
Yıllarca bu ifadeye bakmamıza rağmen nasıl oldu da bunu farkedemedik? Yoksa uyumak ifadesinden kastedilen şey bu mu?
Bu konuda uyuyor muyduk?
Uyuyorsak, neden uyanmadık? Uyanmamıza engel olan şeyler nelerdi?..
Bunları cevaplandırmak istiyorum. Çünkü uyuduğum daha birçok mesele olabilir. Karşılaştığımız bu durumun tehlikeli yönü ise uyuduğumuzu da bilmiyoruz. Mesala “Bu­gün Allah için ne yaptın?” ifadesine baktıktan sonra yaptı­ğım bazı amellerle kendimi teselli ettiğim zaman uyuduğu­mu bilmiyor ve kendimi uyanık zannediyordum.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki bunun nedeni, yaşadığım yanılgı, bu ifade üzerinde yeterince düşün­memekten kaynaklanıyor. Çünkü bu ifade bizlere alışılagelmiş yorumuyla birlikte verildi. Bunun için düşünmedik ve düşünmeye bile gerek duymadık bu ifade üzerinde.
Peki, ya diğer kabullerimiz ne olacak?
Bunun gibi daha birçok ifadeyi de bize empoze edi­len yorumuyla birlikte ve yeterince düşünmeden kabullen­medik mi?
Sözü fazla uzatmaya gerek yok kardeşim. Kur'an-ı Kerim'in emrine uyarak düşünmemiz ve akletmemiz gerekiyor. İlahi vahiy üzerinde düşünmemiz, vahyi anlamamıza yardımcı olabileceği gibi beşer kaynaklı ifadeler üzerinde düşünmemiz de bu ifadeleri tahlil etmemizi ve doğruyu yanlıştan ayırabilmemizi mümkün kılacaktır.
Gerçi düşünmekten kastettiğim şey, salt düşünce de­ğil. Düşünmek, müslümanın fiillerinden sadece bir tanesi­dir. Müslüman düşünür, ancak sadece düşünür değildir. Senin de bildiğin gibi sadece düşünen ve insanları düşünmeye davet eden kardeşlerimiz de vardır. Bu daveti makul karşıladığımız halde, bu daveti gündeme getiren kardeşimi­zin durumunu makul karşılayamıyoruz.
Çünkü bu kardeşlerimiz düşünce sonrası davranışlar­da ihmalkar oldukları gibi hangi meselelerin, nasıl ve ne kadar düşünüleceği konusunda da olumlu ve bilinçli bir yaklaşım gösteremiyorlar. Hani toplumdan uzaklaşarak fil­dişi kulelerine çekilen bazı düşünür ve yazarlardan söz ederler. Tabi ki müslümanlar arasında da böylesi kimseler var. Bu gibi kimselerle konuştuğum veya bunların düşün­celerini ifade eden bazı yazılarını okuduğum zaman bizim özerin anlattığı bir kıssa aklıma geliyor. Ve bu kimseleri kıssadaki kırkayağa benzetiyorum. Kıssayı sana da anlata­yım.
Kaplumbağa önünden geçen kırkayağı durdurarak ona sorar.
Yürüyeceğin zaman önce hangi ayağınla adım atı­yorsun?
Bu soru karşısında şaşıran kırkayak.
Dur, düşüneyim!. demiş. Başlamış düşünmeye!.
Düşünmü, düşünmüş, düşünmüş ve böylece düşünür kalmış!.
İlk önce hangi ayağıyla adım atacağını ve nasıl yürü­yeceğini derin derin düşünen, ancak yürüyemeyen bir düşünür!..
Bu kıssayı müslümanlara anlattığım zaman gülüyorlar Yakup! Hoşlarına gidiyor bu kıssa.. Fakat birçok şeyi düşünen müslümanlar, kıssadaki kırkayağa benzeyip, benze­mediklerini hiç düşünmüyorlar! Bense özellikle entel ola­rak nitelendirilen birçok müslümanın durumunu, kıssadaki kırkayağın durumundan pek farklı görmüyorum. Çünkü müslümanın, müslüman olma hasebiyle yerine getireceği gayet tabii davranışlar dahi, bu kimselerin gündeminde bir tartışma meselesi olmaktadır!.Oysa bu gibi davranışlar, müslümanların tabii davra­nışlarıdır. Ashab-ı kiram bu davranışların felsefi tarüşmalana girmeden, bu davranışları olağan olarak yerine geti­ren müslümanlardır. Senin de bildiğin gibi Kur'an-ı Kerim'de müminlerin vasıflarından bahsedilirken, bunlann birçok İlahi hükme karşı yaklaşırdan “İşittik ve İtaat ettik” demeleridir. Yukarıda belirttiğimiz zihniyet ise söz konusu yaklaşımlarıyla., “İşittik, düşünüyoruz, tartışıyoruz, akletmeye çalışıyoruz, mütalaa ediyoruz ve nasip olursa, ömrümüz yeterse, işimiz, gücümüz, sosyal konumumuz ve yasalar el­verirse itaat edeceğiz!” demektedirler.
Mektubun başında bilmeyerek uyuduğumuzdan, uyuyabildiğimizden veya daha açık ifadeyle uyutulabildiğimizden söz ettim. Kaldı ki uyuduğumuzu da bilmiyoruz. Uya­nık kabul ettiğimiz kimselerin üzerinde daha kaç yorgan var, tahmin bile edemiyorum!.
Uyuyan, ancak uyuduğunu bilmeyen ve bunun da ötesinde kendilerini uyanık zanneden kimselere “Uyanın” demenin ne faydası olabilir ki?
Bir konferans salonunu dolduran binlerce insana “İn­sanların artık uyanması gerek” diyerek hitap etsen, herkes kabullenir ve herkes tasdik eder bu ifadeyi. Ancak uyan­maları gereken insanlar, hep kendi dışlarındaki insanlardır!.. Kendi dışlarındaki insanların uyanmalarını isterler!. Çoğu kez kendilerini uyutan ninnileri tekrarlıyarak, başka insanların da uyanmalarını arzu ederler.
Kendilerinin uyanmaya ilişkin bir problemleri yoktur. Çünkü bunlar zaten uyanıktır!. “İnsanlar gaflettedir” şeklin­de bir ifade kullansan, bu ifadeden hep gayrimüslimler akla gelir. Kendilerine “Müslüman” denilen kimselerin gaf­lette olmaları mümkün mü?
Oysa ki çevremizdeki bu müslümanlara ve kendi hali­mize baktığımız zaman “Müslümanlar birçok konuda gaflettedir” ifadesini utanarak ve üzülerek söyleyebiliriz. Bu­nun aksini iddia edenler varsa, bil ki üzerlerindeki yorga­nın ağırlığından ne söylediklerinin farkında değiller.
Çünkü “Müslümanlar birçok konuda gaflettedir” ifa­desini nefsimizi zemmederek sahte bir tevazuyla söylemiyoruz.
Hem tevazuda bulunacak halimiz mi var?
Hangi mertebelerdeyiz ki, bu mertebelerde kibirlenmeyip alçak gönüllü davranalım!.
Alçak gönüllü davranmak bir yana, bulunduğu hal üzerine davranan ve bu davranışıyla karşı tarafın gönlünü bulandırmayan kaç kişi var ki?
Kur'an-ı Kerime yabancı olmayan bir müslüman ola­rak “Müslümanlar birçok konuda gaflettedir” ifadesini, üzerine basa basa söylüyorum. Müslümanlık ifadesinden kas­tedilen şey, Kur'an-ı Kerime göre Müslümanlıksa Ki şüphem yoktur kendilerine “Müslüman” denilen kimseleri ve kendimi işaret ederek “Müslümanlar birçok konuda gaflettedir” diyorum.
Resulullah (s.a.v.) “Müslümarım hayırlısı odur ki, kendisini gördüğünüz zaman Allah'ı hatırlarsınız” buyurmakta. Peki, gördüğümüz müslümanlar bizlere neyi ha­tırlatıyor Yakup? Hizipleri, değişik grupları, okulları, imti­hanları, sermaye sıkıntılarını, gelmeyen alacakları, ödenemeyen borçlan, geçim dertlerini, seçimleri, bekarlık sıkıntılarını ve evlilik problemlerini hatırlatmıyorlar mı?
Hangi müslümanla karşılaştığımız zaman Allah'ı ha­tırlıyoruz?
Veya hangi müslümanla karşılaştığımız zaman hali­mizle, tavnmızla, yüzümüzdeki kutsal dert ve gözlerimizdeki engin merhametle Allah'ı hatırlatıyoruz?
Bizi gören birisi,
“İşte Allah'ın bir kulu” diyerek Allah'ı hatırlıyor mu?
Nerede bu hayırlı müslümanlar?
Kendilerini gördüğümüz zaman Allah'ın ayetlerini ha­tırlayacağımız müslümanlar nerede?
Yaşayan ayetler olarak karşımıza çıkacak ve demok­ratik çoğunluğun 'Ey deliler' diyeceği, ey sevgililer, en sev­gililer nerede Yakup?
Yok mu?
Peki bu meydandakiler, bu sokaktakiler, bu camidekiler kim?
Biz kimiz Yakup?
Hayırsız müslümanlar mı?
Bizlerde hayır yok mu?
İyimserlikle söylediğimiz “Gaflet” ifadesinin arkasına sığınmamız gerek. Çünkü yaşanılan halin en iyimser yorumu bu. Aksi halde isyankarlıkla, fasıklıkla ve münafıklıkla itham edilmeleri gerekir ki samimi bulduğum birçok karde­şimi bundan tenzih ediyorum. Ancak bildikleri birçok şeyi yeterince anlamadıkları, telaffsuz ettikleri birçok gerçeği yaşayıp hissedemedikleri ve dolayısıyle bir gaflet içinde bu­lundukları aşikar. Sana halimizle ilgili küçük bir örnek ve­reyim.
Geçtiğimiz günlerde Efendimiz(s.a.v.)'in bir buyruğu ile karşılaştım. Müslümanların birbirini sevmesi ve bu sevginin ziyadeleşmesi için Resulullah (s.a.v.)'in müslümanlara hikmetli bir tavsiyesi var.
Müslümanlann birbirlerine selam vermeleri ve arala­rında selamı yaygınlaştırmaları...
Anlamadım, anlayamadım önce!.
Müslümanların birbiriyle selamlaşmasıyla, müslümanlar arasındaki sevgi nasıl ziyadeleşir? Senelerdir selam verdiğim müslümanlan düşündüm. Devamlı selamlaşan müslümanları düşündüm. Bu düşüncelerle köyde bir saat dolaştım. Selam verdiğim insanların yüz ifadelerine, bunla­rın gözlerine baktım.
Yoktu Yakup, yoktu bir değişiklik!.
Kahvenin bahçesinde Musa dayının yanına oturdum. Verdiğim selamı esneyerek alınca nedense şaşırdım. Aslında alışık olduğum böylesi davranışlar karşısında şaşırmamam gerekirdi. Sonra kendime ve Musa dayıya çay söyle­dim. Baktım ki Musa dayının gözleri güldü, sevindi kendisine çay söylediğim için.
Verdiğim selama gülmeyen gözler, bir bardak çaya gülmüştü!. Müslümanların nelere se­vindiğini ve kimleri sevdiğini düşünmeye başladım. Hadis-i şerifdeki buyruk “Aranızdaki sevginin ziyadeleşmesi için birbirinize çay ısmarlayın” şeklinde olsaydı, yaşadığım du­ruma uygun olabilecekti. Ne var ki hadis-i şerifte çaydan değil selamdan söz ediliyordu.
Gerçi selama sevinen kimseler de vardı. Mesela köy muhtarına kaymakamın selamı söylense kaymakam yanı­na gelmiş gibi heyecanlanıyor, bu selama muhatap olma­nın sevincini yaşıyor ve kendisine bu selamı getirene kö­pek gibi kuyruk sallıyordu. Çünkü kendisine gelen selam, kaymakamın selamıydı!.
Aynı muhtara Allah'ın selamını söylesen burnunu ka­rıştırarak sana bakacak ve “Ne istiyon Sen!” diyecektir. Bu duruma şaşırmaya gerek yok Yakup. Nasreddin hoca “Ye kürküm ye” derken, itibarın kürke olduğunu belirtmişti. Tabi ki zamanımızda durum daha da değişti. Şimdi itibar kürke değil, kürkün ilk sahiplerine!..
Sadece kürkü giymek yetmiyor artık, ayrıca kürk ile ünsiyet sağlamak ve kürkün ilk sahiplerine benzemek gerekiyor..
Herneyse, sevmiyorlar işte, itibar etmiyorlar Allah'ın selamına. Fakat Allah'ın selamına karşı duyarsız olan bu kimselere “Allah'ın laneti üzerinize olsun” desen, gözleri büyüyecek, bakışları değişecektir bu şaşkınların!.
Peki neden?
Lanet ifadesine kızan bu kimseler, selam ifadesine neden sevinmiyorlar ki!
Musa dayı ile çayları içerken yanımıza İbrahim abi geldi ve selam vererek oturdu. Tabi ki aldık selamını. An­cak aradan birkaç saniye geçtikten sonra irkildiğimi hisset­tim Yakup. Çünkü bende de hiçbir değişiklik olmamıştı. Benim de gözlerim gülmemiş ve ben de pek sevinmemiştim selama. Demek ki kendi dışımdakileri yargılarken aynı gaflet bende de vardı. Ben de selam sevincini yaşamamış­tım. Oysa hadis-i şerife göre bir müslümanın selam ile se­vinmesi ve selâm veren müslümanı sevmesi gerekiyordu.
O halde neden sevinmemiştim?
Sevinmem gerekirken neden sevinmemiştim?
Bunu anlayabilmek için önce “Neden sevinecektim?” sorusunu sordum kendime.,
Neden sevinecektim?
Cevap aşikardı, bana Allah'ın selamı verildiği için.. Bu cevap yankılanmaya başladı bende.
Allah'ın selamı verildiği için..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Devamı...
Bende yankılanan bu cevabı ve selamın mahiyetini düşündükçe kendime gelmeye başladım. Cevap bende netleştikçe “Neden sevinecektim?” sorusunu soran Salih'ten utanmaya başladım, utanmaya başladım kendimden!.
Bana verilen selam,
Allah'ın selamıydı. Müminlerin afiyetini, selametini ve emniyetini dileyen Rabbimiz, bu yüce nimeti müminlere lütfetmiş ve buna talip olmalarını, bunu iste­melerini ve bunu temenni etmelerini buyurmuştu. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, selamın içerdiği nimeti müminlere vermeyi dilemişti. Muhtaç olduğumuz bu nime­te talip olmamızı ve bunu birbirimize temenni etmemizi buyuran Rabbimizin, bu buyruğundaki hikmet neydi?
Bizler buna talip olacağız ve bunu temenni edeceğiz de, Rabbimiz vermeyecek mi?
Şanı yüce Rabbimiz vermeyeceği bir şeyi mi isteme­mizi buyuruyor?
Elbetteki değil..
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) selamın içerdiği ni­metleri müminlere lutfetmeyi dilemiş ve kendi selamını verme yetkisini müminlere vermiştir.
Allah'ın selamını verme yetkisi!.
Bu yetkiye sen sahipsin, bu yetkiye ben sahibim, bu yetkiye bütün müminler sahip Yakup.
Biliyorsun Cebrail (a.s.) a da veriliyordu bu yetki ve Cebrail (a.s.) bu yetki ve Allah'ın izni ile Allah'ın kullarına Allah'ın selamını getiriyordu.
Peki Yakup, müminin verdiği Allah'ın selamı ile Ceb­rail (a.s.)'ın verdiği Allah'ın selamı arasında ne fark var kardeşim? Biliyor ve iman ediyoruz ki Allah'ın selamı, aradaki elçinin vasfına göre değer kazanabilecek bir şey değil­dir. Allah'ın selamı bizatihi yüce bir değerdir.
O halde düşünelim Yakup!..
Cebrail (a.s.) bize gelse ve Allah'ın dilemesiyle bize “Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun” dese, bu selam karşısında ne hissederiz?
Seviniriz, çok seviniriz değil mi?
Peki bir müminin verdiği selama da böyle sevinme­miz gerekmez mi?
Her iki selamın da içeriği aynı değil mi?
Her iki selam da, Allah'ın selamı değil mi?
Selamı getiren her iki elçi de buna yetkili değil mi?
Kadere iman eden ve karşılaştıkları her hayrı Al­lah'tan bilen müminlerin, her iki selamın da hayır olduğu­nu idrak etmeleri, bu hayrı Allah'tan bilmeleri, karşılaştıkla­rı bu hayır ile sevinmeleri ve bu hayra vesile olanları sevmeleri gerekmez mi?
Gerekmez mi kardeşim?
Ve gelelim günümüze, ve bakalım her gün yüzlerce kez selamlaşanlara!..
Her gün selamlaşmalarına rağmen ne verdiklerini ve ne aldıklarının bilincinde olmayan ve dolayısıyla aldık zan­netmelerine rağmen almadıklan selamdan ve selamın içer­diği nimetlerden uzak kalan şu insanlara bakalım. Ki bun­ların çoğu kendilerini İslam'a ve müslümanlığa nisbet edenlerdir. Daha selam bilincine varmayan ve selam sevin­cini yasamayan bu müslümanlar, büyük özlemler ve büyük hesaplar peşindedir!.
Durumlarıyla ilgili sadece bir ömek verdiğimiz bu müslümanlan uyanık kabu! ederek, bu müslümanlarla ciddi eylemlere soyunmak için, bunlar gibi uyanık(!) olmak ge­rek Yakup.
Çünkü bu uyuyanları, ancak onlar gibi uyanıklar uyanık kabul eder!.
“Müslümanlar birçok konuda gaflettedir” diyorum. Bu ifadeden kendimi müstağni tutmadığım gibi kendimi bu ifadenin odak noktasında kabul ediyorum. Çünkü anladım Yakup, anladım müslümanın nasıl ve nice olması gerekti­ğini..
Mekke'deki müslümanlan gördüm.
Bilal'ı gördüm.
Habba'bı gördüm.
Musa'bı gördüm.
Yasir ailesini gördüm.. Gördüm hep bunları...
Ve anlamaya çalıştım kızgın kayanın altında direnen Bilal'ın, direnme gücünü!.
Ve anlamaya çalıştım Musabın neleri terkedip nelere talip olduğunu!.
Ve anlamaya çalıştım er kişileri geride bırakan Sümeyye validemizin neye sahip olduğunu ve sahip olduğu şeyden neden vazgeçmediğini!.
Ve anlamaya çalıştım alemlere rahmet olarak gönde­rilen ve müminlere karşı çok merhametli olan Resulullah (s.a.v.)'in Yasir ailesinin durumuna nasıl sabrettiğini!.
Bilal'ın göğsüne, bir müminin göğsüne konulan kız­gın kayayı gören rahmet peygamberinin ve diğer müminlerin durumunu düşündüm. Bilal'in göğsünde kızgın bir kaya varken, bu olayı gören müminlerin göğsünde ateşten bir dağ olduğunu anladım. Şimdiye kadar Bilal'ın nasıl sabrettiğini düşünürken, Bilal'in bu durumunu gören müminlerin nasıl sabrettiklerini, nasıl sabredebildiklerini düşündüm!..
Bütün bunları ahlamaya çalıştım kardeşim.
İşte bütün bunlan gördükten ve bunları anlamaya ça­lıştıktan sonra kendime bakıyorum.,
Gönlüm bulanıyor, üzülüyorum, sıkılıyorum, utanıyorum Yakup..
Bazı konularda bir Bilal gibi değil, Bilal'ın göğsündeki bir taş gibi olduğumu hissediyorum. Çevremdeki kardeşle­rimi de pek farklı görmüyorum, göremiyorum..
Peki nasıl olacak, nasıl olacak kardeşim?
Nasıl bir ve beraber olacağız?
Mus'ab'ın terkettiği şeylerin peşinden koşan kimseler­le nasıl bir olacağız ve Mus'ab'ın kutlu eylemlerine nasıl soyunacağız? Nasıl soyunabileceğiz?
Böylesi kimliklerle soyunursak, ayıp ve çirkin yerleri­miz açığa çıkmayacak mı?
Hemeyse, bu dertli mektubu daha fazla uzatmak iste­miyorum.
Allah'ın selamı üzerine olsun Yakup..
Şimdi diyeceksin ki “Bana gerçekten Allah'ın selamı mı var?”
Rabbimin izniyle bu mektup eline geçmişse ve bunu okuyorsan ve cılız ifadelerimin gerisindeki anlatmaya çabaladığım manayı Rabbimin lutfuyla anlamışsan, elbetteki, elbetteki var kardeşim..
Kardeşin Salih
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
selamünaleyküm YUSUF kardeşimiz...

Diğer bölümlerde ki birbirinden faydalı yazılarınızı takip ederken ,sizin vesilenizle tanıdığım ; buram buram ilim içeren kitapları kadar romanlarını da okumaktan keyif aldığım bir kalem Mehmed Alagaş.

Rabbim sizden razı olsun ,hayırlı çalışmalarınızı ziyan etmesin.
Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ve Aleyküm Selam GEVHER kardeşim
Rabbim cümlemizden razı olsun inşaAllah
İslamın özünü ve günümüzde yaşanan islamı çok iyi analiz etmiş ve kalame aldığı yazılarındada bunu çok açık bir şekilde ıspatlamış bir kalem olduğunu düşünüyorum.
Fakat günümüz toplumunda malesef böyle kalemlerin değerlerini pek bilemiyoruz.
Dediğiniz gibi romanlarına baktığımızda da yazıları roman olarak değil de günümüzde yaşanan problemlere açık bir şekilde gerçeklere dayalı çözümlerini görebiliyoruz.Ne mutlu faydakanabilirsek
Rabbim yolumuzu sırat-ı mustekim etsin inşaAllah
Selam saygı ve gönül dolusu mhabbetlerimle
Mevlaya emanet olunuz

selamünaleyküm YUSUF kardeşimiz...

Diğer bölümlerde ki birbirinden faydalı yazılarınızı takip ederken ,sizin vesilenizle tanıdığım ; buram buram ilim içeren kitapları kadar romanlarını da okumaktan keyif aldığım bir kalem Mehmed Alagaş.

Rabbim sizden razı olsun ,hayırlı çalışmalarınızı ziyan etmesin.
Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Şahitliğe yetkili olan her şey şahit olsun ki; alemle­rin Rabbi olan Allah (c.c.) Rahman'dır, sonsuz rahmetin yegane sahibidir. Ve ben O'na hamdedip, O'na şükrede­rek, O'nun adıyla başlıyorum.
Eski bir söz vardır. “Garibe bir selam, bin altın yeri­ne geçer.” diye.. Ben gariptim Salih abi. Rabbi özleyen, öz vatanını özleyen ,sevdiklerini özleyen bir gariptim. Ve sen bana bir selam gönderdin, bir selam gönderdin ki, selam bilinciyle birlikte..
Duygularım anlatılası değil, sevincim anlatılasi değil, ben anlatılası değilim abi. Sevindirdin bu garibi, Rabbimiz de seni sevindirsin. Rahman olan Rabbimiz sana rahmet etsin.
“Rahman” derken eskisi gibi değilim artık. “Rahman” derken duygularımın kabardığını hissediyorum, Etrafıma ve kendime yepyeni bir hayretle yeniden bakıyorum. Dü­şünüyorum Rabbimin nimetlerini, düşünüyorum rahmetini ve kamaşan gözlerimi kapatarak bağırmak istiyorum, mahrem duygularımı açarcasına haykırmak istiyorum.
Ya Rabbim, ya Rahman ve Rahim olan Rabbim, bana benden daha yakın ve bana benden daha merhametli olan Rabbim. Ben şahadet ediyorum ki Sen Rabbim­sin, ben şahadet ediyorum ki yegane İlah ve alemlerin ye­gane Rabbi Sensin. Ve ben, ve ben Seni seviyorum. Ya Rabbi ben Seni çok seviyorum...
İşte bu haykırışın akabinde gönlüme bir soru düşü­yor!.
Seviyorsun da ne yapıyorsun?
İlkin duymak istemiyorum bu soruyu. Beni irkilten bu soruyu benden uzaklaştırmak veya bu sorudan uzaklaşmak istiyorum.
Fakat beceremiyorum Salih abi. Soru bende tekrar tekrar yankılanıyor.
“Seviyorsun da ne yapıyorsun?.”
Dünyam altüst oluyor!. Benden O'na uzanan duygu­ların durduğunu ve bana yönelerek, bana hücum ettiklerini hissediyorum. İnancımdan kaynaklansa gerek, kaçmıyo­rum ve kaçacak bir yer aramıyorum bu hücum karşısında.
Fakat şaşırdığımı da itiraf etmeliyim!.
Bu şaşkınlık ve “Acaba şeytani bir vesvese mi?” de­dim kendi kendime!. Ne var ki sorunun ciddiyeti karşısın­da, sorunun nereden kaynaklandığını pek düşünmek bile istemedim. Çünkü bu soru, benim kaçmayacağım, kaça­mayacağım bir soruydu.
Rahman ve Rahim olan Rabbimi sevdiğim bir ger­çek. Yaşadığım, hissettiğim, soluduğum bir gerçek bu. Fa­kat seviyordum da ne yapıyordum?
Yoksa kuru bir sevgi miydi bu?
Oysa sevmek fedakarlık isterdi, vefakarlık isterdi. Sevmek, sevgili için yaşamak ve sevgili için ölmek demek­ti.
Sevmek, sevgiliyi hoşnut etmek, sevgiliyi sevindirmekti.. Sevgiliyi sevindirmek!..
Böylesi bir isteğin, bütün bir göniümü doldurduğunu hissettim.
Evet!.. Rahman ve Rahim olan Rabbimi sevindir­mek, hoşnut etmek, çok çok hoşnut etmek istemiştim. Rabbimi sevindirmek için O'na ne vermem, O'na ne sun­mam gerektiğini düşündüm. Rahman olan Rabbime öyle bir şey sunmak İstedim ki, sunacağım şey O'nda olmasın!.
Fakat O, bütün mülkün sahibiydi..
O'nda olmayan ne vardı ki bende!.
Yine aciz kaldığımı anladım. Çaresizlikle bükülen boynum, titreyen dudaklarım aynı gerçeği ifade ediyordu. Ben acizdim.. Rabbimde olmayan ve Rabbime sunacağım şey, ancak acizliğim olacaktı. Ben bir mahluktum. Her zamanda ve her mekanda yaratıcıya muhtaç bir yaratıktım.
Abdest alarak namaza durdum. Başımı secdeye ko­yarak acizliğimi ve boynu büküklüğümü sundum Rabbi­me...
Dua etmek ve Rabbimle konuşmak istedim.
Avuçlarıma damlayan gözyaşlarıma bakarak neden ağladığımı düşündüm!. Sevgiden mi, acizlikten mi bilemi­yordum!. Fakat hoşuma gitmişti bu gözyaşları. Nefsi bir maraz mı onu da bilmiyorum, fakat gerçekten hoşuma git­mişti bu gözyaşları.
Sanki avuçlarımda inciler taşıyordum!.
Sanki bana onur vermişti, beni onurlandırmıştı bu gözyaşları. Avuçlarıma damlayan gözyaşlarımı Rabbime sunarken “İşte Ya Rabbi bende olup da Sen'de olmayan bir şey” diyordum.
Gönlümü genişleten bu duyguları yaşarken çocukluğum gelmişti aklıma. Çocukluk gecelerimde gökyüzüne bakarak Allah'ı düşünür ve Allah yalnız olduğu için düm. Çünkü arkadaş ve arkadaşlık benim için çok önem liydi o günlerde. Allah'ın ise hiçbir arkadaşı yoktu... Hiçbir arkadaşı olmadığı için Allah'ın da üzüldüğünü zanneder ve gökyüzüne bakarak “Üzülme, üzülme Ya Rabbi, ben va­rım, ben sana arkadaş olurum” derdim. Çocuksu saflığımla bunu söylediğim zaman Allah'a gerçekten arkadaş olduğu­mu ve O'nu yalnız bırakmayacağımı kabul ederek sevinir­dim. Tabi ki çocukluk duygularımdı bunlar. Fakat şimdiki bazı duygularım da, bu çocukluk duygularımdan pek farklı değildi.
Yoksa büyümemiş miydim?
Fakat büyük adam olmadığım ve olmak istemediğim için, bu soru da cevapsız kalsın diyorum..
“Evet Salih abi.”
“Mektubuma, gönderdiğin selama mukabele ederek başlamak istiyorum..”
“Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatühü..”
Sen de sevindin, sen de selam sevincini yaşadın değil mi? Rabbim sev­gini ve sevincini ziyadeleştirsin.
Müslümanların gaflette olduklarına ilişkin yazdıklarına katılıyorum.
Hem nasıl katılmam ki!.
Uyanan ve uyanmaya çalışan bir müslüman da be­nim. Hergün tekrarladığımız selam konusunda bu gafleti yaşadığımıza göre diğer konularda uyanık olduğumuzu na­sıl iddia edebiliriz?. Selam konusunda yazdıklannı okuduk­tan sonra rahmetli Necip Fazıl'ın şu mısralarını hatırladım.
“Yıllardır saatim çalışmış, ben durmuşum Gökyüzünde habersiz uçurtma uçurtmuşum” Bize, bizim durumumuzu anlatan bir ifade Salih abi. Kapalı bir yerde çalışan ve dışarı çıkmayan bir kimsenin gökyüzünde habersiz olması, makul gözükse de, apaçık bir yerde ve bakışlarını gökyüzüne yönelterek uçurtma uçuran bir kimsenin gökyüzünde habersiz olması bizleri şaşırtır değil mi?
Oysa neden şaşırıyoruz ki!.
Müslüman topluluklarda da yaşanan durum bu. Allah'a yönelmelerine rağmen tevhidden bihaber, İs­lam'a yönelmelerine rağmen teslimiyetten bihaber kitleler yok mu?
Bunlar yöneldikleri şeylerden gafil değil mi?
Bunun aksini savunarak, kendilerini İslam'a nisbet eden bu toplumun uyanık olduğunu iddia edebilir miyiz?
Topluma yön veren müstekbirlerin kaval sesini ve toplumdan yükselen horultuyu dikkate aldığımız zaman; toplum hakkında bir yargıya varmamız tabi zor olmaya­caktır.
Uyuyorlar, Asırlardır uyuyorlar...
“Asırlardır uyumak” ifadesinden, aklımıza Ashab-ı Kehf geliyor. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi kavimlerini Allah'a kulluğa davet eden bir grup genç, kavimleri­nin azgınlığından Allah'a tevekkül ederek bir mağaraya sı­ğınmışlar ve şanı yüce Rabbimiz bu gençleri (yanlarında bulunan köpekleriyle birlikte) sığındıkları mağarada üçyüz küsur sene uyutmuş. Onların mağaradaki uyku hali beyan edilirken sağ yanlarından sol yanlarına döndürüldükleri ve onların bu halini görsek dehşete kapılacağımız da zikredil­mektedir..
Tabi ki bu anlatılanlar Ashab'ı Kehf hakkında tarihi bir kıssadır. Netice olarak örnek ve ibret almamız gerekli­dir. Nitekim bu kıssayı dikkate aldığımız zaman günümüz­de Ashab-ı Kehf olmasa da uyuyan nice ashapların bulunduğunu görüyoruz. Bunların en geniş tabanlısı şüpesiz ki Ashab-ı Demokrasidir.
Ashab-ı Demokrasi!.
Dünyanın bir çok ülkesinde bulunan ve uyumaya de­vam eden Demokrasi ashabı!.
Tabi ki Ashab-ı Kehf ile Ashab-ı Demokrasiyi birbiri­ne karıştırmamalıyız.
Gerçi her iki Ashab da uyumasına rağmen Ashab-ı Kehf'i hikmet üzere uyutan Rabbimiz, Ashab-ı Demokrasi­yi zillet üzere uyutan ise şeytan ve dostlarıdır. Farklı du­rumları olduğu gibi benzer durumları da vardır. Nitekim Ashab-ı Kehf'in köpekleri uyuduğu gibi Ashab-ı Demokra­sinin de köpekleri uyumaktadır. Salih abi bazı kardeşlerimiz köpeklerin uyumakta olduklarını kabul etmeyeceklerdir. Fakat köpekler gerçekten uyumaktadırlar.
Uyansalar ve uyanık olsalar hiç köpeklik yaparlar mı?
Ayrıca Ashab-ı Kehf'in uyurken sağ taraftan sol tara­fa, sol taraftan sağ tarafa döndürülmeleri Ashab-ı Demok­rasi için de geçerlidir. Ashab-ı Demokrasi de bir çok poli­tik girişimler neticesinde belli aralıklar ile sağdan sola, soldan sağa döndürülmektedir.
Görülen o ki, vatandaşın hep aynı tarafa yatmasını veya aynı eğilim tarafından idare edilmesini istemiyorlar. Ara sıra çevirmeleri gerekir ki aynı eğilimden bıkkınlık veya bezginlik olmasın. Ayrıca politik eğilimler konusunda­ki dengeyi de muhafaza etmeleri gerekir. Hangi eğilimin biraz güçlenmesi ve diğer eğilimleri biraz tırpanlaması gerekiyorsa, iktidara gelen eğilim, şüpesiz ki o eğilimdir. Tabi ki bunu belirtecek merci halkın oylan değil, dünya emperyalizmidir. Bunaltıcı ve bulandırıcı yoğun propagan­dalarla kafaları İğdiş edilen insanların verdiği oylar ve bu oylarla yapılan seçimler, sadece ve sadece emperyalizmin verdiği kararı onaylatmak içindir. Tabi ki yapılan seçimler­le halk da rahatlamakta ve sırtlarındaki semeri göstererek “Semerde oturanlan biz seçtik” demektedirler, Daha sonra ise “Madem ki biz seçtik, o halde katlanmalıyız” di­yerek katlanmaya, tekrar katlanmaya, tekrar tekrar katlan­maya devam etmektedirler. Tabi ki yeni seçimlere kadar!.
Bu arada beşeri ideolojilere nisbet edilen bir devrim yapılırsa, bu devrim ile hem semer ve hem de semerin üstündekiler değişmektedir. Ancak semeri değiştirmek tehli­keli bir iştir. Çünkü halkın yeni semere alışması zor olmaktadır. Bu bakımda halkın alıştığı semeri değiştirmektense, gerektiği zaman yapılacak seçimlerle se­merin üstündekileri değiştirmek daha sakıncasızdır..
Bu anlattıklarım siyasetin gerisindeki politikadır Salih abi. Bu politikanın kurbanları ise kasap seçme hürriyetine sahip olan ve kendi kasabını kendi seçen demokrasi asha­bıdır. Uyuyan ve uyurken boğazlanan Ashab-ı Demokra­si...
Ne diyorsun abi, dürtelim mi? Dürtelim mi, dürtülme pahasına? Camilerden dışarılara doğru değil, dışarılardan camilere doğru ezan okuyalım mı? Saf saf uyuyanları uyandıralım mı?.
Kardeşin Abdullah Yakup
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rabbimin adıyla
Sevgili dostum
Bu mektup eline geçecek mi bilmiyorum. Çünkü tu­tuklandığını ve gazetelerde resminin çıktığını, ben tutukladıktan iki hafta sonra öğrendim. Yazacağım bu kısa mek­tubu, Konyalı bir jandarma eriyle senin eski adresine göndereceğim. Bu adreste senin şu an nerede olduğunu bilen bir tanıdığın varsa, umarım bu mektubu sana iletir.
Bana gönderdiğin son mektubu jandarma komutanı­nın elinde görmüştüm. Nezarete atıldıktan iki gün sonra benimle görüştü. Odasına girdiğimde elindeki bir mektubu okuyordu. Mektubu masanın üzerine koyup, eliyle mektu­bun üzerine vurarak.
Bu örgüte ne zaman girdin? dedi.. Hiçbir şey anla­yamamıştım!. Ne örgütü, ne girmesi!..
Anlayamadım!, dedim. İşte bu anlayamadığım şeyi, bana yirmisekiz gündür anlatmaya çalışıyorlar!.
Nasıl anlatmaya çalıştıklarını ise sorma!.. Elindeki mektup, senin son gönderdiğin mektupmuş. Senin asıl adın “Yakup” olmasına rağmen “Abdullah” kod adı ile bir örgüte girmişsin!.
Sabıkalı hırsızlardan iki kişinin de aslında şeriatçı müslüman olduğu ve soygunlarını, örgüte maddi destek sağlamak için yaptığı üzerinde duruluyormuş!.
Ben ise örgütü taşradan yöneten üst düzey bir yetkili değil miymişim?
Bütün bunları anlatmam ve onları fazla üzmemem gerekiyormuş!. Aslında bütün bunları biliyorlarmış, biliyorlarmış da, benim sadece itiraf etmem lazımmış!..
Aradan yirmisekiz gün geçti, ben hala bu anlatılanlar karşısında bir gelişme, bir ilerleme kaydedemedim. Bütün bu anlatılanlar karşısında cevabım yine hep aynı oluyor.,
Bunların söylediklerine göre bu gibi soruşturmalarda iki tip sanık olurmuş. Birisi musluk, diğeri diş macunu gibi. Musluk gibi olanı bir kere açmak yeterliymiş! Bir kere açıldıktan sonra ne var, ne yok akıtırmış.. Diş macu­nu gibi olanları ise hep sıkmak gerekliymiş! Sıktıkça için­deki dışına çıkarmış..
Beni veya bizi tanımaları için bu ikili tasnifi, üçe, dörde çıkarmaları gerekecek herhalde!
Bana kalırsa Allah'a ve Allah'ın razı olacağı dine gö­nül veren müslümanlan güneşe benzetmeleri, yerinde bir tanımlama olur. Kimliğindeki aydınlık, kişiliğindeki sıcaklık ile apaçık ortada olan bir güneş!.
Bu müslümanları apaçık kimlikleriyle tanımaları, bu apaçık kimlikleriyle tanımlamaları gerekir.
Güneşe gölge düşürmek, güneşe karanlık nisbet et­mek eğilimleri, bu eğilim sahiplerini karartacaktır.
Öncelikle apaçık vakayı görmeleri ve gördüklerini anlamaları gerekmez mi? Güneşi tanımadan ve bu keyfiyete sahip olmadan, gizli sorularla güneşin üzerine yürümek, karanlık niyetlerle güneşe el uzatmak, bu elleri ve el sahip­lerini yakmaz mı?
Bunlan düşünmeleri, bunları dikkate almalan ve insa­nın altında buzağı aramamaları gerekmez mi?
Fakat arıyorlar kardeşim!. İnsanın altında buzağı, bu­zağının altında öküz, öküzün altında ayı, ayının altında bakan arıyorlar!..
Hangi zihniyetle ve daha ne kadar arayacaklar bilmi­yorum?
Senin durumunu ise henüz sormadım,
daha doğrusu sormak da istemedim kardeşim. Sanki senden bir daha haber alamayacakmışım gibi bir duyguyu yaşıyorum.
Bu duygu dünyadan ve dünyalıklardan kopanyor beni..
Seni bulacağım yer, sanin Resulullah (s.a.v.)'i bulaca­ğın yer gibi geliyor gönlüme..
Alemlerin Rabbi olan Allah'a ve sevgili Efendimiz Re­sulullah (s.a.v.)'e kavuşma arzusu.,
aşağılardan yükseklere, çok yükseklere, çok daha yükseklere yuvarlanan bir çığ gibi büyüyor içimde....
Bu duygularla yükselirken dünyaya bakıyorum., Görüyorum ki yükselen sadece ben değilim, görüyorum ki yükselen sadece Salih, sadece Yakup, sadece Mehmed değil..
Biz yükseliyoruz, biz yükseliyoruz kardeşim..
Müminler, muvahhidler yükseliyor..
Allah'ın razı olacağı dini, Allah'tan öğrenen, din adına uydurulan bi'dat ve hurafelerden arınan,
Allah'a kul, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olma sevinciy­le İslam'a sımsıkı sarılan müminler, muttakiler, muvahhidler yükseliyor.
Alaca karanlıklar içinde şafağı müjdeleyen, hakkı ve hakikati müjdeleyen bir güneş, bir güneş yükseliyor sevgili ve sevilesi dostum..
Kardeşin Salih
.............
Son.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nasiplenmek adına güncelleme
 

ؤشىثق

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Ağu 2010
Mesajlar
148
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
Allah razı olsun.Eline yüreğine sağlık inşAllah
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt