Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Peygamberimizin Diliyle Gençlik (1 Kullanıcı)

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
genclikvemuzik.png
Müzik, gençlerimizin en çok ilgi duyduğu ve zaman harcadığı eğlence vasıtalarından birisidir. Her davranışımıza ölçüler ve sınırlar getiren dinimiz, müzik konusunda da bizim için en doğru, en selâmetli ve en güzel ölçüler ortaya koymuştur.

Kâinattaki her sesi, İlâhî bir mûsikînin nağmeleri olarak değerlendiren hikmet bakışı, elbette insanların gayretleriyle ortaya koyduğu müziğe de Allah ve âhiret hesabına bakacaktır.
Bu açıdan incelediğimizde, müziği ikiye ayırabiliriz.
Birincisi, ulvî ve ruhanî mânâları terennüm eden, insana yüksek şevkler, ulvî neş'eler ve uhrevî hüzünler veren müziktir ki, bu helâldir.
İkincisi, şehevanî ve dünyevî mânâları işleyen, hevesâtı tahrik eden ve yetimâne acı veren müziktir ki, bu haramdır.
Bunların teferruatı da kişiye yaptığı tesire göre hüküm alır.
Bir müzik parçasının sözleri, İslâmın temel prensipleriyle çelişmemelidir. Çünkü Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Gayr-i meşrû meseleleri, küfrü konu alan şiir, şeytanın nağmelerindendir" (Câmiüssağîr: 1609) buyurmuştur. Bunun için müzik parçasının sözleri, nezih ve ulvî mânâları taşımalı; ahlâk dışı, îman esaslarına aykırı ve bayağı olmamalıdır.
Yine Peygamberimizin (a.s.m.) şu hadisleri bize müzik konusunda ölçü olmaktadır:
"Şarkıcı kadının aldığı para haramdır. Şarkı söylemesi haramdır. Onlara bakmak haramdır. Aldığı para köpek satımı karşılığında aldığı para gibidir. Köpeğin parası haramdır. Eti haramla beslenen kimseye Cehennem ateşi daha lâyıktır." (Taberânî'nin Kebir'inden)
"Bu ümmet içinde şarkıcı ve çalgıcı kadınlar ortalığı sarıp içkiler içilince bir yere batma, hayvan şekline dönüşme ve gökten taş yağma vuku bulacaktır." (Tirmizi, Fiten: 21)
Müzik, her türlü düşüncenin ve mesajın yaygınlaşmasında çok güçlü ve yaygın bir silâhtır. İnsanlar müzik yoluyla dayatılan düşünceleri kolayca ve severek kabul ederler. Bu yolla, olumlu veya olumsuz ahlâk anlayışı, davranış biçimi, hayat tarzı yerleştirilebilir.
Bundan dolayıdır ki, bazı müzik türlerini çok dinleyen insanlar, farkında olmadan bazı olumsuz fikir ve davranışların etkisi altına girmiş olurlar.
Bu bakımdan gençlerimiz neyi dinlediklerine çok dikkat etmeli, titiz ve seçici olmalıdırlar.
Bir başka önemli nokta, müzik dinlemede aşırıya gitmemek, zamanı israf etmemek gerekir. Bilhassa çok zarurî işlerimizi ve ibâdetlerimizi geciktirmek veya engellemek pahasına müzik dinlemeyi sürdürmek büyük günahtır.
Resûlüllahın (a.s.m.) uyarılarını örnek alan bir gencin müziğe karşı tavrı ne olmalıdır?
Bir genç nasıl bir yol izlemelidir ki, hem harama girmekten korunsun, hem de içindeki müzik zevkini ve ihtiyacını tatmin etsin?
Bunun için öncelikle olumsuz müziğe karşı kendimizi korumalıyız. Yukarıda belirttiğimiz ölçülere uymayan, özellikle yaygın Batı müziğinden ve piyasadaki seviyesiz ve bayağı müzik parçalarından uzak durmak gerekiyor.
Biz, her şeyiyle "bizden" olanı tercih etmeliyiz.
En güzel mûsikî, Kur'an-ı Kerîmin okunması ve dinlenmesidir.
Bundan başka bol miktarda örneklerini bulabileceğimiz ilâhiler, kasideler, marşlar, ezgiler, müsbet şarkı ve türküler müzik ihtiyacımızı karşılayabilir.
Müzik sahasında son yıllarda çok başarılı çalışmalar yapılmış, müsbet örnekler ortaya konmuştur. Bir bakıma günümüzün gençleri eskiye göre daha şanslıdırlar. Çünkü, 10-20 yıl öncesine kadar birkaç ilâhî ve mehter kasetinden başka dinleyecek müzik ürünü yoktu. Bugün gerçekten emek mahsûlü, seviyeli ve profesyonel binlerce müzik parçası vardır.
Gençlerimiz, her anlarını nasıl geçirdiklerinden ve her âzâlarını nasıl kullandıklarından hesaba çekilecekleri düşüncesiyle, "dil", "el" ve "kulak"la icrâ edilen ve dinlenen her türlü müzikten sorumlu olduğumuzu bilerek hareket etmelidirler.
Her şeyde olduğu gibi müziğin hayırlısı da, meşrû dâirede icrâ edilenidir.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
genclikveeglence.png
Gençliğimizin zamanını ve ideallerini öldüren araçlardan birisi de, dinimizin yasakladığı eğlencelerdir. Bilhassa bu zamanda, gayr-i meşrû oyun ve eğlencelerin yuvası hâline gelen kahve, birahane, meyhane, disko, sinema, bar, gece kulübü, müzik hol, oyun salonları gençliğimizin altın yıllarını hebâ etmektedir.

Öncelikle şu tesbiti yapmak gerekir: Aşırı eğlence, sıkıntıdan kaynaklanır. Eğer ruhî, kalbî, hissî bir sıkıntı, problem ve huzursuzluk varsa, insanlar rahatlamak için oyun ve eğlenceye sarılırlar.
Diyebiliriz ki, sıkıntı ne kadar çoksa eğlenme arzusu da o kadar fazladır.
Rahatlamak ve neşelenmek için başvurulan eğlenceler iki türlüdür.
Bir kısmı dinimizce yasaklanmış, haram kılınmıştır. Bir kısmı ise helâldir.
Haram eğlenceler; içki, kumar, gayr-i meşrû müziğin bulunduğu ve kadın-erkek ilişkilerindeki sınırın korunmadığı eğlencelerdir.
Bunlardan korunmanın çaresi, güçlü bir îmanı elde etmektir. Çünkü, kuvvetli bir îman olmazsa ve ibâdetler yerine getirilmezse, akıl, kalp, ruh ve duygular aç ve vazifesiz kalır. Bu da sıkıntı ve huzursuzluk meydana getirir.
Îman ve ibâdet, huzur ve mutluluk sağladığı için eğlenceye fazla ihtiyaç kalmaz.
Dinimizin yasakladığı eğlenceler, dünyada da, âhirette de mutsuzluk kaynağıdır. Bu hususta Bedîüzzaman Hazretlerinin şu îkazlarına kulak vermek gerekir:
"Gençlik gidecek. Sefahette (gayr-i meşrû oyun ve eğlencede) gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler çoğunlukla suiistimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastanelerden, hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz." (Sözler, s.153)
Gerçekten de, gençliğini dinin sınırları dışında geçiren kimseler, yaptıkları hatalar ve taşkınlıklar yüzünden, sağlığını, hürriyetini, huzurunu kaybederek, hastanelere, hapishânelere ve meyhânelere düşmektedirler.
Aslında meşrû dâiredeki keyif ve eğlenceler, gençleri tatmin edecek seviyededir. Dinimiz, içki, kumar, mahremiyet gibi konulardaki sınırlara uyulan eğlenceleri yasaklamaz. Bu hususta şu dersler dikkat çekicidir:
"Ey dünya hayatının zevkine tutkun ve gelecek endişesiyle istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşrû dâiredeki keyifle yetininiz. O, keyfinize kâfidir. Hâricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem vardır. Eğer geçmiş zamanın hadiselerini, sinema ile şimdi gösterdikleri gibi, gelecekteki haller dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sevinci isteyen îman dâiresindeki terbiye-yi Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerekir." (Sözler, s.150)
Yaşamanın gerçek mutluluğu, îman ve İslâmiyetle elde edilir. "Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı îman ile hayatlandırınız ve farzlarla zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz." (Sözler, 152)
İslâmın yasakladığı oyun ve eğlencelerde mutlaka problem, huzursuzluk, kavga vardır. Bunun için şu ifâdeler ne kadar ibretlidir:
"Hakîkî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saâdet yalnız îmandadır ve îman hakîkatleri dâiresinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokut vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır." (Sözler, s.156)
Bu îkazların doğruluğunu görmek için gazetelerde yer alan soygun, gasp, cinâyet, kaza haberlerine bakmak yeterlidir. Bunların hepsi de, dinimizin koyduğu sınırları aşmaktan kaynaklanıyor. Gayr-i meşrû bir şekilde eğlenen insanlar, neticede birbirlerinin canına kıyabilecek kadar akıldan uzaklaşabiliyorlar.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
mesru-eglenceler.png
Dinimiz, hayatın gayesinden uzak, boş ve faydasız oyun ve eğlencelere karşıdır. Çünkü Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Benim oyun ve oyalanma ile ilgim yok. Oyun ve oyalanmanın da benimle ilgisi yok. Benim boş işle ilgim yok, boş işin de benimle ilgisi yok" (Câmiüssağîr: 7241) buyurarak, mühim ve ebedî gayelerimize dikkat çekmiştir.

Bununla birlikte, dinimiz sürekli yüksek ve ideal tavırlar sergilemeyi uygun görmez. Çünkü, insanda his ve heves de vardır. Bunun için Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Meşrû dâirede eğleniniz ve oynayınız. Ben dininizde bir katılığın görünmesinden hoşlanmıyorum" (Câmiüssağîr: 1582) buyurmuştur.
Bu yüzden dinimizin prensipleriyle çelişmeyen, yasak sınırına girmeyen her türlü oyun ve eğlence meşrûdur. Ancak bunun miktarını, kişilerin kabiliyetleri, vazifeleri, yaşları ve sorumlulukları belirler. Çünkü, kısacık hayatta ebedî bir Cenneti kazanmak için gönderilen insan, meşrû da olsa eğlencede israfa gitmemelidir.
Bunun için diyebiliriz ki:
1- Gençlerimizin tercih edecekleri eğlenceler, içki, kumar, mahremiyet ve tesettür ihlâli gibi yasakları barındırmamalıdır.
2- Eğlenceler, farz ibâdetlerimize ve aslî görevlerimize engel olmamalıdır.
3- Oyun ve eğlenceye ayrılan zaman, "israf" sınırına dayanmamalıdır. Çünkü en büyük varlığımız zamandır; boşu boşuna hebâ edilmemelidir.
4- Oyun ve eğlencelerimiz de, bir yönüyle eğitici, öğretici ve ebedî îman dâvâsına hizmetçi olmalıdır.
Bu maksatla tertiplenen yemekler, geziler, piknikler, mûsikî programları, bir taraftan bizleri neşelendirmeli, diğer taraftan da faydalı sohbetlere, ilmî müzâkerelere veya bazı gençlerin îman ve İslâmî hayatla tanışmalarına sebep olmalıdır.
İşte o zaman o eğlenceler de sevap kazandırır.
Gençlerimizin, arkadaşlarını îman ve Kur'an hizmetine ısındırmak, teşvik etmek, sevdirmek maksadıyla tertipledikleri yemek, gezi ve piknik programları, tam bir ibâdettir. Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) İslâmiyeti anlatmak için Mekkelilere sık sık yemek verirdi.
Gençlerimizin arkadaş gruplarıyla bir araya gelerek ilmî sohbet etmeleri, şiir okumaları, edebî mütalâalarda bulunmaları, meşrû müzik icrâ etmeleri de meşrû ve sevaplı bir eğlencedir.
Bu arada dinimizin ebedî mesajlarının konu edildiği, piyesler, tiyatrolar, filmler de güzel bir tebliğ ve eğlence vasıtalarıdır.
Ayrıca hem eğlence hem tebliğ maksadını güden geceler, anma günleri, gençlik ve dostluk şölenleri, çeşitli dallardaki yarışmalar, müzik programları da çok faydalı ve önemlidir.
Gençlik çağı, duygu ve heyecan dönemidir. Bu çağda hizmet ederken şevk ve heyecanı da ihmal etmemek gerekir.
Ayrıca yasak eğlencelerin bir sel gibi akın ettiği günümüzde, onlara alternatif meşrû eğlencelerimizi yaşatmak gerekir.
Çünkü herkes aynı seviyede ve yaratılışta olmaz. Sürekli ciddi ve yoğun işlerle uğraşan gençlerimiz, bir gün içlerindeki eğlence ve dinlenme arzusunun isyanı altında ezilebilirler. Bu hususta en doğrusu Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) istikametli, vasat, geniş ve rahat yoludur. En doğrusu, kişinin kendisini fazla sıkmadan kaldırabileceği yoldur.
Allah gençlerimizi zamanımızın gayr-i meşrû eğlencelerinden korusun.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Gençlik ve Tesettür


Tesettür, gençliğimizin üzerinde ehemmiyetle durması gereken bir husustur.



Tesettür, yani avret yerlerini örterek gösterilmesi yasak olan kimselerden gizlemek, kadın-erkek bütün mü'minlere farzdır. Başkalarına gösterilmesi yasak olan yerlerini örtüp gizlememek, haramdır, büyük günahtır.

Ancak kadın ve erkeğin örtmesi gereken yerler farklıdır.

Erkekler için tesettür, dizleri ve göbekleri arasıyla sınırlıdır. Bunun dışında kalan bölgeleri açmalarında bir sakınca yoktur. Ancak giyimde edebe uygun olan, yaygın ve yerleşik usûle aykırı davranmamaktır. Bunun için sadece göbek ve dizler arasını kapatıp diğer bölümleri açıkta bırakan yaygın bir giyim şekli yoktur. Bu, sadece hamam ve benzeri yerlerde zaruretten kaynaklanmaktadır. Yaygın usûle göre erkeklerin giydiği elbiselerde kol, ayak ve başın dışında açık bir yer yoktur. Ne gariptir ki, asıl örtünmesi gereken kadın olduğu halde, bütün dünyada en kapalı giyinenler erkeklerdir.

Kadın için örtmesi gerekli olan yerler, el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün vücududur. Ayrıca kadının vücut hatlarını belli eden dar bir elbiseyle örtünmesi câiz değildir. Çekici olmayan, bol bir elbise giymelidir.

Niçin tesettür bilhassa gençlik döneminde önemlidir?

Çünkü, gençlerin hızlı, hareketli ve gösterişi seven bir yapısı vardır. Gençler daha serbest hareket etmek, güzelliklerini göstermek, kurallarla kendilerini bağlamamak isterler.

Yaşlılık döneminde birçok kadının örtündüğü görülür. Çünkü gençlikten kaynaklanan duyguları zayıflamış, açılıp saçılmaya karşı bir istek kalmamıştır.

Ayrıca gençlik döneminde örtünmeye dikkat ederek, bu disiplini kendisine rehber eden bir genç kız, yaşı ilerledikçe çok rahat eder. Yoksa baştan kararlı olmayanlar ilerleyen yaşlarında da tesettüre gereken hassasiyeti ve ciddiyeti gösteremeyebilirler.

Tesettürün ehemmiyetini anlamak için iki âyet meâli verelim:

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur. Allah ise, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Ahzab: 59)

"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Zînetlerini ise görünmesi zarurî olan kısımlar müstesnâ, açığa vurmasınlar. Başörtülerini de yakalarının üzerini kapatacak şekilde iyice örtsünler. Kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kardeşlerinden, kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğullarından, mü'min kadınlardan, câriyelerden, cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerinden ve şehvet çağına gelmemiş çocuklardan başkasına zînet yerini göstermesinler. Gizledikleri zînetleri belli olsun diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tövbe edin, ey mü'minler, tâ ki kurtuluşa eresiniz." (Nûr: 31)

Görüldüğü gibi ikinci âyette, "kimlere karşı tesettürlü bulunmak gerektiğini" belirtmek için çoğunluğu yakın akrabalardan oluşan uzun bir liste verilmektedir. Bunun anlamı, bu listede adı geçen kimseler karşısında açık-saçık bulunulabilir, demek değildir. Onların karşısında da, -diğerleri kadar olmasa da- edeb ve hayaya uygun bir kıyâfetle bulunmak gerekir.

Yüce Peygamberimiz de (a.s.m) tesettür hakkında şöyle buyurur:

"Allah çok hayâlı ve çok ayıp örtücüdür. Hayâyı ve örtünmeyi sever. Öyle ise biriniz yıkandığında avret yerini örtsün." (Ebû Davud, Hammam: 1; Vitr: 23)

Örtünmek, mâdem ki Rabbimizin kesin emridir ve Allah örtünenleri sevmektedir; bu hususta çok büyük gayret sarf etmemiz gerekir.

Tesettür, her ne kadar herkese farz ise de, genç kızlarımızı daha fazla ilgilendirmektedir. Genç kızlarımız tesettür konusuna büyük ehemmiyet vermelidirler. Çünkü, tesettüre uyan genç kardeşimiz, hem günahtan korunmuş, hem de iki kat sevap kazanmış olacaktır.

Birinci sevap, Allah'ın kesin emrine uyduğu içindir.

İkinci sevap ise, birçok konuda olduğu gibi bilhassa tesettürün ihmal edildiği bu âhir zamanda ona dört elle sarılması, onu lisan-ı hâliyle ders verip ilân etmesidir. Tesettüre uyan bir bacımız, hem örtüye karşı çıkanlara bir set oluşturmakta, hem de örtünen veya örtünmek isteyen kardeşlerimize cesaret vermektedir.

Örtünen kardeşimiz, kendisini kötü bakışlardan da korumuş olmakta, âdetâ örtüsü onun için bir kale olmaktadır. Zaten örtülü bir kimse lisân-ı hâliyle her türlü kötü niyeti reddettiği için çevresinden de saygı görür.

Eğer örtülüysek daha bir önem vermeliyiz. Henüz örtünmemişsek, kısa zamanda önemli bir karar vererek Allah'ın ve Resûlünün (a.s.m.) emrine uymalıyız.

Bu konuda eğer âilemizin ve çevremizin tepkisi olursa, sabırla göğüsleyelim. Onları rencide etmeyelim, ama inandıklarımızdan da tâviz vermeyelim. Eğer örtümüzden dolayı bizi ayıplayan, itip kakan olursa, aldırmayalım.

Çünkü, kabre yalnız gireceğiz. Bütün insanların korkup birbirinden kaçacağı haşir meydanında amellerimizle baş başa kalacağız. Bize îmânımızdan ve hayırlı amellerimizden başka kimse yardım etmeyecek.

Önemli bir mesele de, tesettürün nasıl yapılacağıdır. Bu hususta, vücut hatlarını belli etmeyen geniş bir elbise, pardösü, manto ve başörtüsü kullanılmalıdır. Tesettür şartlarını yerine getirdikten sonra ne giyilirse giyilsin yeterlidir. Çarşaf veya pardösü giyen kardeşlerimizin birbirlerini rencide etmesi büyük yanlıştır. Bu hususta birbirimize hazımlı olmak, bunu tartışma konusu yapmamak gerekir.

Çünkü, çok daha önemli vazifelerimiz var.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Gençlik ve Spor


Spor, gençliğimizin ilgi alanları içinde çok mühim bir yer tutuyor. Sporun tabiatında bulunan "hareketlilik, duygu, heyecan, merak, güç, yarış, dinamizm" gibi özellikler gençlik döneminde zirvededir. Bu yüzden sporun uygulayıcıları ve izleyicileri arasında gençler ezici bir üstünlüğe sahiptirler.



Peygamberimizi (a.s.m.) örnek alan gençlerin, dinimizin sporla ilgili hükümlerini bilmeleri gerekir.

Yüce Efendimiz (a.s.m.) zamanında en gözde sporlar güreşmek, atıcılık ve hayvan yarışı idi.

Peygamberimiz (a.s.m.) deve yarıştırmış, güreşen gençleri seyretmiş ve ok atıcılığını teşvik etmiştir.

"Eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısı atıcılıktır" (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs), "Ok atmaya dört elle sarılınız. Çünkü bu oyunlarınızın en hayırlısıdır" (Taberânî, Evsaf) meâlindeki hadisler, özellikle o zamanki savaşlarda atıcılık önemli olduğu için dikkat çekmektedir.

Peygamberimiz (a.s.m.) torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i güreştirmiştir. Bir gün iki torununun güreşmesini tebessümle seyrediyordu. Hz. Hasan'ı gayrete getirmek için, "Ha gayret Hasan! Göreyim seni yakala Hüseyin'i" diyordu. Hz. Ali (r.a.) de oradaydı. "Yâ Resulâllah, siz Hüseyin'i kayırmalı değil misiniz? Çünkü Hasan daha büyük" dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), "Baksana, Cebrâil de Hüseyin'e, 'Ha gayret Hüseyin, göreyim seni' diyor" buyurdu.

Peygamberimiz (a.s.m.) ayrıca, "Erkek çocuklara yüzmeyi ve ok atmayı, kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi öğretin" buyurarak, yüzmenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Yukarıda andığımız spor dalları, hem insan vücudunun gelişip güçlenmesine hizmet eder, hem de savaş esnâsında insana lâzım olur. İyi güreşmesini bilen, ata ve deveye iyi ve hızlı binen, ok atışı isabetli olan kimseler, elbette çok daha iyi savaşırlar.

Bunlar bir bakıma savaş eğitimi gibi bir hedef gütmekte, boş ve geçici bir eğlenmeden ziyade mühim bir gayeye hizmet etmektedir.

Nitekim gençlerin güreştiğini gören Peygamberimiz (a.s.m.) "asıl pehlivanın nefsini ve öfkesini yenen kişi olduğunu" belirterek, spor yaparken ebedî bir gerçeğin akıldan çıkarılmaması gerektiğini ihtar etmiştir.

Hadîs ölçüsüyle günümüzdeki spora bakarken, öncelikle spor çeşitlerini anmalıyız. Bugünkü spor çeşitlerini, "futbol, voleybol, basketbol, güreş, boks, atletizm, halter, yüzme, atıcılık" şeklinde özetleyebiliriz. Bunlar en belli başlılarıdır. Elbette daha az yapılan spor dalları da vardır.

Bu arada çok yaygın bir söylentiye de işâret etmek gerekir. Futbol topunun Hz. Hüseyin Efendimizin (r.a.) başını temsil ettiği şeklindeki iddialar uydurmadır ve gerçekle bir ilgisi yoktur.

Tüm spor çeşitlerine karşı uygulayabileceğimiz temel kurallar şunlar olmalıdır:

Spor dalı özü itibâriyle ve uygulanışı sırasında dinimizin kurallarıyla çelişmemelidir. Söz gelişi, insan canına ve organlarına kast eden sporlar tasvip edilemez. Ayrıca spor esnâsında kadın erkek arasındaki mahremiyete uyulmalı, tesettür emri yerine getirilmelidir.

Spor müsabakası sonunda kumar türü bir maddî menfaat olmamalıdır. Tarafların dışındaki bir kurumun verdiği ödül ise kumar değildir.

Spor yapmak, başta namaz olmak üzere farz ibâdetlerimize engel olmamalıdır. Eğer ibâdet ihmal ediliyorsa bu apaçık bir haramdır.

Spor yapmak, kavgaya ve düşmanlığa değil, tanışmaya ve kaynaşmaya vesile olmalıdır.

Yaptığımız hiçbir spor türü, zarurî hizmetlerimizi ve işlerimizi engelleyecek kadar zamanımızı almamalıdır. Çünkü, her şeyde olduğu gibi bunda da israf haramdır. Ancak bu durum, mesleği spor olmayanlar için geçerlidir. Eğer bir kimsenin birinci uğraş alanı spor ise, elbette o zamanının büyük bir kısmını spor çalışmalarına verecektir. Ancak o da, ilim öğrenmekten, imanî tefekkürden ve farz ibâdetlerinden vazgeçmemelidir.

Böyle bir kimsenin spor adına yaptıkları da dinî bir hizmet olabilir. Çünkü, sportif müsabakalarda önde olmak, temsil ettiğimiz din ve kültürün tanınmasına ve sevilmesine sebep olur. İlim, san'at, sanayi gibi spor da bir mesaj aracıdır. Hayatını İslâma göre düzenleyen bir sporcu başarılı olursa, geniş kitlelerin sempatisini kazanacaktır. Bu da temsil ettiği inanç ve hayat tarzının geniş kesimlere duyurulmasını ve benimsenmesini netice verecektir. Belki bu şekilde, hâlis niyetini korumak şartıyla büyük bir âlim kadar dine hizmet edebilir.

Başta futbol olmak üzere spor karşılaşmalarıyla ilgilenmek de fazla zamanımızı almamalıdır. Bu hususta herkes kendine göre bir denge tutturmalıdır. Hem ebedî gayelerimize uygun, hem de sporla ilgili merakı giderecek orta bir yol bulunmalıdır. Elbette bunun ölçüsü, herkes için aynı olmaz. Hadiseye esnek bakmak gerekir. Kendisini ulvî gayelerin gerçekleşmesine vermiş öyle insanlar vardır ki, hiçbir sportif karşılaşmayla ilgilenmez. Kimileri de biraz fazla ilgi ve merak duyarlar. Katı kurallar tasvip edilemeyeceği gibi, önemli işlerimizi bırakıp maç hastası olmak da uygun görülemez.

Bununla birlikte, belirttiğimiz kurallara uygun olmak şartıyla gençlerimizin spor dallarıyla bizzat uğraşmalarında fayda vardır. Böylece hem meşrû bir eğlenceyle uğraşılmış, hem vücudun sağlığına hizmet edilmiş olur.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Gençlik ve Aşk

Aşk, "şiddetli sevgi" demektir.

Aşk, bir şeyi aşırı derece sevmek, ona tutulmak, onsuz yapamamak, hep onu düşünmek, onunla gülmek, onunla ağlamak, ancak onunla sevinip üzülmek, onsuz mutlu olamamaktır.

Aşk hakkında söylenecek o kadar çok şey vardır ki, bu hususta derli toplu bilgi edinebilmek için "Gençlik ve Aşk" isimli kitabımızı tavsiye ediyoruz.

Ancak biz burada konuyu özetlemeye çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, âşık olunabilen varlıklar çoktur. Allah (c.c.), Peygamberimiz (a.s.m.), Allah dostları, anne, baba, evlât, hayat arkadaşı diye başladığımız listeyi uzatabiliriz.

Fakat biz burada gençliğimizi daha çok ilgilendiren "karşı cinsle duygusal ilişki" konusu üzerinde durmak istiyoruz.

Çağımız, dünya tarihinde emsâli görülmemiş bir dönem yaşıyor. Belki bin yılda meydana gelen olaylar bir günde olup bitiyor. Asrımızın çekici fitneleri, tuzakları, imtihan sebepleri o kadar fazla ki, gençlerimizin çok uyanık ve şuurlu olmaları gerekiyor.

Gençlerimizi Allah'tan ve dinden uzaklaştırmak için kullanılan tuzakların en birincisi, "kadın fitnesi"dir. Tabiî buradaki fitneyi "imtihan vesilesi" anlamında kullanıyoruz.

O kadar ki, kadını çekici kılmak için yapılabilecek ne varsa hepsi uygulanıyor. Müzik, spor, eğlence, moda, medya, reklâm ve san'at dünyasının en önemli faaliyetleri "kadın" etrafında odaklaşıyor.

Üstelik kadının ulvî duyguları ve çok değerli iç dünyası yerine, sadece "cinsellik" yönü nazara veriliyor.

Gazete, dergi, TV, sinema başta olmak üzere her vesileyle şiddetli bir teşvik ve tahrik altında tutulan gençlerimizin çoğunluğu, büyük bir sıkıntı ve bocalama yaşıyor.

Yoğun bir kampanyayla birbirlerinin özellikle cinsel yönüne özendirilen karşı cinsler, ağır bir baskı altında kalıyorlar. Zaten cinsler açısından karma bir sosyal hayat yaşandığından, problem katmerleşiyor.

Okulda, işte, çarşıda, pazarda hep karşı cinsle karşılaşan gençler, iç içe problemlerle yüz yüze geliyorlar.

Gençlerimiz taştan ve demirden değil ki, bunca baskı ve tahrik karşısında ilgisiz kalabilsinler. Üstelik cinsel istekler bakımından en güçlü ve en yoğun dönemlerini yaşıyorlar.

Ancak bir tarafta da dinî inanışlar, ahlâkî kurallar, toplumun değer yargıları, âdetler, gelenek görenekler var.

Dünyanın hiçbir yerinde kız-erkek ilişkileri sınırsız bir özgürlüğe sahip değil. Az veya çok her yerde "engeller" var.

İşte asıl problem burada başlıyor.

Bir tarafta inandığı, istemese de uymak zorunda olduğu veya aşmayı başaramadığı kurallar... Diğer tarafta çevresindeki şiddetli teşvikler, içindeki güçlü istekler...

Evet, problem çok büyük.

Ama, ümitsiz olmaya gerek yok. Çünkü, her derdimize çözüm getiren dinimiz bu konuda da bize ışık tutuyor. Her derdimize derman olan Kur'an ve Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususta da bizi aydınlatıyor.

Üstelik hiçbir çelişkiye, mutsuzluğa gerek kalmadan hem dinî inançlarımızı korumayı, hem de içimizdeki duyguları tatmin etmenin yollarını gösteriyor.

Dinimiz, öncelikle şunu söylüyor: "Sen senin olmadığın gibi, duyguların da senin değildir. Kime âitse onun çizdiği çerçeveye göre hareket et."

Evet, biz bize âit değiliz. Biz her şeyimizle bizi yoktan yaratan Rabbimize âitiz. O bizi yoktan yaratıp, en güzel sûreti verdi. Uçsuz bucaksız kâinatı güzelliklerle donattı. Bize hem sevgiyi verdi, hem seveceğimiz varlıkları yarattı.

O halde bu sevginin ilk sarf edileceği yer, bizzat bize bu duyguyu veren Allah'tır. O bizi yaratmasaydı, sevgiyi ve sevdiklerimizi tanıyamazdık. Çünkü sevdiklerimizdeki güzellik, mükemmellik, hoşluk; Onun güzelliğinden, Onun kemâlinden, Onun letâfetinden gelmektedir. O, her şeyi güzelleştiren güzeller güzelidir.

Şu halde başta Onu ve Onun Sevgili Resûlünü (a.s.m.) ve Onun sevdiklerini sevmemiz gerekir.

Eğer Onu seversek, Onun rızâsını kazanmaya çalışırız. Rızâsını kazanmak için Onun emirlerini tutar, yasaklarından kaçarız.

O zaman her konuda olduğu gibi, "sevgi ve aşk" konusunda da Allah'ın bizim için hayırlı gördüğü emir ve yasaklara uyarız.

Onun "Sev" dediğini sever, "Sevme" dediğini sevmeyiz.

İşte Allah'ı ve Peygamberi (a.s.m.) sevmek, İslâmı bilmek, yaratılış gayemize uygun bir şekilde yaşamaya çalışmak, bizi cinsel yönden gelen şiddetli teşviklere karşı güçlü edecektir. Belki bütün dünyamızı kapladığını zannettiğimiz bir duygunun, her şeyi halletmediğini, sadece değeri nispetinde bir önemi olduğunu öğretecektir.

Böylece gerçekleri daha iyi öğrenmek mümkün olacaktır. Duygu yerine akıl, hayal yerine gerçek, nefis yerine kalp hâkim olacaktır.

Seven genç, her şeyin sevgilisinden ibâret olduğunu düşünür. Sevdiği her şeyin merkezindedir. Hayat, sevgi, mutluluk, huzur onun etrafında dönmekte, diğer varlıklar sanki ona hizmet etmektedir. Sanki ondan ayrılsa dünya duracak, hayat bitecek, kıyâmet kopacaktır.

Hayır! Gerçek, hiç de öyle değildir. Hayatta ondan başka, hattâ ondan değerli çok güzellik, mutluluk, huzur vardır. O olmayınca hayat bitmez. Dünya dönmeye devam eder, yağmur yine yağar, kuşlar yine öter.

İşte duygularını îman ve İslâmla doyuran bir genç, her şeyden önce bu gerçeği görür. Her şeyin hakkını verir. "Sevgili"nin "her şey" olmadığı gibi, "hiçbir şey" de olmadığını bilir. Onun meşrû dâirede olmak kaydıyla kıymeti nispetinde bir değeri olduğuna inanır.

Bu gerçekleri bilmeyen veya bildiği halde uygulamayan bir genç ise, karşı cinsten birisine âşık olur. Henüz çok gençtir. Evlenecek yaşa gelmesine 5-10 sene vardır. Henüz okulu bitmemiş, iş yeri kurmamıştır. Sevdiğini doğru dürüst tanımamıştır bile. Sadece bir hevesle yola çıkmıştır.

Bu durumda problemlerin cenderesi içinde bulur kendini. Üstelik Allah'ın izin vermediği böyle bir sevgide, üç önemli azap vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin deyimiyle bunlar, "ayrılık, kıskançlık ve karşılık görmeme" acılarıdır.

Seven bir genç sevdiğinden hiç ayrılmak istemez. Ancak bu mümkün değildir. Hattâ bazen çeşitli engellerden dolayı tamamen ayrılırlar. Zaten böyle sevenlerin yüzde 95'i sevdiğiyle evlenemez. Sonunda büyük bir acı ve ızdırap vardır.

Üstelik sevdiğini herkesten kıskanır. Evli değildir ki onu koruyabilsin. Acaba şimdi nerededir, ne haldedir diye ruhu azap içinde kalır.

Ve asıl problem "karşılık görmeme"dir. Bu durum bazen ilk başta ortaya çıkar. Bir taraf deli divane olur, ancak karşı taraf oralı bile değildir. Öyle ya, gönül bu, sevmeyebilir. Ancak seven taraf onsuz olamayacağını kafaya koymuştur. Ruhu azap içinde kalır.

Sevgisine karşılık görse bile, yetersiz olduğuna inanır kimisi. Sürekli sevgilisini suçlar. Vefâsızlığını, yeteri kadar sevmediğini söyler.

Karşılık görmemek yıllar sonra da ortaya çıkabilir. Birbirini çok seven taraflardan birisi, bir gün aşkını bitirebilir. Hangi sebeple olursa olsun, artık bunu sürdüremeyeceğini söyler. Bu bazen iki tarafın akrabaları veya çevre baskısı yüzünden gerçekleşir.

İşte bu üç problem gençlerimizi huzursuz eder. Her günü ızdırapla, gözyaşıyla geçer. Acısını dindirmek için o güne kadar hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başlar. Hatta imanı zayıfsa içkiye, uyuşturucuya dadanır. Artık onun dostları dertli şarkılar ve gözyaşıdır. Hiç kimse onu anlamamakta, onu dinlememektedir. Dünyanın en dertli insanı odur.

Bundan dolayı okulunu, işini bırakan veya başarısını yitiren gençler olduğu gibi, işi intihara kadar götürenler vardır.

Âşık olup evlenen gençlerden büyük bir bölümü de mutsuzdur. Çünkü, "aşkın gözü kördür." Birbirlerinin eksiklerini ve hatalarını görmezler. Sevgilisinin, "dünyanın en mükemmel insanı" olduğuna inanırlar. Oysa her insan gibi sevdiğinin de kusuru ve eksiği vardır. Ancak bunu evlenince görebilir. Bunlar hayatın diğer problemleriyle de birleşince tartışmalar, kavgalar başlar. Yapılan istatistiklere göre, boşanma oranı en yüksek olan evlilik, geleceklerini hayal üstüne kuran gençlerde görülmektedir. Sonuç ya mutsuzluk ya da ayrılıktır.

Bu hususta en doğrusu, dinimizin getirdiği ölçülere uymaktır. Dünyanın huzuru, mutluluğu ve rahatı buna bağlıdır.

Dinimiz, aralarında nikâh bulunmayan iki karşı cinsin, cinsel duygulara dayalı ilişkilerine belirli sınırlamalar getirmiştir. Bu konudaki âyet ve hadisler daha önceki bölümlerde geçmiştir.

Evlenme düşüncesi bulunmadan girişilen ilişkilerin her safhası, günah ve kederle doludur.

Ancak burada şöyle bir problem var.

Diyelim ki genç bir kardeşimiz hayatını İslâmiyete göre düzenledi. Allah'ın emirlerine uyuyor, yasaklarından kaçıyor, namazını hiç aksatmıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz yoğun problem bunun da başında. Elinden geldiğince tuzağa düşmemeye çalışıyor. Ne var ki, bir anlık gafleti veya iyi niyeti sonucu, karşı cinsten birisine gönlünü verebiliyor.

Bu durumda ne yapacaktır?

Burada en birinci kural şudur:

Allah'ın ve Resulünün (a.s.m.) yasakladığı bir şeyi, hiçbir düşünce meşrû kılamaz.

Bu bakımdan şu şartları uygulamalıyız:

1- Niyetimiz mutlaka hâlis olmalıdır. Hedefte nikâhla hayatımızı birleştirmek düşüncesi bulunmalıdır.

2- Nikâha kadar hiçbir şekilde—sözgelişi, kapalı bir mekânda yalnız kalmak dâhil—dinimizin hiçbir yasağı çiğnenmemelidir.

3- Sevilen taraf, kesinlikle Peygamberimizin (a.s.m.) tavsiye ettiği gibi, yani dindar olmalıdır. Yoksa "Zamanla dini öğrenir ve yaşar" gibi düşünceler nefsin aldatmacasından başka bir şey değildir.

4- Tarafların evlenme çağı gelmiş, hiç değilse yaklaşmış olmalıdır. Yoksa evlenmeye uzun zaman kala girişilen böyle bir hareket, sayısız günahla veya ayrılıkla sonuçlanacaktır.

5- Gençler hayalci değil, gerçekçi olmalıdır. "Senin için dünyayı fedâ ederim", "Sen yanımda olursan her yer Cennet bana", "Seninle ölüme bile giderim" gibi lâflar hikâyedir. Evlenince hepsi biter. Atalarımız, "Güzellik ekmeğe sürülmez" diyerek, yaşamak için ev, eşya, para gibi ihtiyaçların önemine dikkat çekmişlerdir. Bu bakımdan iyi bir meslek edinmek, yuva kurunca ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir seviyede olmak îcab eder.

6- Böyle bir durumdan saygı duyduğumuz, büyük bir insanı haberdar etmek, onun tavsiyelerini almak gerekir.

7- Son olarak böyle bir yakınlaşmayı kısa zamanda nikâhla meşrû hâle getirmek lâzımdır. Bundan kastımız, evlenmeye yıllar varken dinî nikâh kıyıp her şeyin meşrû olduğunu sanmak değildir. Evlenmeye uzun bir zaman varken kıyılan böyle bir nikâhın mahzurları da olabilmektedir. Nikâh kıydırıp serbest hareket eden gençler, maalesef bağlayıcı bir durum olmayınca ayrılabilmektedirler ki, bu hiçbir şekilde tasvip edilemez. Nikâhtan kastımız, evlenmektir.

Bu şartları görünce, "Demek ki bunlara uyarak böyle bir teşebbüs yapabiliriz" diye düşünmek yanlıştır. Bu şartlar, "içine düşülen problemden gençlerimizi mümkün olduğunca az günahla çıkarmak, olayın sonraki kısmına meşrûiyet kazandırmaya çalışmak" içindir.

Genç kardeşlerimize asıl tavsiyemiz, idealist bir ruh taşımaları, İslâm dâvâsının yayılması için çırpınmaları, ebedî dâvâ yolunda deli divane olmalarıdır. Peygamberi (a.s.m.) örnek alan cevvâl bir gence, deryâyı bırakıp damlada boğulmak yakışmaz.

Ama insan hâli. Böyle bir imtihanla yüz yüze gelirsek, pes etmemek, mümkünse hiç zararsız, olmuyorsa en az zararla kurtulmak gerekir.

Hele bundan dolayı kendimizi mutsuz etmek, derbeder olmak, hayata küsmek, vazifelerimizi bırakmak, intiharı düşünmek asla semtimize uğramamalı; aklımızdan bile geçmemelidir.

Madem Rabbimiz var, her şey var. O mutlaka bizi bizden daha iyi düşünür. Ona teslim olmalı, hakkımızda takdir ettiği her şeyin bir hikmeti olduğunu düşünmeliyiz.

Merak etmeyin. Dünya kesinlikle "sevdiğimizden" ibâret değildir. Hayat her şeye rağmen devam etmekte ve her şey bizim mutluluğumuz için çalışmaktadır.

Hayatı zehir etmeye hiç gerek yoktur.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Gençlik ve İntihar


Aslında "gençlik" ve "intihar" birbirisiyle hiç ilgisi olmaması gereken, taban tabana zıt olan, bir arada anılamayacak kadar ters kelimelerdir.



Çünkü, gençlik hayattır, enerjidir, mutluluktur, başarıdır.

İntihar ise tam aksine, ölümdür, bitiştir, yenilgidir.

Bunun için ikisi bir arada olmaması gerekir.

Ama ne yazık ki, yaşadığımız gerçekler böyle değildir.

En çok intihar edenler gençlerdir.

Duygusal olan gençler, karşılaştıkları büyük bir problemde intiharı düşünebilmektedirler.

Gençlerimizi intihara götüren sebepler çok çeşitlidir.

Kimisi, sınıfını geçemediğinden veya üniversite imtihanını kazanamadığından intiharı seçmektedir.

Kimisi, babasından, annesinden duyduğu ağır bir söz, yediği bir tokat yüzünden hayatına son vermektedir.

Kimisi de, sevdiği birisi kendisini reddettiği veya çevresindeki büyükler evlenmelerini engellediği için intihar etmektedir.

Dinimiz ise, intiharı kesinlikle yasaklamaktadır.

Çünkü, Allah'ın verdiği canı sadece Allah alır.

Biz, bize âit değiliz.

Biz Allah'ın mülküyüz.

Nasıl olur da, Allah yasakladığı halde Onun mülküne tecâvüz edebiliriz?

Nasıl olur da, binbir esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan vücûdumuzu yok edebiliriz?

İntihar, büyük günahtır. Hiçbir şekilde câiz değildir.

Aslında bir gencin intihar etmeyi gururuna yedirememesi gerekir.

Çünkü, gençlik güç ve kuvvetin, mücâdele ve azmin zirvede olduğu bir dönemdir.

İntihar ise, mücâdeleden kaçmak, yenilgiyi baştan kabul etmek, savaşmayıp pes etmek, hemen teslim bayrağını çekmektir.

Şerefli, gururlu, haysiyetli bir genç, sebebi ne olursa olsun, nasıl olur da pes eder, hemen teslim bayrağını çeker?

Başımıza gelen musibet ne kadar ağır, karşılaştığımız problem ne kadar çözümsüz, çektiğimiz çile ne kadar dayanılmaz olursa olsun, sabretmeliyiz.

Çünkü sabırla birlikte mücâdeleyi sürdüren zafere ulaşır. Çünkü, Allah sabredenlerle beraberdir ve sabredenleri sever.

İntihar etmek, maksadımızla da uyuşmaz. Diyelim ki, çok sevdiğimiz birisini istedik, ancak bir türlü yuva kuramadık. İntihar etmek, geri dönüşü olmayan bir bitiştir. İntihar edince istediğimize kavuşacak mıyız? Hayır! Aksine birkaç yıl sonra bizi reddeden insanlar râzı olsalar bile, iş işten geçmiş olacaktır. Fakat sabırla, duâ ile Allah'ın yasaklarından kaçarak, ihlâs ve iyi niyetle maksadımıza ulaşmaya çalışırsak, Allah muvaffak eder.

Etmese bile, hiçbir şey dünyanın sonu değildir. Belki öylesi çok daha hayırlıdır.

Bizim dünyadaki maksatlarımız o kadar çoktur ki, her kavuşamadığımız maksat için canımıza kıymaya kalksak, bin can lâzımdır.

Bunun için çare değildir intihar.

Hayat, insanın maksatlarına ulaşmak için lâzım olan en mühim, en kıymetli ve en birinci sermayedir.

Onu hemen yok ederek ucuza satmak, akıl mantık işi değildir.

Uğrunda cana kıyılacak bir kimse vardır. O da bize bu canı veren Rabbimizdir.

Bazı gençlerimiz, intihar ederek, kendisine düşmanlık eden veya isteklerini yerine getirmeyen insanlardan intikam almak istiyor. "Siz benim dediğimi yapmadınız. Ben de intihar ediyorum. Sonsuza kadar

vicdan azabıyla kavrulun" diye düşünüyorlar.

Maalesef, bazı düşmanlarımız bizim intiharımızdan hiç ibret almayabilir. O zaman ucuza gitmiş olmuyor muyuz?

Veya isteğimizi yerine getirmeyenler çok üzülsün, saçını başını yolsun diyelim.

İyi mi?

Annemizin, babamızın vicdan azabı çekmesi bizi nasıl memnun edebilir? Hele bir de canımıza kıymakla üzdüğümüz hiç suçu olmayan dostlarımız var. Onları ağlatmaya hakkımız var mı?

Diyelim ki, intiharla çevremize iyi bir ders verdik. Bizim gibi bir gencin isteğini yerine getirmemekle ne büyük hatâ ettiklerini anladılar.

Fakat bu çok pahalı bir ders değil mi? Bizim en değerli varlığımız yok olduktan sonra onların ders alması çok mu önemli?

Bunlardan daha mühimi, sadece dünya hayatımız değil, âhiretimiz de mahvoluyor, intihar etmekle büyük bir günah işlemiş oluyoruz. Bu hiç göze alınır mı?

Sonsuz bir hayatı, bir hiç uğruna yıkmak babayiğitliğe sığar mı?

Îman ve İslâma gönül vermiş bir gence yakışır mı?

Hepsinden önemlisi, intihar etmek, Allah'ın rızâsına aykırıdır. Kâinatı bizim emrimize veren bir Zâta karşı gelmek, âdetâ "Senin bana verdiğin canı da, kâinatı da istemiyorum. Çünkü Sen bana şu bir tek istediğimi vermedin" demek îmanla, iz'anla, akılla, mantıkla bağdaşır mı?

Üstelik intihar, tövbe imkânı olmayan bir günahtır. Çünkü, intihar eden öldüğü için yaptığı günahtan tövbe etme imkânı da yoktur.

İntihara niyet edip de başarılı olamayan ve intihardan vazgeçen insanlar bize ibret olmalıdır. Çünkü onlar, "İyi ki başarılı olamadık. Ölüm çok zor. Yaşamak her şeye rağmen çok güzel" demektedirler. O halde pişman olacağımız bir şeyden şiddetle kaçınmamız, adını bile anmamamız, aklımızdan bile geçirmememiz gerekir.

Diyeceksiniz ki, "Biz zaten mü'miniz. İntihar etmemiz mümkün değil."

Elbette mü'min bir genç, intiharı düşünmez bile.

Ama insanlık hâli. İmtihan dünyasındayız. Duygularımız var. Bunun için intihara karşı uyanık olmamız gerekir.

Bir gün çok idealist, îmanlı ve namazını kılan bir gencin, bir kız yüzünden intiharı bile düşündüğünü öğrenince titredim, beynimden vurulmuşa döndüm, şaşırdım. İnsanın ne kadar zayıf damarları olduğunu anladım. Bunun için çok dikkatli olmak zorundayız. Gaflette olduğumuz bir anda nefis ve şeytan öyle bir gol atıyor ki, her şey mahvolabiliyor.

Tüm bu bildiklerimize rağmen problemlerimiz çok büyük, sıkıntılarımız çekilmez bir hâl aldıysa ve bu yüzden intiharı düşünüyorsak, hemen harekete geçmeyelim.

Biraz duralım. Çok sevdiğimiz, saygı duyduğumuz bir yakınımıza, anne, baba, amca, dede gibi bir büyüğümüze veya bir ağabeyimize durumu açalım. Onunla dertleşelim. Belki bir çözüm önerisi vardır, belki bizim hiç aklımıza gelmeyen bir çıkış yolu düşünecektir. Tecrübesinden istifâde edelim.

Unutmayın!

Problemin içindeki şahıs sağlıklı düşünemez. Çözüm bulmakta zorlanır. Dışarıdaki birisi daha gerçekçi olur, daha sâlim bir kafayla düşünür.

Belki, "Nasıl olur da bir büyüğümüze derdimizi açarız, intiharı düşünüyoruz deriz, utanırız" diyeceksiniz.

Niçin utanacağız ki?

Madem ki büyüğümüz, elbette bizimle ilgilenmek zorundadır. Hiç sıkılmayın.

Hem intihar edip sonsuz azaplara giriftar olmak mı iyi, birazcık utanıp sıkılmak mı iyi?

Diyelim ki kendimiz bu konuda çok sağlamız. Ama çevremizdeki arkadaşlarımızın zaman zaman intihardan söz ettiğini duyuyoruz.

Hemen yardımına koşalım. Birisinin bir derdi varsa hemen paylaşalım. Teselli verelim. Sadece lâfla değil, fiilen de yardımcı olmaya çalışalım.

İntiharın yol olmadığını anlatalım. Bir büyüğümüzle tanıştıralım veya bir psikiyatriste götürelim.

Bir can kurtarmak büyük sevaptır.

Ve hiç aklımızdan çıkarmayalım:

Hayatta yaşamaya değer çok şey var ve ancak yaşarsak emellerimize kavuşabiliriz.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
peygamberimizin-etrafinda-pervane.png
Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadislerinde, "Size hayırlı gençleri tavsiye ederim. Çünkü, onların kalbi daha incedir. Allah beni doğrulukla ve müsamahayla gönderdi. Bana gençler yanaştı, ihtiyarlar muhâlefet etti" buyurdu ve şu mealdeki âyeti okudu: "Zaman uzadı da kalpleri katılaştı. Onların çoğu fâsıktırlar." (Hadîd Sûresi: 16)

Gerçekten de bu hadis çok büyük bir gerçeği ifâde etmektedir. Peygamberimizin etrafında Mekke ve Medineli gençler pervane olmuş, ihtiyarlar ise karşı çıkmış, onun dâvâsını yok etmeye çalışmıştır.
Erkekler içinde ilk Müslüman olma şerefine erişen Hz. Ali (r.a.) Efendimiz, henüz 10 yaşındaydı. Bir gün sahabeler içinde Resulüllah, hicrete ve savaşa mâruz kaldığında, kendisini kimin koruyacağını sormuştu. Hz. Ali, "Ben korurum" diye haykırdığında 12 yaşında bir gençti.
15 yaşında Müslüman olan Zübeyir bin Avvam, "Her peygamberin bir havarisi (yardımcısı) vardır. Benim de havarim Zübeyir'dir" müjdesine nâil olan bir genç olarak bütün hayatını İslâma hizmet yolunda geçirmişti. Yine onunla, genç yaşta İslâmla şereflenen Talha bin Ubeydullah için Peygamberimiz (a.s.m.), "Talha ve Zübeyir, Cennette benim komşularımdır" buyurmuştur.
Müslüman olduğunda genç yaşta baba ocağından ayrılmak zorunda kalan Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) "Her ümmetin bir emini vardır. Bu İslâm ümmetinin de emini Ebû Ubeyde bin Cerrah'dır" iltifâtına mazhar olmuş ve Yemenliler İslâmiyeti öğretecek bir kişiyi istediklerinde Peygamberimiz tarafından Yemen'e gönderilmiştir.
19 yaşında İslâmla şereflenen cevvâl bir genç olan Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.), tam bir îman eri ve İslâm fedâisiydi. Uhud Savaşının en hararetli zamanında Peygamberimizin etrafında etten bir sur ören sahabelerden biri olan Sa'd bin Ebî Vakkas, "At Sa'd, at! Annem babam sana fedâ olsun" şeklinde iltifât-ı Peygamberîye mazhar olmuştur.
Said bin Zeyd (r.a.), 19-20 yaşlarında iken hanımıyla birlikte Müslüman olmuş, bütün ömrünü İslâmın yayılmasına vakfetmişti.
Her biri destansı bir hayat yaşayan Mus'ab bin Umeyr, Abdullah ibni Ömer, Enes bin Mâlik, Muaz bin Cebel, Üsâme bin Zeyd, Bera bin Azib de, genç yaşta Müslüman olup, Resulüllahın etrafından ve emrinden ayrılmayan, İslâm fedâisi delikanlılardı.
Gençler Kâinatın Efendisine koşarken, onların bazısının anne ve babaları, çocuklarının İslâmdan vazgeçmeleri için baskı ve işkence yapıyorlardı.
Yüce Peygamberimiz, bu hadisleriyle hem tarihî bir tesbit yapıyor, hem de dinî hizmetlerin motor gücünü gençlerin meydana getireceğini haber vermiş oluyordu. Çünkü, "onların kalbi daha incedir" ifâdesi, gençlerin yenilikleri ve güzellikleri kabule daha yatkın olduğunu, yaşlıların ise eski bilgi ve alışkanlıklardan zor kurtulacaklarını ortaya koyuyor.
Bu hadis gençlere de bir uyarı niteliğindedir. Sanki Resulüllah, "Ey gençler! Sizin kalbiniz iyiyi ve doğruyu kabul etmeye yatkındır. O halde bu çağı iyi değerlendirin. İyi ve güzel olanları öğrenin ve yaşayın. Gençler benim etrafımda pervane oldu. Siz de İslâm dâvâsının fedâileri olun" demektedir.
Yine şu hadîs, gençlerin bu yönünü tesbit bakımından ehemmiyetlidir:
Semûre bin Cündüb (r.a.) "Müşriklerin ihtiyarlarını öldürün, gençlerini sağ bırakın" hadîsini aktardı. Abdullah dedi: "Babama bu 'yaşlıları öldürün' hadîsinin îzahını sordum. Şöyle dedi: 'Yaşlı Müslüman olmayabilir. Gencin fıtratı ise İslâma yaşlılardan daha yakın olduğu için İslâma girebilir. Şerh, genç demektir.'" (Müsned, 5: 13)
Nitekim, "Her çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veya müşrik yapar" (Tirmizi, Kader: 5) şeklindeki hadis, insanın dünyadaki menfî etkilenmesini açıklamaktadır. Bir bakıma, çocukluğa yakın olan insan daha saf ve berrak, dünyada daha fazla duran ve ölüme yaklaşan ise karışık ve günahkârdır. Ancak bu durum, İslâmın güzelliklerini bilmeyen ve yaşamayanlar için geçerlidir. Yoksa, hayatını Allah'ın dinine göre düzenleyen ve onun yayılması için çalışan kimseler, yaşlandıkça yükselir ve gelişirler.
Allah gençlerimizi, Resulüllahın dâvâsı etrafında pervane olanlardan eylesin.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
cennet-genclerinin-efendiler.png
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadis-i şeriflerinde, şöyle buyurmuştur:

"Gökten daha önce hiç inmemiş olan bir melek geldi, selâm verdi. Sonra Hasan ve Hüseyin'in Cennet gençlerinin, Hazret-i Fâtıma'nın da Cennet kadınlarının efendisi olduğunu müjdeledi." (Tirmizî, Menâkıb: 31)
Yine benzer bir hadîste ise, "Cennet ehlinin gençleri şu beş kişidir: Hasan, Hüseyin, Abdullah ibni Ömer, Sa'd bin Muaz, Übey bin Kâb" (Câmiüssağîr: 4858) buyuran Resulüllah (a.s.m.), bir bakıma gençleri de, onların hayatını örnek almaya teşvik etmiş oluyordu.
Çünkü, Cennette gençlerin efendisi olmak büyük bir makamdır. Bu makama ulaşan insanların hayatlarını, ahlâklarını, İslâma hizmet edişlerini örnek alan gençler onlara yaklaşmış olurlar. Onları seven, onlar gibi yaşayan gençler, Allah'ın inâyetiyle Cennette o efendilere komşu olurlar.
Peygamberimizin (a.s.m.) "Cennet gençlerinin efendisi" olarak müjdelediği sahabeler, gençliklerini Allah'a ibâdet ve Onun dinine hizmet yolunda geçirmişler, yaşayışlarıyla bütün gençlere örnek olmuşlardır.
Bunların ibret verici hayatlarından kısa bölümler vererek, onları çok özet de olsa tanıtmış olalım.

Hz. Hasan (r.a.)
Peygamberimiz (a.s.m.), Allah'ın emri üzerine sevgili kızı Hz. Fâtıma'yı (r.a.) Hz. Ali'yle (r.a.) nikâhladı. Bu evlilikten Hicretin üçüncü yılında Hz. Hasan (r.a.) Efendimiz dünyaya geldi.
Peygamberimiz (a.s.m.) sevgili torununu çok severdi. Onu koklar, öper, omzuna alır taşırdı. Ümmetine de onu sevmeyi tavsiye etmişti. "Allah'ım ben onu seviyorum, Sen de sev. Onu seveni de sev" diyerek, onu seveni Allah'ın seveceğini bildirmişti. Peygamberimizin (a.s.m.) ona olan sevgisi, sadece akrabalık hislerinden kaynaklanmıyordu. Onun sevgisi, Hz. Hasan'la (r.a.) devam edecek mübârek soyundan gelip İslâma hizmet edecek nuranî silsile içindi.
Hz. Hasan (r.a.) sekiz yaşında dedesini, altı ay sonra da annesini kaybetmiş, hüzne boğulmuştu.
O, cömertliğiyle tanınmış bir sahabeydi. İki defa malının tamamını, üç defa yarısını sadaka olarak verdi. Sadakaya o kadar düşkündü ki, iki ayakkabısı olsa birini bağışlardı.
İbâdete çok düşkündü. Çok namaz kılar, çoğu günler oruç tutardı. Medine'den Mekke'ye yaya olarak tam 25 defa hacca gitmişti.
Babasının vefâtından sonra Müslümanlar ona biat ederek kendilerine halife seçtiler. Sonraki günlerde ona biat edenler 40 bini buldu. Irak, Hicaz, Horasan, Yemen, Mekke, Medine şehirlerinde yaşayan Müslümanların halifesi oldu. Ancak Mısır ve Şam halkı onun halifeliğini tanımadılar. Zaten onlar daha önce Hz. Muâviye'ye (r.a.) biat etmişlerdi.
Müslümanlar arasında birlik temin edilememişti. Nitekim halifeliğin yedinci ayında iki tarafın da ordusu Medâyin'de karşı karşıya geldi. Hz. Hasan'ın ordusu çok güçlüydü. O kadar ki, Muâviye tarafında bulunan Amr bin As (r.a.), Hz. Hasan'ın ordusunu görünce, "Ben karşımda öyle bir ordu görüyorum ki, karşısındaki orduyu yok etmedikçe geri dönmez" demekten kendini alamadı.
Ancak Hz. Hasan Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Bunun için Hz. Muaviye'nin yaptığı teklifi kabul ederek, iki şartla halifelikten vazgeçti. Bu şartlar, bundan böyle halifelerin Müslümanlar tarafından seçilmesi ve oğlu Yezid'i veliaht tâyin etmemesi ile fakirlere sadaka olarak vermek için her yıl bir miktar para göndermesiydi.
Hz. Hasan'ın güçlü olduğu halde sırf Müslüman kanı dökülmesin diye hakkından vazgeçmesi, büyük bir fedâkârlık örneğidir. Bu şekilde Peygamberimizin de (a.s.m.) bir mûcizesi ortaya çıkmış oluyordu. Peygamberimiz, bir defasında torununa hitap ederek, "Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah'ın oğlum vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum" buyurmuştu.
Hz. Hasan Hicretin 49. yılında 46 yaşında iken zehirlenerek şehit edildi.

Hz. Hüseyin (r.a.)
Peygamberimizin (a.s.m.) mübârek neslini devam ettirecek olan ikinci torunu Hz. Hüseyin (r.a.) Hicretin dördüncü yılında dünyayı şereflendirdi. Bundan sonra Peygamberimiz (a.s.m.), kızı Hz. Fâtıma'nın evine daha sık gidiyor, onları sevip okşuyordu. Onlar hakkında, "Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhânımdır" buyurmuştu.
Bir gün Peygamber Efendimiz onun hakkında, "Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim. Allah'ı seven Hüseyin'i sever. Hüseyin torunlardan bir torundur" demiştir. Peygamberimizin vefatından sonra babası Hz. Ali'nin (r.a.) terbiyesi altında büyüyen Hz. Hüseyin'in bütün hayatı sadelik içerisinde geçti. Bütün insanlığa örnek olacak bir hayat yaşadı.
Hz. Muâviye'nin vefatından sonra oğlu Yezid'in halifeliğini kabul etmedi. Çünkü Yezid, zâlim ve fasık birisiydi. Allah'ın emirlerine uygun hareket etmiyordu. Hz. Hüseyin'in böyle birine biat etmesi düşünülemezdi. Onun Yezid'e biat etmediğini gören Kûfeliler, Hz. Hüseyin'i dâvet ederek ona biat edeceklerini söylediler. O da yanına yakınlarını ve çocuklarını alarak Kûfe'ye hareket etti.
Yezid, Hz. Hüseyin'in bu hareketine çok kızdı. Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad'a bir ordu hazırlamasını emretti. Yezid'in taraftarları onu susuz, taşsız ve ağaçsız bir yerde konaklamaya mecbur etti. Yezid'in adamları ise suyun başını tuttular. Hüseyin (r.a.) bunların kendisini öldürmeye kararlı olduklarını görünce, yanındakilerin ayrılmasını istedi. Ancak yakınları bunu kabul etmediler.
Hz. Hüseyin'in bütün barış teşebbüsleri neticesiz kaldı. Gözü dönmüş güruh, mutlaka onu şehit etmek istiyordu. Hemen saldırıya geçtiler. Hz. Hüseyin'in yanındakiler ve kendisi şehit edildi. Onun başını keserek Yezid'e gönderdiler. Tarih Hicretin 61. yılını gösteriyordu. Bir gün sonra Gadiriyye Köyü halkı şehitleri defnettiler. Hz. Hüseyin'in kabrini gizlemek istedilerse de, ondan yayılan hoş koku kabrini belirledi.
Onun şehit edildiği gün güneş tutuldu. Gökyüzü kıpkırmızı kesildi. Halk Kıyâmetin kopacağını zannetti. Onun şehit edilişine sadece insanlar değil, cinler de ağladı.
Peygamberimiz, torunlarının fazileti hakkında şöyle demiştir:
"Hasan ve Hüseyin benim oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur. Beni seveni Allah sever. Allah kimi severse onu Cennetine koyar. Kim onları sevmez ve düşmanlık ederse bana düşmanlık etmiş olur. Bana düşmanlık edeni Allah sevmez. Allah kimi sevmezse onu Cehenneme koyar."

Abdullah ibni Ömer (r.a.)
Hz. Abdullah, Hz. Ömer'in (r.a.) oğludur. Babası Müslüman olduğunda 5 yaşlarında bir çocuktu. Bu yüzden hiç puta tapmamıştı. Medine'ye hicret ettiğinde 13 yaşındaydı.
Abdullah 15 yaşına geldiğinde Bedir Savaşı için hazırlanan orduya katılmak istiyor, kabına sığmıyordu. Ancak Peygamberimiz (a.s.m.), yaşı küçük birkaç kişiyle birlikte onun da orduya katılmasına izin vermedi. Bu durum onu çok üzdü. Bu hususta şöyle der:
"Beni ufak tefek bulduğu için savaşa katılmama müsaade etmedi. Sabaha kadar ağlayarak, üzüntü içinde kıvranıp uykusuz geçirdiğim başka bir gece hatırlamıyorum."
Hz. Abdullah yaşının küçük olduğu gerekçesiyle Uhud Savaşına da katılamadı. Fakat bundan sonra Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıldı. Büyük kahramanlıklar göstererek, Resulüllahın takdirini kazandı.
Hicretten sonra kendilerini sadece İslâmiyeti öğrenmeye veren ve başka işle meşgul olmayan "Suffe Ashabı"na dâhil oldu. Kısa zamanda Suffe Ashabının mümtaz şahsiyetleri içinde yer aldı. Ebû Hüreyre'den (r.a.) sonra en çok hadîs rivâyet eden sahabedir.
Hz. Abdullah'ın mescitte kaldığı günlerde gördüğü bir rüyâ bütün gençlerimize örnek olacak niteliktedir. Rüyâsında iki melek kendisini alarak Cehenneme götürmüştü. 3 defa "Cehennemden Allah'a sığınırım" diyerek duâ etmeye başladı. O sırada onları başka bir melek karşıladı ve Abdullah'a (r.a.) "Korkma" dedi. Abdullah bu rüyayı kız kardeşi Hafsa (r.a.) Vâlidemiz vasıtasıyla Peygamberimizden (a.s.m.) sordurdu. Resulüllah, "Abdullah ne iyi birisidir. Bir de geceleyin namaz kılsa" buyurdu. Bundan böyle Abdullah geceleri pek az uyumaya başladı. Teheccüt namazını hiç terk etmedi.
Sünnete harfi harfine uyardı. O kadar ki, herkes o ne yaparsa sünnetten olduğunu bilirdi. Hattâ bir keresinde saçlarının tamamını kestirmiş, etrafındakilere de, "Ey insanlar bu sünnet değildir. Saçlarım bana eziyet verdiği için kestiriyorum" demek zorunda kalmıştı.
Çok cömertti. En sevdiği şeyleri Allah yolunda fedâ etmekten çekinmezdi. Fakirlere, yetimlere, kimsesizlere çok yardım ederdi. Hicretin 73. yılında 86 yaşında iken vefat etti.

Sa'd bin Muaz (r.a.)
Sa'd bin Muaz, ömrünün sadece altı yılını Müslüman olarak geçirmesine karşılık o kadar büyük hizmetlerde bulunmuştur ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) onun kendisine "Ensar içinde en sevgili kişi" olduğunu belirtmiştir.
Hz. Sa'd, Medine'nin iki büyük kabilesinden biri olan Evs'in Eşhel kolunun reisi olmakla birlikte, umumî mânâda Evs'in idâresi de onun üzerinde idi.
Hz. Peygamber (a.s.m.), Medine'de İslâmiyetin yayılması için Mus'ab bin Umeyr'i (a.s.m.) görevlendirmişti. Hz. Mus'ab vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Sa'd, hemen Eşheloğullarını topladı ve onlara şöyle dedi:
"Ey Eşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?"
"Sen bizim efendimiz, en ileri görüşlümüz ve en güvenilir adamımızsın" dediler.
Sa'd bunun üzerine şöyle devam etti:
"Ben de size söylüyorum ki, sizler de benim gibi Allah ve Resulüne îman edinceye kadar, ben içinizden erkek veya kadın hiçbir kimseyle konuşmayacağım."
Bu konuşma hemen tesirini göstermiş ve o günün akşamına kadar erkek ve kadın tüm Eşheloğulları Müslüman olmuştu.
Hz. Sa'd, Bedir ve Uhud Savaşlarına katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Hendek Savaşında büyük bir yara aldı ve bir müddet sonra şehit oldu.
Onun vefâtı üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), "Sa'd'ın cenazesi üzerine Rahmânın arşı titremiştir. Sa'd bin Muaz için daha önce yeryüzüne ayak basmamış yetmiş bin melek inmiştir" buyurdu.
Sa'd bin Muaz'ın cenazesi taşınırken münâfıklar, "Ne de hafif bir cenaze" diyerek alaya aldılar. Bu sözler Peygamberimize (a.s.m.) ulaştığında, "Onun cenazesini muhakkak melekler taşıyordu" buyurdu.
Peygamberimiz onu çok sever, vefâtından sonra da onun meziyetlerini ve mânevî makamını yâd ederdi.

Übey bin Kâb (r.a.)
Kur'an'ın en güzel şekilde okunmasında büyük hizmetleri olan Übey bin Kâb (r.a.), Peygamberimizin, "en güzel Kur'an okuyan", "Kur'an okuyanların efendisi", "Ensârın efendisi" gibi iltifatlarına mazhar olmuştur.
İkinci Akabe biâtından önce Müslüman olmuş, Resûlüllahla birlikte bütün gazalara iştirak etmişti.
Bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) kendisine, "Ey Übey! Allah bana, sana Kur'an okumamı emretti" buyurdu.
Übey, "Allah benim adımı zikretti mi?" diye sordu.
Peygamberimiz, "Evet, Mele-i Âlâdaki isminle ve nesebinle zikretti" diye cevap verdi.
Übey de, "Öyle ise okuyunuz ey Allah'ın Resulü" dedi. Sonra bu İlâhî lütuf ve teveccüh karşısında duygulanarak gözyaşlarını tutamadı ve ağlamaya başladı.
Hz. Osman (r.a.) zamanında Kur'an okuma hususunda farklı görüşler ortaya çıktığında, Kureyş ve Ensardan 12 kişilik bir heyet teşkil edilmiş, Hz. Übey bu heyetin başına getirilerek Kur'an'ı okumuş ve Zeyd bin Sâbit de yazmıştı. O, bu hizmetiyle Kıyâmete kadar amel defterine sevap yazdıracak muazzam bir vazifeyi başarmıştı.
Hicrî 35 yılında Medine'de vefat etti.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
sevgili-gencler.png
Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) doğrudan doğruya sizleri hedef alan sözlerini okudunuz, öğrendiniz.

Kimbilir, neler hissettiniz.
Belki kimi hadîsleri okurken irkildiniz, ürperdiniz ve tüyleriniz diken diken oldu.
Çünkü, uyarıyordu, sorumluluk yüklüyordu, sarsıyordu.
Kimi hadisleri okuyunca tir tir titrediniz.
Çünkü korkutuyordu, ölümden, haşirden, Cehennemden bahsediyordu.
Kimilerini öğrenince gözleriniz doldu, belki de ağladınız.
Çünkü, duygu yüklüydü.
Kimilerini okuduğunuzda ise, sevindiniz, memnun oldunuz.
Çünkü, sizlere müjde veriyordu.
Özetle, bütün ömründe sizin için çalışan, sizin için çırpınan, sizin için ağlayan ve on dört asır öncesinde sizleri düşünüp mesajlar gönderen Yüce Efendimizle (a.s.m.) birlikte oldunuz, ondan ders aldınız.
Sizlerden ne istiyordu Yüce Nebî?
Önce güçlü bir îman istiyordu. Allah'a inanmayı ve emirlerine sımsıkı sarılmayı tavsiye ediyordu.
Sonra başta namaz olmak üzere tüm farz ibâdetlerimizi yerine getirmeyi emrediyordu.
Başka?
"Aman gençliğin tehlikelerine dikkat" diyerek, gayri meşrû şehvetten, boş eğlencelerden, gereksiz zevklerimizden vazgeçmemizi istiyordu.
Ölümü, âhireti, Cenneti Cehennemi düşünmemizi, Cennet gençlerinin efendilerini örnek almamızı emrediyordu.
Kısacası, tam bir mü'min, tam bir Müslüman olarak yaşamamızı, idealist bir genç olmamızı öğütlüyordu.
"Bana ihtiyarlar muhalefet etti, gençler yanaştı" diyen Nebiler Nebisine (a.s.m.) biz de yanaşalım.
Madem genciz, elimizi ona uzatalım. On dört asır önce akıttığı bu berrak kaynaktan kana kana içelim.
Aslında elinizdeki kitap, deryâdan bir damladır.
Ve içindeki pek çok konu, başlı başına bir kitap hacminde incelenmesi gerekir.
Sizler eğer bu damladan memnun olduysanız, hiç durmayın. Hemen deryâya atlayın.
Hadislerin, tefsirlerin, İslâmî ilimlerin uçsuz bucaksız okyanusuna dalın.
Pişman olmayacaksınız.
İlim, îman ve ibâdet cennetinde öyle mutlu olacaksınız ki, nefsî ve şehevî isteklerin âdetâ Cehennemden bir kıvılcım olduğunu hissedeceksiniz.
Eğer yüreğiniz nefis ve hevesin ateş kıvılcımlarından rahatsız oluyorsa, hiç durmayın, İslâmın Cennet gibi güzel iklimine sığının ve hiç ayrılmayın.
Ve cehennemde olanları kurtarmaya çalışın.
Bakmayın eğlenceyle sarhoş olmuş, zevk ve sefâ içinde yüzen nice gencin gülüp oynadığına; ruhları azap içindedir. Aklından, ruhundan gelen acıları dindirmek için eğlenceye sarılıyor, aklını uyuşturuyorlar.
Sizin ilginize, sizin sevginize, sizin elinize muhtaçlar.
Bu kitapta nasihat üslûbunu kullandığım için de kusura bakmayın. Doğrudan sizi muhatap almayı istedim. Biliyorum, sizden daha çok muhtacım bu hakîkatlere. Bu yüzden duânızı bekliyor ve tüm gençler için duâ ediyorum. Bu kitabım da, sizlere olan sevgimin bir çiçeği, duâlarımın bir cümlesi, gözyaşlarımın bir damlasıdır.
Allah'a emânet olun!

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt