Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İşaret Yazıları (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Cuma'ya 5 kala...
İlkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a gü­nüydü. Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli ol­duğu camide konuşması vardı. Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldu.
Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönde­rilmediği için Allah'a şükretti. Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü. Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre “Laikliğin dinsizlik olmadığı” anlatılacaktı.
Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç belirtilmemişti!.
Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı. Bu dinin asli kayna­ğı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler vardı.
Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak, cemaatin gözüne baka baka “Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi hü­kümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve yöneticilere bırakmıştır!.” ifadesi­ni nasıl söyleyecekti?
Hem sormazlar mıydı kendisine “Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem muhayyer veya başı boş bırakmıştı da, Firavunu neden helak etti?” diye!.Ne diyecekti o zaman?
“Allah(c.c) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanla­rı ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!.” mi diyecekti?
Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi, zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmiş­ler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah(c.c), bütün insan­ları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti. Şimdi bütün bunları göz ve akılardı ederek İslam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı?
Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fa­kat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!.
Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söyledikle­rini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu. Çünkü bu mesele­yi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikliğin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı. Fakat “Be­nim işçim, benim köylüm..” diyen Babanın üslubundan et­kilenerek, vaazında “Benim cemaatim, benim müslümanım, “Benim kullarım..” demesi, cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.
“Herneyse” dedi kendi kendine!. Hutbede bütün an­lattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sonra tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gel­mediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti.
Ama ne konuşacaktı?
Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?
Oraya varınca bir konu bulur konuşurdu!..
“Yok.. Yok..” dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.
Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu.. İçeride otu­ran ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu
Ne inatçıydı şu gençler!.
Birşey okumasınlar, birşey öğrenmesinler, hemen el­lerine kitabı alıyorlar, kapı kapı geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, “Hocam bak kitapta ne yazıyor” demişlerdi.
Fesuphanallah.!
Sanki o bilmiyordu, sanki o okumamıştı kitapları!.
Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, ge­çim derdini nereden bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç listesini uzatacak ve onlara “Siz de bunu okuyun” diyecekti.
Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.
En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi gibi saygın bir vaize bu yakışırdı.
Adımlarını sıklaştırdı.
Biran önce oradan uzaklaşmalıydı. Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda bir şeyler daha bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta kitabevinin önünden geçerken onaltı, onyedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak “İyi işler, bol kazanç­lar” demişti.
Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.
Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatı­nı arkasına alıp, tekbir için ellerini kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu.
“Herneyse” dedi.
Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geli­yordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçti içinden!.
Cami merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitler­de birkaç kişiden fazla cemaat yoktu ama cum'a namazın­da tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar bile vardı.
Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.
Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyor­lar, “Allah'a kul olmak için camiye gelen insanlara, kullu­ğun en önemli iki meselesi olan tevhid ve şirki neden an­latmıyorsun, bu gerçekleri neden gizliyorsun?” diyorlardı.
Bu ifadedeki “Gizlemek” kelimesi onuruna dokunu­yordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri anlatmamıştı, o kadar!.
Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydil.
Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanı­nın yerini bilen bir adam, ona cüzdanın yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı?
Durdu!.
I ııh bu örnek hoşuna gitmemişti..
Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.
Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?
Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebi­lecek sorumluluk ve yükümlülükleri de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti. Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.
Hiç böyle yapılır mıydı?
Burası başıboş bir ülke değildi ki!. Birçok namussuz başa geçmişti. İçinden söylediği “Namussuz” kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakı­nında pek kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım di­yerek kendisini tekrar ikaz etti.
Kelime-i tevhid, “La ilahe illallah”, “Allah'tan başka İlah yoktur, ancak Allah vardır.”
Neydi bu cümle?
Neler anlatıyordu?
Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?
Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu. Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cüm­le, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir şey an­latmıyor muydu?
Oysa ki bu cümle, Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise “Elhamdülillah müslümanız” diyen insanları bile etkilemi­yordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamları çıkarmak ve keli­me-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay de­ğildi.
Camideki cemaatın durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bü­tün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin red­dedilmesi gerekecekti.
Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.
Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahlık taslayan bu kişilerin, bu mercilerin redde­dilmesi gerekirdi.
Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendi­sinden örnek ister “Allah'ın hükmüne rağmen hüküm ko­yan bu namussuzlar kimdir?” diye soru da sorarlardı. Ol­sun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı gösterek “İşte oradakiler!.” derdi.
Hemen durdu..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
devamı...

devamı...

“Çüüşş” dedi kendi kendine!. Farkında olmadan ne­ler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu içinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca, cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturma­ya gelen savcı bile, hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş.
Peki ama, kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?
Evet, bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat, bu gerçeklerle karşılaştık­ları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide “Ey Allah'ım”, camiden çıkınca “Ey parti liderim, ey devletim” diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. “Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bil­miyor mu?” diyeceklerdi.
Ne diyecekti o zaman?
“Bu gerçekleri anlatmayan namussuzllar, dilsiz şey­tanlardır” dese, bütün şeytanlar başına üşüşürdü!.
Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayın­ca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve miliet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekli­ler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı.
Sıkıntı ile iç geçirdi!.
Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu!.
Hiçbir mahzuru olmayan bu konulan rahat rahat an­latabiliyordu. Ama iş tevhid ve şirkin anlatılmasına gelin­ce, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğin­den gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püsküreceklerdi. Bazıları “Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor” di­yecekler, bazıları da “Yok yahu resmen değil, bu âdâm gayriresmi olarak konuşuyor, bu adam irticacı” diyerek yaygarayı basacaklardı.
Bir çoğu da “Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne İstiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateitslerle uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!. İftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım.." diyeceklerdi. Kalbi yine sıkışmıştı!.
Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama birgün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklamayıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.
“Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım” dedi, Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmak­la, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı. İs­lam'ın ilk şartı, kelime-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin mana­sını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlat­malıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.
Evet, anlatacaktı! İster sapık desinler, ister bağırsmlar, is­terlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçe­ği anlatacak, hiç olmazsa üç-beş insanın kurtulmasına vesi­le olacaktı.
Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?
Gerçi şikayet etmelelerine de gerek yoktu. Çünkü ca­minin hopörlörü dışarıya da uzanıyordu.
“Ooo oooff” diyerek sakalsız yanağını kaşıdı.
Ne yapmalıydı?
Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cuma namazı­na gelen gençleri düşündü. Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kimbilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.
Ama sormuyorlardı ki!..
Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve ba­raj senetlerinin gelirini soruyorlar, kelime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.
Muamelattan sormuyorlardı!.
Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.
Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sor­muyorlardı!.
Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim ol­duğunu sormuyorlardı!.
Gayriihtiyari içinden yükselen
“İyi ki sormuyorlar” ifadesinin, Rahmani mi yoksa nefsani mi olduğunu pek anlayamadı.
Camiye epey yaklaşmıştı.
Ticarethanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hür­metle selamlamıştı. “Namussuz herif” dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımını, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince “Allah beni onsuz bırakmasın!” diye halisane bir duada bulundu. Becerikli karısının yaptığı çö­rekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı.
Bugün de kalbura basma yapacaktı!.
Televizyon geldi aklına, cuma olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı. Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.
Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saati­ne baktı.
Cumaya beş vardı!.
Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.
Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi, hapiste olan müslümanları, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avi­zelerini, halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyon­daki filmi tekrar düşündü.
Karar vermişti.
Daha erkendi!. Kelime-i tevhidin anlatılması için za­man ve zemin müsait değildi. Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı.
Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anla­tırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri. Sahi ya, o bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmiş­ti. 0 halde bu meseleleri bilmek isteyenler de kitablardan öğrenebilirdi. Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı ki!
Hatta geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş, o da şakadan, şaka olsun diye,
Vallahi şaka olsun diye, “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir..” mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!
Aman Ya Rabbi!.
Sen misin bunu diyen? Müftü öyle kızmış, öyle bağır­mıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayet-i kerimeyi, Maide suresinden hiçbir ayet-i kerimeyi okumaya cesaret edememişti.
Müftü olacaktı sözde, şaka söylediğini nedense anlamamıştı!. Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan her din görevlisi bilirdi!.
Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum deği­şebilirdi. Fakat şimdi müsait değildi. Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.
Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konulan şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.
Caminin bahçesinden geçerken,bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti. Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bah­sedebilirdi. Konuşma konusunu bulduğu için sevindi. Sık sık anlattığı bu konu için hazırlanmasına da gerek yoktu.
Büyük bir huzurla camiye girdi.Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu. Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu. Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bir sesle konuşmaya başladı.
Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer uyandırılıyordu..
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“Kim ALLAH'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir..”

( Maide suresi - 44 )



Selamünaleyküm Yusuf kardeşimiz...

Yine çok güzel ve bir o kadar da önemli bilgiler içeren paylaşımla karşımızdasınız.
Rabbimiz razı olsun ki sizden ; silkinip , kendimizi sorgulamamıza vesile olan bir eseri paylaşıyorsunuz.
Devamını bekliyoruz inşaAllah.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“Kim ALLAH'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir..”

( Maide suresi - 44 )


Selamünaleyküm Yusuf kardeşimiz...

Yine çok güzel ve bir o kadar da önemli bilgiler içeren paylaşımla karşımızdasınız.
Rabbimiz razı olsun ki sizden ; silkinip , kendimizi sorgulamamıza vesile olan bir eseri paylaşıyorsunuz.
Devamını bekliyoruz inşaAllah.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.

Aleykümselam kardeşim

Rabbim cümle kardeşlerimizden razı olsun
Allah'u teala anlayan, idrak eden, elinden geldiğince yaşamaya çalışan kullarından eylesin bizleri

Bu konu bu kadar devamı malesef yok ama ders alınması gereken çok şey var diye düşünüyorum.
Aynı duyarlılıkla başka konulara değineceğiz inşaAllah

Birde vaizlerimiz duymasın, yoksa çok kızarlar bana malum geçim derdi : )

Allah'u tealaya emanet olun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Fareza inek çıktı..

Fareza inek çıktı..

İstanbul'dan İzmir'e dönüyordu.
Kasım ayının sonlarına gelmelerine rağmen henüz yağışlar başlamamış olduğundan yollar oldukça güzeldi. Arkadaşından aldığı arabayı kullanırken eski yolları ve eski yolculukları anımsadı, önden motorlu otobüslerle 16-17 saatte İstanbul'a gittikleri günler pek uzak sayılmazdı. Ba­zen motorun üzerine oturuyor, bazen de koridora veya koltukların önüne serilen bir kilime uzanarak tıngır mıngır İstanbul'a gidiyordu.
Çocukluk günlerinde gördüğü, duyduğu, yaşadığı dünya bambaşkaydı sanki. Bu günleri hatır­ladığı zaman temiz, tertemiz görüntüler gözünün önüne geliyor, kirlenmemiş ve kirletilmemiş bir dünyayı duyumsuyordu. Sokaklar, yollar, insanlar bambaşkaydı sanki o günler!.
Bu günleri her hatırlayışında şu soruyla karşılaşıyor­du.
“Acaba dünya o günlerde gerçekten temiz miydi?”
Değildi, değildi tabi!. Dünya ve insanlar o zamanlar da temiz değildi. Temiz olan, kirlenmemiş olan gözleriydi, bakışlarıydı, yorumlarıydı, iç dünyasıydı.
Dünyayı görmek istediği gibi görüyor, gördüğü şekilleri, gördüğü insanları, gördüğü tavırları tertemiz bir iyimserlikle yorumluyordu.
Bu yaşlarda tabi ki şaşırdığı olaylarla da karşılaşıyor­du. Birgün bir seyyar satıcıdan birşey almak istemiş fakat parası beş kuruş noksan çıkmıştı. Seyyar satıcının ısrarı üzerine onu almış ve eve geldikten sonra annesinden beş kuruş alarak doğru seyyar satıcının bulunduğu yere koş­muş ve satıcı oradan ayrılmadan ona beş kuruşu vermişti. Seyyar satıcı ise çok şaşırmış, ona hayretle bakarak bir sürü övgü dolu söz söylemişti.
İyi ama neden?
Seyyar satıcı neden şaşırmıştı? Kendisine neden bir sürü övgü dolu söz söylemişti?
Ne yapmıştı ki!
Eksik kalan beş kuruşu getirmiş ve bu beş kuruşu kendisine vermişti. Bunda şaşıracak, bunda hayrete düşe­cek ne vardı!.
Unutamadığı bir başka olay da mahkeme salonunda geçmişti. Okul öğretmeni kendilerini bir mahkemeye götürerek, mahkemelerin ne olduğunu gösteriyordu. Mahke­mede bir gazoz imalatçısının duruşması vardı. Gazozda sinek çıktığı için mahkemeye verilmiş ve hakkında dava açılmıştı.
Gazozda sinek çıkmasından midesi bulanmıştı. Gazozun içinde sinek ne arıyordu? İşte bu sorunun cevabını gazoz imalatçısı gayet açık olarak anlatıyordu.
“Hakim bey, müşteri gazoz istediği zaman gazozun kapağı açılarak müşteriye götürülür. İşte bu sırada sinek gazozun içine kaçmıştır.”
Adamın bu söylediklerini duyduktan sonra meseleyi anlamıştı. Demek ki gazoz kapağı açıldığı zaman sinek hemencecik içine kaçmıştı!. Şişenin ağzı küçüktü ama, sinek daha küçüktü. Tabi ki şişenin içine girebilirdi, Hem adam da böyle söylüyordu işte..
Fakat hakim anlamamıştı!.
Dönüp dolaşıp sineğin gazozun içinde ne aradığını soruyordu. Yaşlı hakimin bu anlayışızlığı karşısında yerinde duramıyordu.
Koskoca hakim söylenilenleri niye anlamıyordu?
Parmak kaldırmıştı. Hakimin anlamadığı şeyi hakime anlatacaktı. Fakat öğretmeni kendisine susmasını ve yerine oturmasını işaret etmişti. Susmuştu ve oturmuştu yerine. Adama verilen para cezasını da bu suskunlukla ve bu şaş­kınlıkla dinlemişti.
İşte bütün bunların nedenini daha sonraları anlaya­caktı!. İnsanların ödemeleri gereken borçlarını ödemedikle­rini, koca koca insanların yalan söylediklerini anlayacak ve tertemiz dünyası kirlenmeye ve kararmaya başlayacaktı.
Dikkatini tekrar yola topladı.
Böyle şeylere dalmak bir şöför için tehlikeli olabilirdi. Ehliyeti birkaç yıllıktı. Arabayı rahat kullanıyordu ama yine de dikkatli olmalıydı. Araba kullanan insanların araba kul­lanmakla ilgili olarak geçirdikleri üç dönem vardı. Birinci dönem acemilik dönemiydi. Bu dönemde araba kullanma­yı yeterince bilmeyen insanlar, bilmediklerini bildikleri için çok dikkatli araba kullanırlardı. Üçüncü dönem arabanın rahat kullanıldığı ve yeterli tecrübenin kazanıldığı bir dönemdi. İşte bu birinci ve üçüncü dönemin arasındaki dö­nem araba kullananlar için en tehlikeli dönemdi. Nitekim kazaların çoğu bu ikinci dönemde vuku bulmaktaydı. Çün­kü bu dönem araba kullananların, şoförlüğü yeterince bil­memelerine rağmen bildiklerini zannettikleri dönemdi!.
Kendisini de tehlikeli olan bu ikinci dönemde gördü­ğü için daha bir dikkatli olmaya çalıştı. Yaklaşık yüz kilo­metre hızla gidiyordu. Gerçek şoförlük tabi ki arabayı düz yolda, dümdüz kullanmak değildi.
Gerçek şoförlük, karşılaşılan tehlikeli durumlarda arabaya hakim ol­mak ve tehlikeyi bertaraf etmekti. Mesela bu hızla gider­ken önüne fareza bir inek çıkabilirdi.
Bu olmayacak bir şey değildi!.
İneğin trafik kurallarına riayet ederek baştan sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakarak karşıya geçmek is­temeyeceği aşikardı. Ortalıkta da bir sürü inek olduğuna göre böyle bir vakayla tabi ki karşılaşabilirdi. Arabayı aynı hızda kullanırken “Fareza bir inekle karşılaşsam ne yapa­rım?” düşüncesi daha müşahhas bir şekilde gözünün önü­ne geldi. İneğin fareza elli metre önünde olduğunu düşün­dü. Böyle bir durumda ani karar vermeli ve yapılması gerekeni hemen yapmalıydı.
Ve yapılması gerekeni hemen yaptı!..
Yüksek, çok yüksek bir koltukta oturuyordu.
Kendisine gelen insanların dertlerini dinliyor ve onla­ra nasihat ediyordu. Önünde kuyruk oluşturan insanlara tekrar baktı. İnsanların ne kadar dertli olduklannı veya dertli insanların ne kadar çok olduklarını bir kez daha düşündü. Konuşmacılar birbiri ardına dertlerini sıralıyorlardı.
“Efendim, bulunduğum mahallede bakkallık yapıyo­rum. İşlerim şimdilik iyi. Fakat dükkanımın bulunduğu yer­de fareza ikinci ve üçüncü bakkal dükkanı açılsa benim ha­lim ne olur?”
“Efendim ahşap bir ev aldım. Kira derdinden kurtu­lup içine yerleştik. Fakat fareza bir yangın çıkarsa ben ne yapanm?”
“Efendim.. Dayımın oğlunun ortanca bacanağı iflas etti. Fareza ben de iflas edersem çoluğuma çocuğuma kim bakar?”
“Efendim.. İnsanlara Allah'ı ve tevhidi anlatayım diyorum, diyorum ama, fareza anlamadıklarını düşünelim.
Ne olacak o zaman?”
“Muhterem.. İnsanları Allah'a kulluğa davet etmek is­tiyorum, istiyorum ama fareza yakalanırsam, fareza işken­ce görürsem, fareza beş yıl hüküm giyersem benim ve ai­lemin hali ne olur?..”
İnsanların bu dertlerini dinlerken sanki birisi yanakla­rına vuruyor, sanki birisi kendisini dürtüklüyordu. Sağına soluna bakmasına rağmen kimseyi göremiyordu. İnsanla­rın dertlerini dinlerken yoksa dengesini mi kaybediyordu. İşin tuhaf tarafı insanlar dertlerini anlatırken her “Fareza” deyişlerinde gözünün önünde bir inek canlanıyordu.
Fareza kelimesiyle bu ineğin ne alakası vardı?
Fakat mutlaka, mutlaka bir alakası olmalıydı. Çünkü her fareza kelimesi ineği gözünün önüne getiriyor ve bu inek kendisine doğru hızla yaklaşıyordu.
Korkmuştu, korkmaya başlamıştı bu inekten!.
İnsanlar da bu “Fareza” kelimesini kullanmasalar olmazdı sanki. Hem bu kelimeyi neden kullanıyorlardı ve farezalarla neden dertleniyorlardı kii. Dertlerin çoğu bu farezalardan kaynaklanıyordu. Farezalardan kaynaklanan dert­ler ise farezi dertler değil müşahhas dertler oluyordu.
Soyut endişeler, somut dertlere, somut sıkıntılara neden oluyordu. Oysa somut olan menfilikler, somut olan müsbetler vardı. Somut olan yaşanılan hal, yaşanılan gün vardı. Bunlan ya­şamamız, bunlarla sevinmemiz, bunlarla üzülmemiz, bunla­rın gereğini yapmamız, bunlara karşı tavır belirlememiz gerekirken; farezalarla bugünlerden uzaklaşıyor, farezalarla başka konumlara, başka olaylara gidiyor ve farezalarla ayaklarımızı düğümlüyorduk!.
İnsanların içine düştüğü bu çelişkiyi, bu bunalımı ga­yet iyi görebiliyordu artık. Binlerce farazi tehlikeye karşı endişeyle yaklaşan ve farazi olmayan çözümler arayan bu insanlar, kendi kendilerini kilitlemekte ve kendi kendilerini mahkum etmekteydiler. Oysa farazi durumlar iki ayrı nite­liğe sahipti. Birincisi kendi ellerimizle yaptıklarımızdan do­layı karşılaşabileceklerimiz, bir ikincisi ise Allah'ın takdiri gereği karşılaşacabileceklerimizdi. Kendi elimizle yaptıkları­mızdan dolayı karşılaşabileceklerimizi dikkate almamız, bunların gereğini yapmamız veya önlemlerini almamız tabi ki gerekliydi.
Fakat, Allah'ın takdiri gereği karşılaşılabilecek olayların, durumların, konumların “Fareza” kelimesiyle gündeme alınması ve çarelerinin düşünülmesi de neyin nesiydi? İlahi takdirin gereği, bu İlahi takdir ile karşılaşıldığı zaman yapı­lırdı.
Değil mi ama!.
“Ahh şu insanlar” diyerek acıyarak baktı insanlara. Gerçekten acınacak haldeydi bu insanlar. Bilmiyorlardı, bilemiyorlardı asli dertlerini. “Fareza” kelimesiyle binlerce fa­razi tehlikeyi düşünüyorlar, farazi tehlikelerle dertleniyorlar ve farazi olmayan sıkıntılara düşüyorlardı.
Yanaklarına vuran eli tekrar hissetti!.
Başı okşanıyor ve omuzlarından hafifçe sarsılıyordu. Kimseyi görmemesine rağmen sesler de duymaya başlamıştı. ,
“Hüsnü, Hüsnü.. Hiişt Hüsnü..”
Tanıdık seslerdi bunlar. Kendisini, kendisinde topla­maya çalıştı. Açık zannettiği gözlerini bir başka aleme açmaya zorladı. Açık gözlerinden birer göz kapağının daha aralanmaya başladığını hissettiğinde sır dolu bir heyacanla titredi. Yoksa kalp gözü mü açılıyordu!.
Açılıyor değil, açılmıştı işte!.
Bambaşka bir yere gelmişti. Önünde kuyruk oluştu­ran İnsanlar kaybolmuştu. Yüksek bir makamda oturmu­yor, alçak bir yatakta sırtüstü yatıyordu. Fakat vücuduna da ne olmuştu!. Sanki bir beton kalıbın içine girmişti. Bu ağırlığı hissediyor ve hiçbir tarafını oynatamıyordu. Bakış­larını biraz öne eğince havada asılı duran beyaz kolonu gördü. Aklını toplamaya çalıştı. Bu alçıya alınmış bir ayak olmalıydı. “Acaba kimin ayağı?” diye düşündü. Ayak bura­da olduğuna göre sahibi de buralarda olmalıydı.
Fakat kalkıp bakamıyordu ki!.
Geniş odayı dolduran tanıdıkları kendisine bakarak gülümsüyorlardı. Düşünceleri dağıldı. Necip Fazıl'ın şu mısrasını anımsadı..
“Ben neyim ve bu hal neyin nesi?”
Bütün bu tanıdıkları neden burada toplanmışlardı ve neden öyle bakıyorlardı kendisine!. Duvarda “Suss” işareti yapan hemşirenin resmini gördü. Burası hastahane olma­lıydı. Çünkü bu resmi hep hastahanelerde görüyordu. Re­simdeki hemşire hastanelere gelen, dertlerini anlatmak is­teyen fakat bir türlü anlatamayan çaresiz insanlara “Suuss” diyordu.
Evet, burası hastahaneydi, hastahaneydi ama kendisi bura­da ne arıyordu? Odayı dolduran tanıdıkları ise konuşmaya başlamıştı.,
“Geçmiş olsun..”
“Geçmiş olsun Hüsnü..”
“Allah'a hamdolsun kurtuldun..”
“Şarampolde üç takla attıktan sonra arabanın halini bir görseydin. Sen iyisin, iyisin Allah'a şükür..”
Bunları dinlerken havada asılı duran alçılı ayağa tek­rar baktı. Ayağın sahibini bulmuştu artık. Kendi ayağıydı bu!.
Oynatamadığı el, kıpırdatamadığı vücut kendisinindi!.
Evet kaza geçirmişti. Hatırlamaya çalıştı. İstanbul'dan dönüyordu. Yüz kilometreye yakın hızla gidiyordu. Evet, evet hatırlıyordu hepsini. Çevresindekilere bakarak gayriihtiyari sordu.
“İneğe ne oldu?”
Şaşırmıştı etrafındakiler. Birbirlerine bakarak “Ne ineği?” diyorlardı. Küçük bir çocuk ise büyüklere özgü bir soru soruyordu.,
“Baba, arabada inek mi varmış?”
Gerçekten arabada inek mi vardı? Olayı tekrar hatır­lamaya çalıştı. Evet şimdi daha iyi hatırlıyordu, daha iyi anlıyordu olanları. “Baba arabada inek mi varmış?” diyen çocuğu görmek istedi. Olanları hatırladıktan sonra çocuğa bakarak “Evet oğlum, arabanın şoför mahallinde bir inek vardı” diyecekti.
Acınılası ve utanılası bir duruma düşmüştü.
Farazi bir inek, kendisini farazi olmayan bir kazaya sürüklemişti!. Kendisine hayretle bakan ve kazanın nasıl olduğunu soranlara, aklını buruşturarak ve gözlerini kapa­tarak cevap verdi.
“Önüme farezi bir inek çıktı!..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Televizyon Minberi

Televizyon Minberi

Değerli bir müslüman olan İsmet Özel'in teknolojiye olan yaklaşımını yıllar önce okumuş ve bihayli tasvip, biraz tekzip, biraz da çekimserlikle karşılamıştım. Şimdilerde ise bu kısmi tekzip ve çekimserliğimin daha da azaldığını söyleyebilirim. Sayın İsmet Özel, teknoloji­ye genel yaklaşımını şu veciz ifadeyle özetliyordu.
“Teknoloji benden aldıklarını bana geri versin, ben teknolojinin bana bütün verdiklerini geri vermeye hazı­rım.”
Bu veciz ifadenin sadece ikinci yarısını dikkate aldığınızda, tabi ki karamsarlığa düşecek ve kendinizi E-5 karayolunda otomobilini yitiren bir yaya gibi hissede­ceksiniz!.
Oysa bu ifadede “Teknoloji bizden aldıklarını bize versin” kaydı bulunmaktadır. Peki, teknoloji bizden ne almıştır?
Bu soruya pek çok kimsenin açık ve yeterli bir ce­vap vereceği kanaatinde değilim. Öyle sanıyorum ki in­sanların büyük çoğunluğu, teknolojinin bizden aldıkla­rını değil, bize verdiklerini bilmekte ve bize verdiklerini dikkate almaktadır. Çünkü teknolojinin yalancı peygam­beri olan medya, korkunç bir reklam sağanağı ile günümüz teknolojisinin insanlara ne verdiğini anlatmak­ta, teknolojinin tüm insanlığa neler bahşettiğini empoze etmektedir!.
Teknolojinin biz insanlardan neleri aldığı, hangi insani değerleri götürdüğü ise sadece psi­kologların gündemine girmekte, psikologlar ile ruh hastaları arasındaki özel seanslarda, özel konuşmalarda yer almaktadır!.
Teknoloji, asıl itibariyle bilgi ve teknikte kısmi bir gelişmeyi ifade etmektedir. Kısmı diyorum, çünkü teknolojiyi böyle görüyor, böyle tanımlıyorum!. Nitekim uzun yıllardır bilgisayar kullanmama ve bilgisayarlarla ilgili birçok gerçeği bilmeme rağmen, bu aygıtın özel ve üstün bir yeri olmadı iç dünyamda!.
Bilgisayar denilen bu aygıtlar, Rabbimin yarattığı küçücük bir yaprağın muhteşemliği yanında, oduncu baltası gibi kaba geliyor gözüme!. Ve öyledir, gerçekten de öyledir ha!.
Hemeyse, bilgi ve teknikte kısmi bir gelişmeyi ifade eden bu teknoloji, asıl itibariyle put olmamasına rağmen günümüz insanlarınca putlaştırılmış bir hadisedir. Geçmiş dönemlerdeki putperestler, nasıl ki kendi elleriyle yaptıkları putlara hürmet ve tazim göstermişlerse, tek­nolojinin putperestleri de kendi elleriyle yaptıkları arabalara, insan eliyle yapılan bilgisayarlara daha fazla bir hürmet ve daha fazla bir tazimde bulunmaktadırlar!.
Geçmiş putperestler, elleriyle yaptıkları putlardan bazı şeyler beklerken, teknolojinin putperestleri ise bu teknolojiden herşeyi beklemeye başlamışlardır!.
Evet, insanlık tarihinin en büyük ve en acımasız putu, kanaatimce bu teknoloji putu olmuştur. Çünkü geçmiş dönemlerdeki putperestler, putları ne kadar büyük yaparlarsa yapsınlar, bu putlar karşısında yine de bir varlıkları, yine de bir insiyatifleri vardı. Bu putların cansız olduklarını ve dolayısıyle kendilerini görmediklerini, kendilerini işitmediklerini biliyorlardı!. Nitekim putları irmikten yapılmışsa acıkınca yiyebiliyorlar, ağaçtan yapılmışsa üşüyünce yakabiliyorlardı!.
Teknoloji putperestlerinin ise böyle bir şansları yoktur!.
Her geçen gün çığ gibi büyüyen teknoloji putu karşısında bu insanların varlığı ve insiyatifi yok olmuş gibidir!. Kendilerini uzaydan gözleyen, uydulardan dinle­yen ve atom bombasıyla tehdit eden çağdaş teknolojiye yenik düşen bu insanların, teknolojiyi putlaştıran kafa yapıları ile bu put karşısında varlık iddia edebilmeleri ve zillet dolu bu kulluktan kurtulabilmeleri tabi ki mümkün değildir.
Allah ve Allah'ın nimetleri ise unutulmuştur artık!.
Yüz katlı bir inşaat ile göklerin delindiği zehabına kapılınmış ve bir zamanlar göklerin yaratılışına çevrilen gözler, göklerin yaratılışını tefekkür eden kalpler, bu gökdelenlerin(!) azametini görmeye, bu gökdelenlerin muhteşemliğini tefekkür etmeye başlamışlardır!.
Kalp ve kalbi yaratan Allah unutulmuş, hazır bir kalbi nakleden ve insanlara küçücük bir kalp pili veren teknolojiye, insanlara kalbi veren Allah'tan daha çok şükredilmeye başlanmıştır!.
Çünkü el ayak, dil dudak, göz kulak gibi uzuvlar, her insanın bedavadan sahip olduğu sıradan şeylerdir!.
Her insanda bulunan ve bedavadan sahip olunan iki ayak mı önemlidir, yoksa herkesin sahip olamadığı milyarlık bir araba mı?
Tabi ki araba önemsenmekte ve arabaya değer verilmektedir!.
Oysa bu sorunun en doğru cevabını, trafik kazasında ayaklarını kaybeden ve teknoloji­nin en uç aşamasından faydalanan zengin bir kötürüm verebilecektir.
Ne diyecektir biliyor musunuz? Afedersiniz!. Kötü­rümlüğe mahkum olmamışsanız tabi ki bilemezsiniz. Zengin kötürüm şöyle diyecektir.
“Ayaklarımın üstünde yürüyebilmek için, bana tek­nolojinin verdiği bütün ulaşım imkanlarını geri vermeye hazırım!.”
Aynı İsmet kardeşimizin ifadesi gibi!.
“Teknoloji benden aldıklarını bana geri versin, ben teknolojinin bana bütün verdiklerini geri vermeye hazırım.”
Teknolojinin insanlardan neleri aldığını bilmeyen yarı baygın şaşkınlar, bu örneği abartılı görerek, kötürüm için makul olan bu teklifin, kendileri için hiç de makul olmadığını söyleyebileceklerdir.
Çünkü teknolojinin kendilerinden ne karşılığı ne aldığını bilmemektedirler!.
Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kendilerine verdikleri nimetlerin kıymetini bilmeyip, bu nimetleri bazı teknolojik imkanlarla değişen bu şaşkınlar, gözlerini vererek gözlük,
kulaklarını vererek kulaklık alarak, kazançlı bir alış veriş yaptıklarını sanmaktadırlar!.
Meseleyi geneldeki insanlara göre değerlendirme­miz, özeldeki müslümanlarının bu değerlendirmeden beri oldukları anlamında değildir. Müslümanlar ve müslümanım diyenler de, gönüllü veya zorunlu olarak ekseri bir çoğunlukla bu belanın göbeğine doğru gitmektedîrler!. Bazı teknolojik imkanları nimet(!) olarak ad­landıran ve “Teknolojik nimetlerden faydalanmalıyız” di­yen bu kimseler, böylesi nimetlerden faydalanabilmek için girilmeyecek külfetlere girebilmekte, verilmeyecek tavizleri verebilmektedirler!.
Teknoloji dinine girmemek için direnenleri bile ikna edebilen bir mucize (!) niteliğindeki televizyon ise, müslümanların büyük çoğunluğu tarafından önemse­nen ve özenilen bir araç durumuna gelmiştir!.
Konuşanlarla dinleyenler arasında canlı bir temas, canlı bir ilişki olmasa da, elektronik bir iletişim sağlayan bu aygıt, ne kadar güzel, ne kadar görkemli bir aygıt­tır!.
Bir anda milyonlara hitap edebilmek, bir anda milyonlarla beraber olabilmek, ne büyük bir fırsat, ne heyecan verici bir duygudur!.
Cami minberinden yüz kişiye hitap edilirken, televizyon minberlerinden milyonlarca kişiye hitap edilebilmektedir!.
Marksistlerin, kapitalistlerin, faşistlerin fayda­landıkları bu aygıttan, hiç kuşkusuz ki müslümanlar da faydalanmalıdır!.
Yalnız küçük bir sorun vardır!.
Bu televizyonlar genel olarak kapitalistlerin elinde bulunmakta ve bu televizyonlarda kapitalistlerin borusu ötmektedirl. Dolayısıyla bu televizyonlara çıkabilmek için kapitalistlerin desturuna ve düsturuna riayet edilmelidir!.
E eeh!. Olacak o kadar!.
Adamlar milyonlarca dolar masraf etmişler!. Size herkese hitap etme fırsatı verdikleri gibi, herşeyi söyleme fırsatı da verecek değiller ya!.
Zaten “Her doğruyu söylemek, doğru değildir!” de­nilmemiş midir!. O halde bu prensibin gereği yapılmalı, kapitalistleri kızdırmamak için Allah'ın uluhiyet ve rububiyetiyle ilgili birçok doğru söylenmemelidir. Çünkü önemli olan bu doğruları söylemek değil, bu görkemli teleminbere bir daha, bir daha çıkabilmektir!.
Evet!.
Cami minberlerine sahip çıkmadan, televizyonlardaki minberlere sahip çıkmaya çalışan bazı şaşkınlar, televizyon nimetinden (!) faydalanabilmek ve 57 santimlik ekrana girebilmek için 17 santime kadar küçülebilmektedirler!.
Ne diyelim!.
Eyvanlar olsun!.
“Namaz mü'minin miracıdır” buyruğunu tefekkür ettiğim zamanlar, namazlarında miraca yükselen, miraç şuurunu ve heyecanını yaşayan mü'minlerin, böyle bir zilleti, böyle bir küçüklüğü, böyle bir kaypaklığı kabul etmeyeceklerini düşünüyorum.
Peki, bu namaz kılanlar, namazlarından ve namazlarındaki miraçtan gafiller mi?
Yoksa, yoksa televizyon bunların miracı mı?
Televizyona çıkmak, miraca çıkmak gibi mi kabul ediliyor!..
 

elanaz 21

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Kas 2008
Mesajlar
428
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
selamün aleyküm kardeşim valla çok güzel bi paylaşım olmuş emeğine sağlık teknolojinin yararının olduğu kadar zararıda var buna çok güzel benzetmeler yapmışsın sağolasın emeğine sağlık selam ve dua ile TEKNOLAOJİ BENDEN ALDIKLARINI BANA GERİ VERSİN BEN ONUN BANA VERDİKELRİNİN TÜMÜNÜ VERMEYE RAZIYIM......
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
selamün aleyküm kardeşim valla çok güzel bi paylaşım olmuş emeğine sağlık teknolojinin yararının olduğu kadar zararıda var buna çok güzel benzetmeler yapmışsın sağolasın emeğine sağlık selam ve dua ile TEKNOLAOJİ BENDEN ALDIKLARINI BANA GERİ VERSİN BEN ONUN BANA VERDİKELRİNİN TÜMÜNÜ VERMEYE RAZIYIM......

Ve Aleyküm Selam Değerli kardeşim,

Okuyan gözlerinize sağlık olsun.

Herşeyi kaybettikten sonra anlıyoruz malesef
Artık eyvahlar fayda vermiyor, bizim için,
İnşaAllah çocuklarımız için demeyiz bu eyvahları,
Yol yakınken, hayırlı nesiller yetişterebilmek için
Tvleri kapatıp kitapları açmaya mecburuz diyorum...

Hayırlı, Bereketli Ramazanlar
 

elanaz 21

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Kas 2008
Mesajlar
428
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Haklısın güzel kardeşim televizyonun bize kazandırdı bişey yok aslında sadece vakit kaybediyorz başıda saatlerce ama bi kitap açıp okusak kim bilir ne kadar faydalı bilgiler edineceğiz ondan rabbim hidayete erdirsin inşallah tv yi kapat kitap oku hayata bağlan diyorum ben hayırlı ramazanlar selam ve dua ile
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İman Erozyonu

İman Erozyonu

Müslümanlar olarak karşılaştığımız bir olumsuzluk, karşılaştığımız bir musibet varsa, bir müslüman olarak öncelikle kendimi suçlamayı, kendimi sorgulamayı tercih ediyorum. Hata üstüne hata yapması her an mümkün olabilen bir müsiüman olarak, karşılaşılan bu olumsuz­luk veya bu musibette kendi hatamı, kendi yanlışımı, daha doğrusu kendi payımı bulmaya çalışıyorum.
Tabi ki bir özeleştiri oluyor bu!.
Geçenlerde okuduğum bir fıkra, yine kendime yö­nelmeme, yine kendimi eleştirmeme neden oldu. Fıkra şöyleydi.
Elektrik tamiratıyla uğraşan bir dükkanın telefonu çalar. Telefonu açan ustabaşı, iki gün önce bildirilen zil tamiratının yapılmadığını ve söz konusu evde zillerin çalmadığını öğrenir. Bu tamiratı yapması için gönder­diği çırağı azarlayarak, zili neden tamir etmediğini sorar. Çırak ise bu azarı haksız bularak şöyle cevap verir.
“Usta beni niye azarlıyorsun!. Ben tamirat için o eve gittim, evin zilini uzun uzun çaldım, kimse kapıyı açmayınca ben de geri döndüm!.
Bu fıkrayı okuyunca, çırağın acemiliğine benzer bir acemiliğin, kendimde bulunup bulunmadığını düşündüm!.
Müslümanların bazı ortak sorunlarını değerlendi­rirken, birçok sorunun iman zafiyetinden kaynaklandığını belirtiyor ve yine bu müslümanları imani düzlemde mu­hatap alarak, iman boyutundan dürtmeye uğraşıyor­dum!. Kalplerin katılaşmasından söz ediyor fakat yine de yumuşacık parmaklarımla bu kalplere dokunmaya çalışıyordum!.
Acabe ben de, fıkrada zikredilen acemi zil tamircisi gibi miydim?
Bozuk olduğunu söylediğim zili tamir etmek için, yine bozuk olan zile mi basıyordum?
İyi ama başka ne yapabilirim ki! Kapıları tokmaklar gibi, kafaları tokmaklamaya mı kalkışayım?
Yoksa akıllı birer insan olarak sadece ve sadece akılları mı muhatap alacağız!.
İyi ama, kalpleri gözardı ederek sadece akılları muhatap almak, başlı başına bir akılsızlık, başlı başına bir fikirsizlik değil midir?
Sadece ve sadece imanla anlaşılacak, imanla elde edilebilecek olan değerlerin, imandan başka bir yolla, imandan başka bir yöntemle elde edilmesi mümkün müdür?
İslam adına uyarıp-korkutmamız gereken insanları, cehennem ile değil de, açlık, kıtlık ve enflasyonla mı korkutacağız?
Böyle bir yol, böyle bir yöntem, şeytanın yolu, şeytanın yöntemi değil mi?
İnsanları açlık, kıtlık ve fakirlikle korkutan lanetli yaratık, şeytan aleyhillanenin ta kendisi değil mi?
İslam adına uyarıp-müjdelememiz gereken insan­ları, cennet ile değil de, dünyevi bolluk ve refah ile mi müjdeleyeceğiz?
Korkutmak için cehennem azabı, müjdelemek için cennet nimetleri yetmiyor mu?
Yazıklar olsun, binlerce kez yazıklar olsun ki yetmiyor!.
Hatta yetip yetmemek bir yana, ilgi bile duyul­muyor!. Nitekim müslümanım diyenlere dahi cennet ve cehennemden bahsetmeye kalkıştığım zamanlar, ilgiden ve heyecandan uzak gözlerle yüzüme bakıyorlar!.
Sanki bunlara, bu nefes alan canlılara değil de, kabirdekilere konuşuyor, kabirdekilere talkın veriyorum!.
Oysa daha önceleri böyle değildi!.
Cehennem denilince kalplere cehennem korkusu, cennet denilince gözlere cennet arzusu temas edebi­liyordu. Bu kısmi temas ile gözler aralanıyor, bu kısmi temas ile kalpler titreşebiliyordu.
Ancak kalpler katılaşmayı başladı!.
Hak ile yumuşamasına rağmen bu hakkın gereğini yapmayan kalpler, dünyevi kaygalarla kararmaya, nefsi yönelişlerle katılaşmaya başlamıştı!.
Bir erozyon yaşanıyordu!.
Bu erozyon, toprak veya kültür değil, iman erozyonuydu!. Top­rak kaybından çok daha önemli olan bu iman kayması, bu iman kaybı, bir insan için değerli olan herşeyin kaybı demekti!. Çünkü kalıcı olan bütün değerler, kalıcı olan bütün güzellikler, iman ile başlayıp, iman ile gelişen değerler, iman ile gelişen güzelliklerdi.
Kendisine vuran dalgalarla taşını ve toprağını yiti­ren dağlar nasıl ki dümdüz oluyorlarsa, dağ gibi müslümanlar da bu iman erozyonuyla dümdüz oluyor­lardı!.
Cahili dalgalar, iman direncini yitiren müslümanlan önce yumuşatıyor ve sonra bu yumuşak taraflarını ko­pararak alıp götürüyordu!.
Bu durumdan muzdarip olan bazı kimseler ise kur­tuluşu televizyonlardaki evliya filmlerinde anyorlarmış!.
Efendime söylemeyim, televizyondaki bu gibi filmler ve bu filmlerdeki kera­metler, imani hassasiyeti fazlalaştırıyormuş!.
Filme konu olan zatın, ilk kez karşılaştığı kişinin kim olduğunu, nereden ve ne için geldiğini hiç sormadan söylemesi, bütün müslümanların imanlarını kuvvetlendirecek, imani duy­gularını fazlalaştıracak hadiselermiş.
İslam'ın kalbi yönünden bunu anlayan ve çareyi böylesi keramet(!) vadilerinde arayan bu arkadaşlara “Söz konusu filmler beni hiç de müsbet etkilemiyor!.” dediğimde ise benim gibi bir nasipsize acıyarak bakmışlar ve neden etkilemediğini sormuşlardı!.
Bu saçma soru benim canımı sıkmış, bu saçma soru beni heyecanlandırmıştı!. Ve kalbimi saran bu sıkıntıyla, bu heyecanla bir süre susmuş ve daha fazla dayanamayarak konuşmaya başlamıştım.
Bu gibi filmler beni neden etkilesin ki!.
Ben, Nuh tufanına şahit oldum!.
Ben, Hz. İbrahim (a.s.)'ın ateşe atılışına ve bu ateşten salimen çıkışına şahit oldum!.
Ben, Ad, Semud ve Lut kavimlerinin yerle bir edil­mesine şahit oldum!.
Ben, Hz. Musa (a.s.)'ın asasını atışına ve bu asanın bir ejderha oluşuna şahit oldum!.
Ben, Kızıldeniz'in yanlışına, Musa (a.s.) ile israiloğuilannın geçişine ve Firavun ordusunun heiakına şahit oldum!.
Ben, gökten kudret helvası ve bıldırcın etinin inişine şahit oldum!.
Ben, bir kısım israiloğullarının aşağılık maymunla­ra dönüştürülmesine şahit oldum!.
Ben, Hz. Isa (a.s.)'ın babasız doğuşuna ve bebek iken konuşmasına şahit oldum!.
Ben, Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun, Ebabil kuşlarıyla helak edilmesine şahit oldum!.
Ben, Cebrail (a.s.)'ın Efendimiz (s.a.v.)'e gelişine ve İlahi buyruğu vahyedişine şahit oldum!.
Şimdi soruyorum sizlere!. Bütün bunlara şahit olan bir müslümanın, söz konusu filmlerden etkilenmesini nasıl bekliyorsunuz?
Yüz ifadeleri ve bakışları allak bullak olmuştu!.
Beni herhalde deli sanmışlar ve benim gibi bir deli­den umud kesmiş olacaklar ki, büyük bir olgunlukla susmayı tercih ettiler!.
Bense acemi zil tamircisi gibi hala zile basıyor ve kapının açılmasını bekliyordum.
“Bu mucizelere sizler de şahit olsaydınız, bahset­tiğiniz ufak tefek şeyleri abartır, bu gibi şeylere itibar eder miydiniz?”
Sadece bir ağız açıldı ve ağızdaki kurtlu bakla or­taya çıkıverdi.
“Biz o mucizelere şahit olmadık ki!.”
Evet, büyük bir yanlışı ifade eden küçük bir doğru sözdü bu!.
Zaten meselenin düğüm noktası da buydu!. Müslümanlar bu mucizelere şahit olmamışlardı ki!.
Bu mucizelere şahit olsalar, yaşadığımız dünyaya ve dünya yaşantısına böyle mi bakarlardı?
Bu mucizelere şahit olsalar, çağdaş Nemrutları güç ve kudret sahibi görürler miydi?
Bu mucizelere şahit olsalar, çağdaş firavunlardan korkarlar mıydı?
Bu mucizelere şahit olsalar, Allah'ın yardımını muğlak, Allah'ın yardımını uzak görürler miydi?
Kızıldenizin yanlışını ve firavun ordusunun suda boğuluşunu bizzat görselerdi, yaşadığımız çağda dim­dik ayağa kalkarak “Ey insanlar, ey müslümanlar”. Al­lah'a isyan eden bu çağdaş firavunlardan hiç korkmayın. Biz bunlar gibi firavunların, bunlar gibi müstekbirierin
İlahi kudret karşısında bir hiç olduklarını ve suların arasında bir çöp gibi savrulduklarını gördük demez­ler miydi?
İyi ama söyleyin bana, bu mucizelere şahit olmaları için illa ki o dönem­lerde mi yaşamaları lazımdı?
Bizlere bütün bu mucizeleri hak ve doğrunun gerçek sahibi olan şanı yüce Rabbimizin bildirmesi yet­miyor mu?
Bütün bu mucizelerin İlahi kelamda yer alması, bu mucizeleri bizzat görmüş, bizzat yaşamış gibi iman et­memize yeterli değil mi?
Bir mü'min için, bu mucizelere bizzat şahit olmak ile bu mucizelerin Allah tarafından bildirilmesi arasında Önemli bir fark var mıdır?
Alemlerin Rabbi olan Allah'ın varlığına ve birliğine hiç kuşkusuz şahadet ettiğimiz gibi, Rabbimizin bildirdiği bu mucizelere de hiç kuşkusuz şahadet etmemiz ve bu şahadeti yaşamtşçasına hissetmemiz gerekmez mi?
Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu mucizeler, bizler için bir hikaye, bir Dede Korkut masalı mı?
Bütün bu mucizelerin bizlere İlahi kelamla bildiril­mesi, bu mucizeleri yaşamışçasına iman etmemiz ve bu imanla doğrulmamız için değil mi?
O halde ne oluyor? . .
Nedir bu iman kaybı, nedir bu iman kayması!.
Ve neden, neden çalmıyor kapıların zilleri ve neden açılmıyor kapılar!.
Yoksa siz de, siz de duymuyor musunuz bu acemi çırağın zil sesini!.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Selamünaleyküm Yusuf kardeşimiz...

Hayat imtihanı öyle çeldiricilerle dolu ki ,bazen gerçekleri göremiyor ; yanlış yapa yapa , o yanlışlarımızı artık doğru olarak kabul ediyoruz.
Rabbim razı olsun sizden ,paylaştığınız kısa yazılarla bizlerin silkinmesine vesile ouyorsunuz.


Naçizane bir önerim olacak .
Yazılarınızı düzenli takip eden kardeşlerinizden biriyim.
Edebiyat bölümünde paylaştığınız bu kısa yazıları tek başlık altında toplarsanız , düzenli takipçileriniz için ulaşması ve okuması daha kolay olur düşüncesindeyim.
Zira tek başlık olursa mutlaka o sayfayı ziyeret eder , yeni eklemeler yapmış olduğunuzu hemen farkederiz.
Bu şekilde farklı başlıklar altında olduğunda gözden kaçırabilir ya da geç farkedebiliriz.

Bu cümlelerim sadece bir öneri değerli kardeşimiz,elbette düşüncemde hatalı da olabilirim.
Eminim ki , Siz mutlaka en doğru ve uygun olan ne ise o şekilde paylaşımınıza devam edeceksinizdir.

Hayırlı geceler dilerim.
Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Bu mucizelere şahit olsalar, yaşadığımız dünyaya ve dünya yaşantısına böyle mi bakarlardı?
Bu mucizelere şahit olsalar, çağdaş Nemrutları güç ve kudret sahibi görürler miydi?

Bu mucizelere şahit olsalar, çağdaş firavunlardan korkarlar mıydı?
Bu mucizelere şahit olsalar, ALLAH'ın yardımını muğlak, ALLAH'ın yardımını uzak görürler miydi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Selamünaleyküm Yusuf kardeşimiz...

Hayat imtihanı öyle çeldiricilerle dolu ki ,bazen gerçekleri göremiyor ; yanlış yapa yapa , o yanlışlarımızı artık doğru olarak kabul ediyoruz.
Rabbim razı olsun sizden ,paylaştığınız kısa yazılarla bizlerin silkinmesine vesile ouyorsunuz.


Naçizane bir önerim olacak .
Yazılarınızı düzenli takip eden kardeşlerinizden biriyim.
Edebiyat bölümünde paylaştığınız bu kısa yazıları tek başlık altında toplarsanız , düzenli takipçileriniz için ulaşması ve okuması daha kolay olur düşüncesindeyim.
Zira tek başlık olursa mutlaka o sayfayı ziyeret eder , yeni eklemeler yapmış olduğunuzu hemen farkederiz.
Bu şekilde farklı başlıklar altında olduğunda gözden kaçırabilir ya da geç farkedebiliriz.

Bu cümlelerim sadece bir öneri değerli kardeşimiz,elbette düşüncemde hatalı da olabilirim.
Eminim ki , Siz mutlaka en doğru ve uygun olan ne ise o şekilde paylaşımınıza devam edeceksinizdir.

Hayırlı geceler dilerim.
Allah Celle Celalühe emanet olunuz.

Ve Aleyküm Selam Ve Rahmetullah

Mevlam razı olsun kardeşim sizdende bizdende tüm müslüman kardeşlerimizdende inşaAllah.
Konu başlıkları farklı olduğundan ayrı düşünmüştüm ama siz önerinizde haklısın değerli kardeşim, öyle yapmam gerekiyordu,verilen mesaj neticede aynı, düzeltiyorum inşaAllah.

Hayırlı, Bereketli Ramazanlar
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Düşünmesini seven insandı.

Düşünmesini seven insandı.

Övmek veya övülmek gibi olmasın, düşünmesini se­ven bir insandı.
Her fırsatta düşünür ve düşünmekten, düşünür bir in­san olmaktan kıvanç duyardı. Etrafındaki kimseler onun değerini bilmeseler de, o kendi değerini bilir ve düşünme­yen insanlardan iltifat beklemezdi.
Düşünmeyen insanlar, düşünen insanların değerini nereden bileceklerdi ki!.
Kızardı onlara, nefret ederdi düşünmeyen insanlar­dan ve sık sık ikaz ederek uyarmak isterdi onları.,
“Neden düşünmüyorsun?”
“Neden düşünmüyorlar?”
Gerçi onların neden düşünmediklerini düşünmez fa­kat yine de nefret ederdi onlardan!. Çünkü kabul edebile­ceği hiçbir mazeret yoktu, Düşünmeliydi insan ve düşün­meliydi bütün insanlar. Geçenlerde dört yaşındaki çocuğu oyuncağını kaybetmiş ve çocuğuna “Düşün oğlum. Düşü­nerek bulabilirsin” demişti. Çünkü, tüm insanlar küçük yaş­ta düşünmeye başlamalıydı. Çocuk ise üç-beş dakika sonra yanına gelmiş “Baba, ben düşündüm bulamadım. Hadi benim yerime sen düşün de bul!” demişti.
Çok sinirlenmişti bu cevap karşısında!.
T.C, vatandaşlarındaki yaygın hastalık, çocuğuna da bulaşmış mıydı?
İnsan, kendi meselesini kendi düşünmeliydi!. Sizin yerinize başkaları düşünürse, kafanız dertten, sırtınız semerden kurtulabilir miydi?
Son yetmiş yıldır başkaları tarafından düşünülen T.C. vatandaşlarının durumu belliydi işte!. Kendi meselelerini kendileri düşünmeyen bu insanlar, düşünür değil, düşkün olmuşlardı.
Evden ayrılırken yorgun ve huzursuz olduğunu hisset­ti. Gece uyuyamamıştı. Uyuyamama nedenini düşününce aldığı derin nefes ile göğsü kabardı.
Düşünmeyen insanlar uyurken, o düşündüğü için uy­kusuz kalmıştı. Yolda yürürken uykusunu kaçıran meseleyi yeniden düşünmeye başladı. Çünkü bütün gece düşünme­sine rağmen bir minareye ineceği rivayet edilen Hz. İsa (a.s.)'ın nereye ve hangi minareye ineceğini bulamamıştı.
Bu sıradan bir mesele değildi!.
Ya ineceği minarenin kapısı kapalı olursa, minare­den nasıl inecek ve nasıl dışarıya çıkacaktı?
Bu düşünülmeli ve ineceği minarenin kapısı mutlaka açık bırakılmalıydı.
Hem hangi vasıfla inecekti İsa Aleyhisselam?
Peygamber vasfıyla inse olmazdı. Çünkü son pey­gamber (s.a.v.) gönderilmişti. Son peygambere ümmet olma vasfıyla inse ne olacaktı?
Onbeş yirmi senedir makam koltuğunun yumuşaklığına alışan müftüler bu makamlardan inip, kendileri gibi(!) Ümmet-i Muhammed'den olan bir mümine tabi olacaklar mıydı?
Eee e, ne olacaktı?
“Ahh şu düşünmeyen insanlar” diye iç geçirdi. Dü­şünmeyen insanlar, düşünmezlerdi böyle önemli meselele­ri.
Çiselemeye başlayan yağmur canını sıkmıştı. “Şemsi­yeyi evde unuttum” diyecekti kendi kendine, fakat diyemedi. Çünkü kendisinin değil karısının suçuydu, karısı unut­muştu şemsiyeyi vermeyi!.
Kadın milleti değil mi düşünmezlerdi ki!.
İnsan hiç havaya bakmaz mıydı ve havayı bulutlu gö­rerek şemsiyeyi kocasına vermez miydi? Hanımının düşün­cesizliği yüzünden ıslanıyordu işte.
Otobüs durağına gelmişti.
Sıraya girdi ve otobüsün gelmesini beklemeye başla­dı. Biletlerini çıkararak ellerinde tutan sıradaki insanlara gülümseyerek baktı. Daha otobüs gelmeden biletlerini ha­zırlıyorlardı. Halbuki bilet çıkarmak bir anlık işti. Bunda acele davranmaya ne gerek vardı?
Otobüs gelince elini cüzdanına atarak ilerlemeye baş­ladı. Aksilik bu ya bileti kalmamıştı!. Otobüse attığı adımı­nı geri çekerek bilet almak için kuyruğa yöneldi. Bilet kuy­ruğunun uzunluğu sıkıntısını daha da arttırdı. “Ah şu memleketin kuyrukları” dedi içinden.
Kuyruksuz ne vardı şu memlekette?
Bayrak, bir milletin sembolü olduğuna göre bu milletin bayra­ğındaki yıldız, kuyruklu yıldız olmalı ve bu kuyruklu yıldız. kuyruklarda ömür tüketen halkı temsil etmeliydi. Bu dü­şüncesinin, kanunlara aykırı olacağı endişesiyle irkildi!. Hemen uzaklaştı bu düşünceden.
Çünkü kanunlara aykırı düşünmek istemezdi.
Bilet sırasının daha ne kadar olduğunu anlamak için önündeki şemsiyelerin altından vezneye baktı. Elindeki çantayla vezneye yaklaşan adam dikkatini çekmişti. Adam veznenin arka penceresinden parayı uzatarak bilet almıştı. “Namussuz herif” diye bağırmak istedi. Bekleyenlere hiç saygısı yoktu bu herifin. Kılık-kıyafetine bakılırsa önemli bir adamdı. “Ahh torpil ahh” dedi. Sırada beklerken, iki-üç beyefendinin daha veznenin arka penceresinden bilet al­ması derdine dert katmıştı.
Fakat ne yapabilirdi ki?
Ya bu deveyi güdecek veya bu diyardan gidecekti. Veznenin arka penceresine yaklaşan bir fabrika İşçisini görünce yüzü gülümsedi. Veznenin arka penceresinden pa­rayı uzatan fabrika işçisine gülümseyerek bakıyor ve için­den “Evladım hiç sana verirler mi? Haddini bilsene” diyordu. Yüzündeki gülümseme bir anda kayboldu Çünkü o da veznenin arka penceresinden bilet almıştı!.
Karar verdi!.
Kendisi de veznenin arka penceresine gidecek ve bi­let isteyecekti.
Vermezlerse basardı yaygarayı!.
Hadi o kelli felli adamları bir kenara bırakalım, o fab­rika işçisinden ne eksiği vardı!.
Fakat yine de sırasını kaybetmemek için arkasındaki yaşlı kadına “Şimdi geleceğim” diyerek sıradan çıktı. Sırasını garantiye almanın sevinciyle veznenin arka penceresine yanaştı. Orada oturan ve bilet satan ikinci bir memuru görünce şaşırmıştı.
“Şey.. Bilet satıyor musunuz?”
“Beyefendi burada neden oturduğumuzu sanıyorsu­nuz? Tabi ki bilet satıyoruz.”
“Yani iki vezne olarak mı çalışıyorsunuz?”
“Beyim lafı uzatma!. Ne istiyorsun?”
Biletini almış ve otobüse binmişti. Otobüs hareket ederken bilet kuyruğunda bekleyen insanlara bakarak “Ah şu düşünmeyen insanlar” dedi. Düşünmeyen bu insanlarda kuyruk hastalığı vardı. Nerede bi kuyruk görseler hemen girerlerdi.
İnsan düşünür, çevresine bakar!,
Yan tarafta bomboş vezne dururken bir veznenin önünde kuyruğa girmenin alemi ne?
Otobüs Konağa doğru ilerlerken burnuna geletı. sa­rımsak kokusundan rahatsız olmaya başlamıştı. Yanibaşında oturan adam sarımsak kokulu nefesini, nefesi kuvvetli hocalar gibi yüzüne üflüyordu. Otobüs kalabalık olmasa arka tarafa doğru ilerleyecek ve bu mis kokulu nefesten kurtulacaktı.
Yerinde kıpırdanırken sıkıntı içinde iç geçirdi!.
Peygamber (s.a.v.) sarımsak yiyen mescide gelmesin buyurmuştu. “Ne güzel buyruk” dedi kendi kendine.
Aslında otobüslere de binmemeleri lazımdı!.
Hem melekler de hoşlanmazmış bu kokudan ve uzaklaşırlarmış sarımsak yiyen kimsenin yanından. Nitekim kendisi de hoşlanmıyordu, kendisi de uzaklaşmak istiyordu bu sarımsak yiyen adamın yanından.
“Acaba ben de melek miyim?” diye bir düşünce geldi aklına!.
Ellerine baktı, burnunu kaşıdı ve “Yok canım” dedi içinden. Fakat düşünen bir insan olarak düşünmeye de devam ediyordu. Sarımsağı ve meleklerin uzaklaşmasını tek­rar düşündü. Sarımsak insanların tansiyonunu düşürüyor­du. Demek ki meleklerin uzaklaşması ve tansiyonun düşmesi arasında da bir bağlantı vardı. Kimbilir belki de melekler uzaklaştığı için tansiyon düşüyordu.
0 halde tansiyonun yükselmesi, meleklerin gelmesine apaçık bir işaretti. Uzun yıllar­dır şikayette bulunduğu yüksek tansiyonundan, ilk defa gu­rur duyduğunu hissetti.
Otobüsten inmiş, dükkana doğru ilerliyordu. Vitrin­deki bazı kitaplan görünce “Melekler ve Tansiyon” isimli bir kitap yazma isteği belirdi içinde.
Fakat kim okuyacaktı ki?
Düşünmeyen insanlar ne anlardı böylesine ciddi meselelerden!.
Bunları düşünürken, İsmail isimli bir müslüman gir­mişti koluna. Severdi bu müslümam ve hoşlanırdı onun konuşmalarından. Herhalde o da dükkana gidiyordu. Yol­da yürürken melekler ve tansiyon hakkındaki düşüncelerini açıkladı. İsmail hem dinliyor, hem de tebessüm ediyordu. Kendisini dinledikten sonra kendisinin anlattığı gibi ilmi bir karşılık vermemiş, fakat yüksek tansiyonda ölen bazı kafirlerin ismini zikretmişti.
Ne de olsa gençti, daha anlamazdı böyle meselelerden!.
Bir büyük olarak hoşgördü ve ısrar etmedi melekler ve tansiyon hakkındaki görüşlerinde. Sonra İsmail'i dinlemeye başladı. Anlattığına göre insan, insanın fıtri yapısı, insan fıtratının maruz kaldığı cahili müdahaleler ve insanla toplum arasındaki ilişkileri araştırıyor ve düşüncelerini bu gibi konularda yoğunlaştınyormuş. Cevap vermedi, sadece başını sallayarak aynldı İsmail'in yanından Alaylı bir tavırla bükülen dudaklarından, herkes tarafından çiğnenen kaldırımlara şu fısıltılar dökülmüştü.,
“Sanki düşünülmesi gereken başka konu yok?”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Bekleme salonu

Bekleme salonu

Kaç gündür yolda olduğunu unutmuştu.
Bitkin bir durumda olmasına rağmen, çok halsiz kal­masına rağmen, uykusuz olmasına rağmen, ayaklarını zor­la sürümesine rağmen durmak ve durdurulmak istemiyor­du. Çünkü trene yetişecekti. Çünkü trene yetişmesi lazımdı. Çünkü kutlu ve mübarek trene binmesi ve bu at­mosferden, bu zulümden, bu çirkeften kurtulması gerekti.
Tren düşüncesi aklına gelince tozlu topraklı yüzü tek­rar aydınlandı. Ayaklan tekrar çırpındı koşturmak için. Elindeki teşbihin her tanesini çekerken “Yetişmeliyim, yetişmeliyim, yetişmeliyim..” diyordu. Otları, ağaçları, taşları soğuk nefesiyle okşuyan rüzgarın uğultusunda sanki tren düdüğünü duyuyor ve bu endişeyle, bu korkuyla daha hızlı, çok daha hızlı gitmek istiyordu.
İstasyonu gördüğü zaman bütün yorgunluğunu unut­muştu. Mekke'ye giden hacıların Kabe'yi görünce nasıl heyacanlandıklarını, nasıl sevindiklerini yaşarcasına hissetti.
Yetişmişti, yetişmişti işte!..
Besmeleyle ve bildiği duaları okuyarak girdi içeriye. Bekleme salonuna girince şaşkınlığı bir kat daha arttı. Muhteşem bir bekleme salonuydu bu. Lokantalar, market­ler, kaferteryalar, yayınevleri, kasetçiler, videocular ve daha neler neler serpilmişti etrafa. Mescitlerin yanında ce­naze levazımatçısı dahi vardı. Hayretle bakındı etrafına ve hoşlanmıştı bu gördüklerinden.
“Maşallah herşey var!,” dedi kendi kendine.
Bekleme salonundaki kalabalık, trenin henüz gelme­diğini gösteriyordu. Bekleme salonundaki kalabalığa göz gezdirdi. Birçok tanıdık sima, birçok tanıdık isimle karşılaş­tı burada. Sözü dinlenir, yazısı okunur yazarlar ve konuş­macılar hep buradaydı. Müftüler, vaizler, hoca efendiler hep buradaydı. İnsanlar birbirlerinin etrafında toplanmış­lar, birbirlerini dinliyorlardı.
Bir kısmı kitap okuyor, bir kısmı kaset dinliyor, bir kısmı video seyrediyor, bir kısmı yemek yiyor, bir kısmı çay içiyor, bir kısmı uyuyor, bir kısmı hastalanıyor, bir kısmı ölüyor, bir kısmını imamlar defnederken, bir kısmını analar yeniden doğuruyordu.
Sanki başlı başına bir dünyaydı bu bekleme salonu!. İnsanların yaşadıkları ve insanların öldükleri bir dünya!..
Seçim sandıklarının içinden konuşan, gerçek yüzleri ve gerçek kimlikleri belli olmayan politikacılar, sandıktan çıkmak ve bekleme salonunda iktidara gelmek istiyorlardı. Belli başlı vaadleri, tren tarifelerinde yapacakları ucuzluk­tu. Şayet onlar iktidar olursa, henüz gelmeyen trenin bilet­leri daha ucuza satılabilecek ve herkese emzikli iki anah­tarlık verilecekti.
Yorgun olmasına rağmen henüz oturmamıştı.
Etrafı gezmeye devam ediyor ve karşılaştığı müslümanlarla selamlaşıp, selamlaştığı müslümanlarla kucaklaşıyordu. Sonra bir grup müslümanla bekleme salonunun yu­muşak koltuklarına oturdular. Konuşmaya, sohbet etmeye başladılar, Muhteşem bekleme salonuna tekrar göz gezdi­rerek bu salonu kimin yaptırdığını sordu. Fakat verilen ce­vaplar birbirine karışmıştı. “Devlet mi. Diyanet mi, Faysal mı, Zabıta mı.” dediler pek anlayamadı. “Belki de hepsi­nin bir katkısı vardır!” diye düşündü. Bu kuruluşlar hakkın­da duyduğu menfi haberleri uzaklaştırmak istedi zihninden.
Duyduğuna mı inanacaktı, yoksa gördüğüne mi?
Adamların yaptıklan meydandaydı işte!.
İnsanların, özellikle müslümanların nankörlük yapma­maları gerekirdi. Adamcağızlar bunu yapmasalar bunca insan nerede bekleyecekti? Yağmurdan, soğuktan nasıl ko­runacaklar ve çeşitli ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklardı? Söz konusu kuruluşların yaptıklarını tekrar gözden geçire­rek onları şükran duygularıyla yadetmek istedi.
Çaylar birbiri arkasına geliyor ve sohbetler koyulaşıyordu. Mevcut ortamdan şikayet eden, nefret eden gözler, söz trene geldiği zaman umudla parlıyor, parıldıyordu. Herkes bu treni bekliyor ve herkes bu trenle umudlanıyordu.
Bazılarının “Hak”, bazılarının “Adalet”, bazılarının “İs­lam” dedikleri bu mübarek tren kutsal yükü ile gelecek ve onları kurtaracaktı!.
Sohbeti dinlerken, sohbete katılırken bir kulağı hep trendeydi. Ufacık bohçası elinin altında hazır duruyor ve tren düdüğünü du­yar duymaz kalkmaya hazır bir vaziyette bekliyordu. Sohbet uzamasına ve hayli vakit geçmesine rağmen henüz tren gelmemişti. Sanki bir suç işliyormuş gibi usulca sordu etrafındakilere.
“Tren ne zaman gelecek?”
Bütün gözler kendisine çevrilmişti!
Sanki imanından kuşku duyulan bir müslüman duru­muna düşmüştü. Sözü dinlenir kişiler, iman esaslarından bahsediyor gibi kendilerinden emin bir sesle konuşmaya başladılar.
“Az kaldı kardeşim, sakın endişelenme!”
“Gelecek elbet, gelecek. Bunca insan boşuna mı bekliyor?”
“Neden sordunuz ki, yoksa kuşkunuz mu var?”
Tabi ki kuşkusu yoktu!. Burası istasyon olduğuna göre tren elbetteki gelecekti. Ne var ki beklemekten ve bitmeyen sohbetlerden sıkılmaya başlamıştı. Treni yolda görme umuduyla bekleme salonundan dışarıya çıktı.
Dışarıda kimsecikler yoktur.
Tabi ki bunu da pek yadırgamadı. Rahat ve geniş olan bekleme salonundan neden dışarıya çıksınlar ve ne­den üşüsünler, neden üşütsünler ki!.
Trenin hangi taraftan geleceğini anlayabilmek için demiryolunu ve levhaları aradı gözleri. Bekleme salonunun dört bir yanını dolaşmasına rağmen ne demiryoluyla, ne de levhalarla karşılaşmıştı. Her taraf otluk, her taraf taşlıktı!. Bir daha, bir daha dolaştı.
Fakat yoktu, yoktu aradıkları!..
Ameliyatta iki bacağı birden kesilen ve bu durumdan habersiz olarak kendisine gelen hastanın duyduğu dehşeti yaşadı.
Ayakları yoktu!
Yürüyeceği, koşacağı ve istediği yere gidebileceği ayakları yoktu!. Ayaklarını arayan gözleri, ayak boşluktarına takılıp kalmıştı!.
Evet, yoktu, raylar yoktu!
Raylar döşenmemişti!
Kutsal treni omuzlayacak, sırtında taşıyacak raylar yoktu. Yol yoktu, yöntem yoktu, yoktu olması gereken şeyler, yoktu!..
Peki tren nasıl gelecekti?
Nereden gelecekti? Kim getirecekti? Nasti getirecek­ti?
Beynini hedef tahtasına çeviren sorular, beynini delik deşik yapmıştı sanki. Beynine ve benliğine saplanan bütün sorular, sadece tek bir cevap ile kucaklaşıyordu. Duymak istemediği, yalanlamak ve uzaklaşmak istediği bu cevap, korkunç bir salgın gibi her tarafını kuşatıyor ve her tarafını ateşleyen bir haykırışla onda yankılanıyordu.,
“Tren gelmeyecek, tren gelmez, gelmez bu tren..”
Evet, bu istasyona tren gelmezdi!. Yolların belirlenmediği, yolların açılmadığı bu istasyona tren gelmezdi.
Ağlamaya başlamıştı.
Uzun bir sürede beslediği, büyüttüğü bütün umudlar gözyaşlarıyla ayrılıyordu kendisinden. “Durun, gitmeyin, beni terketmeyin” demiyordu, diyemiyordu. Haketmediği bütün umudları gönderdi kendisinden, bütün umudlarından ayrıldı.
Ekmeden biçmek istemişti!.
Başkalarının açacağı yoldan bir tren beklemişti. Her­kes aynı beklenti içindeydi. Herkes başkalarının açacağı yoldan trenin geleceğini umud ediyor ve bu trenle kurtul­mak istiyordu.
Oysa başkaları yoktu!.
Kendisinden ve kendisi gibilerden başkaları yoktu. El­leriyle işaret edecekleri ve “İşte bunlar yapacaklar, bunlar edecekler..” diyecekleri başkaları yoktu. Fakat herkes baş­kalarından bekliyor ve başkalarından umudlanıyordu.
Ama o, o anlamıştı artık!.
Kendisinin olmadığı bir yerde başkalarının olmadığı­nı, başkalarının olamayacağını anlamıştı. Kendisinden umudu yok ise başkalarından umudlanmaya hakkı olmadı­ğını çok iyi anlamıştı.
Bekleme salonundan yükselen sesler ile kendisine geldi. Gelmesi beklenen tren üzerine, gelmesi beklenen sevgili üzerine ilahiler okunuyor, marşlar söyleniyordu. Boş ve boşalmış gözlerle bekleme salonuna tekrar baktı. Bekleme salonundaki insanların duyduğu umudlardan çok uzaklaşmıştı artık. Bilet veznelerinin önündeki kuyruğa ve bu kuyrukta umudla bekleyen insanlara bilet satan tüccar­lara öfkeyle baktı.
Gelmeyecek trenin biletini satıyorlardı!.
İnsanları gerçekleşmez vaadlerle aldatıyorlar ve aldat­tıkları insanları sömürüyorlardı. Trenin gümüş üzerine se­def kakmalı maketi duvarlarda asılıydı. Trenin resimleri, maketleri gösteriliyor, isteyene birinci mevki, isteyene ikinci mevki bilet kesiliyordu.
Şimdiye kadar duymadığı, hissetmediği duygular içer­sinde bekleme salonuna girdi. Bilmem kaç yıldır umudla yazdığı dergileri, kitabları özenle yere bırakarak bunların üzerinde biraz yükseldi. Kendisine bakan ve bakmayan bü­tün insanlan işaret ederek olanca gücüyle bağırdı:
“Beklediğiniz gelmeezz!.”
Duvardaki tren maketini göstererek birşeyler anlatan­lar, anlatılanları dinleyenler, gerçekleşmez umudlarla biletleri alanlar, gerçekleşen umudlarla biletleri satanlar duy­muşlardı bu sesi.
Bekleme salonundaki insanların itikadını zedeleyen bir sesti bu!.
İtikadı zedeleyen, umudları sarsan bir sesti. Bir uğul­tu, bir homurtu yükseldi bekleme salonundan. Bu sesi duyanlar, bu sesten rahatsız olanlar, sesin geldiği tarafa yö­neldiler. Sözü dinlenir itibarlı kimseler, “Beklediğiniz gelmez” diye tekrar tekrar bağıran adamın üzerine gitmiş­ler ve adamı tekmelemeye, tartaklamaya başlamışlardı.
Diğerleri için örnek bir davranıştı bu!.
Demek ki bu sapık ile konuşmaya, bu sapığın anlat­tıklarını dinlemeye hiç gerek yoktu!. Büyüklerini izlemeye ve bu sapığı hep birlikte tartaklamaya başladılar. Karşılaştı­ğı tepkiye rağmen onun susmadığını görenler, "Ne azılı sapıkmış!" diyerek daha şiddetli saldırıyorlardı. Akıllarını, gö­nüllerini, gözlerini ve kulaklarını kapatan insanlar tekrar tekrar vurmaya devam ediyorlardı.
Gözleri ve dünyası karardı yerdeki adamın. “Bekledi­ğiniz gelmez” diyerek bir kez daha haykırdı.
Tekmelere ve tekme seslerine karışan son sözleri ise hiç duyulmadı. Kanayan ağzı, kanla karışık bir fısıltıyla kapanmıştı.
“Raylar yok ki!.”
 

ferahhfeza

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
10,922
Tepki puanı
8
Puanları
0
Yaş
46
Web Sitesi
ferahhfeza.blogcu.com
Oysa ki bu cümle, Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise “Elhamdülillah müslümanız” diyen insanları bile etkilemi­yordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamları çıkarmak ve keli­me-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay de­ğildi.



Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bü­tün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin red­dedilmesi gerekecekti.


______-Selamun aleykum yusuf hocam ..
ALLAH cc razı olsun..
akıcı ve anlaşılır bir dille yazılmış..
yeni bir yazı dizisi .. bismillah dedik başladık .. inşaALLAH hayır olur emegenize saglık olsun ...
selam ve dua ile ___________
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Oysa ki bu cümle, Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise “Elhamdülillah müslümanız” diyen insanları bile etkilemi­yordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamları çıkarmak ve keli­me-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay de­ğildi.



Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bü­tün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin red­dedilmesi gerekecekti.


______-Selamun aleykum yusuf hocam ..
ALLAH cc razı olsun..
akıcı ve anlaşılır bir dille yazılmış..
yeni bir yazı dizisi .. bismillah dedik başladık .. inşaALLAH hayır olur emegenize saglık olsun ...
selam ve dua ile ___________

Ve Aleuküm Selam Aminenur kardeşimiz
Mevla cümlemizden razı olsun inşaAllah
Okuyan gözlerinize, yorum yapan ellerinize sağlık olsun
İnşaAllah, hayırlara vesile olur
Akıcı, anlaşılır olduğu kadar yaşanır olması dileğiyle
Selam evvelde ve ahirde üzerinize olsun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Çırpınamadan Ölüyoruz

Çırpınamadan Ölüyoruz

Bir sahil şehri olan İzmir'de doğmama rağmen, de­nizle içice bir yaşantı sürdüğümü söyleyemem. Fethiye'de balıkçılık yapan kayınbiraderimin yanına gidip, onun balık­çı motoruyla üç-dört günlüğüne denize açıldığımız zaman, deniz yaşantısının kendisine özgü gerçeklerini çok daha yakından görebiliyorum.
Yalnızlığı özleyen insanlar için, balıkçı teknesiyle denize açılıp, denizde yalnız kal­mak, dünyada ve dünya yaşantısında yalnız kalmak gibi huzur verici bir şey!.
Başka insanlar arasında itilen, çekilen, sıkışan iç dün­yanızın, tüm genişliği ile yayıldığını ve kendinizle başbaşa kaldığınızı hissediyorsunuz. Toplumun arasındayken “Biz ve Allah” şeklindeki düşünceleriniz, böyle bir yalnızlıkta “Ben ve Allah” sadeliğine ulaşıyor.
İç dünyanıza genişlik veren huzuru tek başınıza yaşa­dığınız gibi, korku ve tehlikeyi de tek başınıza yaşıyorsunuz. Rüzgar çıkıp, deniz öfkelenmeye başladığı zaman, bu öfkeye öfkeyle karşılık veremiyorsunuz. Engin denizler üzerinde yüzen teknenizi, küçük bir fındık kabuğu gibi gö­rüyorsunuz.
Denize başkaldırmanız “Behey koca deniz, elinden geleni ardına koyma” diyebilmeniz mümkün değil!. Yüzler­ce metre uzunluğundaki Titaniği bir sinek gibi batıran de­nizlerin heybetini inkar edemiyorsunuz.
Velhasıl denize karşı çaresiz, denize karşı güçsüz olduğunuzu biliyorsunuz. “Ben, ben” diyerek denizin karşısına çıkarabileceğiniz, denize meydan okuyabileceğiniz hiçbir şeyiniz yok!.
Karada iken size güç verdiğini hissettiğiniz ve “Ben” diyerek kastettiğiniz her şey, sıfıra inmiş, sıfırlanmıştır sanki!. Artık “Ben” derken kastettiğiniz yegane şey, kurtarıl­maya muhtaç bir biçaredir!
Yegane kurtarıcı ise, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'dır.
Ve O'na, sadece O'na yöneliyorsunuz. Engin denizler ve şiddetli fırtınalar üzerinde, sadece O'nun hakim olduğunu biliyor ve bu bilinçle “Yardım et Ya Rabbi! Yardım et Ya Rabbi!..” diyorsunuz.
Teknenin kenarına yapışan elinize bakıyorsunuz. Vü­cudunuzun bütün gücü sanki bu elinizde toplanmış ve bü­tün gücünüzle teknenin kenarına kenetlenmiş gibi. Fakat tüm benliğinizin iman ve umud ile Allah'ın yardımına kenetlenmesi ise, elinizin tekneye kenetlenmesinin çok fev­kinde.
Şayet, alemlerin Rabbi olan Allah'a kavuşmayı özleyen bir müslüman iseniz, tabi ki bunlardan farklı duygular yaşıyor­sunuz. Eliniz yine teknenin kenarını tutmasına rağmen, bu tutuşta bir ısrar veya bir tamah yok. Denize ve kabaran dalgalara bir korku ile değil, bir umud ile bakıyorsunuz.
Dalgalarlatitreşen deniz, açılıp açılmamakta tereddüt eden bir kapının titreş­mesi gibi gözüküyor gözünüze. Bu kapı bir açılsa, bir açıl­sa da, kapının arkasına geçsem, Allah ve Resulüne kavuşsam, kavuşuversem diyorsunuz.
Denizin kabaran öfkesi karşısında bizim kayınbirade­rin ise ne düşündüğünü pek bilmiyorum. Herhalde bir yandan Allah'a dua ediyor, bir yandan da tekneyi kıyıya doğru sürüyordu. Nitekim diğer balıkçı tekneleriyle beraber bir koya sığındık.
Tekneler karaya bağlandıktan sonra birer birer kara­ya çıktık. Karaya ayak basıldığı zaman, müstakim bir yere ayak basmış gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Karalarda dalga yok, fırtına yok, sallantı yok!.
Evet, tehlikeden uzak(!), ölümden uzak(!) müstakim bir yer­dir burası!.
Ölüm ve ölüm düşüncesi sanki uzaklaşmaya başla­mıştır sizden. Bu müstakim yere indikten sonra bir-iki kilometre içerde olan derme çatma bir lokantaya gittik. Sanırım bir köy lokantasıydı burası. Lokantada kamımızı doyurup, çaylarımızı içtikten sonra tekrar motorların bu­lunduğu koya doğru yola çıktık.
Ondokuz-yirmi yaşlarındaki genç bir balıkçıyla ben önden gidiyorduk. Mehtap olmadığı için arkamızdaki arkadaşlar ellerindeki denizci fenerini yakmışlar, bu ışıktan hem onlar, hem de biz faydalanıyorduk. Kumlarla kaplı sa­hilden bir süre gidecek ve oradan yamaca çıkarak motor­ların bulunduğu koya inecektik.
Yanımdaki genç, lokantadaki konuşmalarından ve hareketlerinden anladığım kadarıyla içkiye düşkün tipik bir balıkçıydı. Turistik sahillerdeki ahlaksızlıktan etkilenen ve kendisini oldukça yakışıklı zanneden bu zavallı genç ile yü­rüdüğümüz sahilde binlerce yengeç vardı. Bizleri farkediyor olacaklar ki, kendilerine yaklaştığımız zaman bütün yengeçler küçük bir kum tepesini andıran yuvalarından çı­kıyor, endişeli bir telaşla sahile doğru koşuşturuyorlardı.
Ortalık bir anda zifiri karanlık oldu!.
Arkamıza baktık, arkadaşların elindeki denizci feneri sönmüştü. Yanımdaki genç yürümeye devam edince, ben de onunla birlikte devam ettim. Gece karanlığı ve böylesi bir karanlıkta yıldızları seyretmek oldukça hoşuma giderdi. Önümüz zaten zifiri karanlık olduğu için önüme bakmaya gerek duymadan başımı havaya kaldırmış, başım havada bir süre yürüdüm. Fakat yürüdüğümüz yer genellikle düz olmasına rağmen, karanlıkta yürümek yine de bana rahat­sızlık veriyordu. Yanımdaki gençle konuşmaya başladım.
“Karanlıkta yürümek, sana da tedirginlik veriyor mu?”
“Evet abi.”
“Neden olduğunu düşündün mü?”
“I ııh”.
“İnsan, bastığı ve gittiği yeri görmüyor da ondan.”
“Evet, ondan olmalı.”
“İnsanın nereye bastığını ve nereye gittiğini görmesi, lazım değil mi?”
“Evet.”
“Yaşın kaç?”
“Ondokuz”
“Bu dünyada epey yaşamışsın. Yaşantında nereye bastığını ve nereye doğru gittiğini görüyor musun?”
“Nasıl?”
“Yani şöyle kafanı kaldırıp akibetine bakıyor ve adımlannı bu akıbete göre mi atıyorsun?”
Beni motorda namaz kılarken gördüğü için, mevzu­nun nereye geldiğini ve ne demek istediğimi anlamıştı. Kısa bir cevabı tercih etti.,
“İlerde inşaallah..”
“Bu karanlıkta ilersini nasıl görüyorsun?”
“Her şeyin bir vakti vardır abi.”
Arkamızdan bağıranları duyduğumuz zaman, yamaca çıkacağımız yeri oldukça geçmiş olduğumuzu anladık. Deli­kanlı “Tüh be, yol aynmını çok geçmişik!” dedi. Bense te­bessüm ederek “İşte karalığın tehlikesi. Yolun yanlış oldu­ğunu dönüşü mümkün olmayan bir yerde de farkedebilirdik!” dedim. Sadece “Evet” dedi. Fakat bu son söylediği eveti, sanki diliyle değil de içiyle söylemişti. Ben­se artık susmuş, onun için dua etmeyi tercih etmiştim.
Motorlarımıza bindiğimizde deniz oldukça sakinleş­mişti. Her balıkçının ağ attığı bölgeler vardı. Güneş doğmadan iki-üç saat önce bu ağları atmamız ve güneşle bir­likte toplamamız gerekiyordu.
Gerçekten zor işti şu balıkçılık.
Motorda misafir olduğum için bana pek ağır iş yük­lenmiyordu. Gerçi yüklense de yapamazdım ya!.
İşin en zevkli ve en zor tarafı, ağların toplandığı za­mandı. Ağlar denizden çekiliyor, çekiliyor,
çekiliyor, ağın içindeki balıklar güvertedeki hazneye dolduruluyordu. Güneş yükselmeye başladığı, zaman ağ toplama işi bitmiş, balık haznesi hemen hemen dolmuştu.
Balık haznesini dolduran ve birbiri üzerine yığılan ba­lıklara uzun uzun baktım.
Bu balıklar, üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan ve emperyalist müdahalelerle tuzağa düşürülen, ölüme mahkum edilen çaresiz halklar gibi gözüktü gözüme.
Üstteki balıkların hepsi çırpınıyor, çırpınabiliyordu. Çünkü üstteydiler, alttaki balıklara nazaran biraz farklı bir konumdaydılar.
Fakat ya alttakiler, ya en alttakiler!.
Asıl acınacak olanlar, altlarda, en altlarda kalanlardı. Birbiri üzerine yığılan bu alt tabakadaki balıkların, bu alt tabakadaki insanların sessiz bir haykırış ile ne söyledikleri belliydi.
“Çırpınamadan ölüyoruz Ey Ahali!..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Resmileşen Umudlar

Resmileşen Umudlar

Kendilerine cahili kamuoyunun gözlüğüyle bakan ve günümüz medyasının anlatımıyla tanımlayan müslümanlar, bu cahili tanımlama ile ciddi bir handikapa gir­mektedirler. Çünkü cihiliyenin müslüman tanımı, İslam'ı ve İslami ölçüleri asas alan bir tanım değildir. Meseleyi kendi açısından ve kendi menfaatlerine göre değerlendiren cahiliye, dünya tarihinin değişik dönem­lerinde peygamberlere ve peygamberi davetlere icabet eden müslümanlara şiddetle karşı çıkmışlardır.
Çünkü cahiliyeye göre tevhidi bir müslüman de­mek; cahiliyenin genel geçer değerlerine karşı çıkarak, cihiliyenin yerleşik düzenini tehdit eden anarşistler veya bozguncular demektir. Nitekim cihiliyenin böylesi yaklaşımlarıyla karşılaşan birçok peygamber, yeryüzünde bozgunculuk yapmak ve fesat çıkarmakla itham edilmiştir.
“Firavun kavminin önde gelenleri, dediler ki: “Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır'da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?” (Firavun) Dedi ki: “Erkek. çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakaca­ğız. Hiç şüphesiz biz, onların üzerinde kahredicileriz.”
“Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa'yı öldüreyimde o (gitsin) Rabbine yalvanp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi (yerleşik düzeninizi) değiştirmesin­den ya da yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyo­rum.”
Yeryüzündeki asıl bozguncular, asıl fesatçılar kendileri olan cahiliyenin, fesat düze­nine karşı çıkan peygamberleri ve peygamberi davete icabet eden müslümanları bu şekilde tanımlamaları tabi ki doğaldır. Çünkü ilahi gerçekleri esas alan ve bu gerçekler ışığında cahiliyeyi reddeden müslümanlar, elbetteki cihiliyenin gıpta ettiği, övdüğü veya methettiği insanlar olmayacaktır.
20. Yüzyıl cahiliyesi ise günümüz müslümanlarıni aşırı dinciler ve gerçek müslümanlar olarak iki ayrı katagoride ele almakta, aşırı dincilere şiddetli bir tepki gösterirken, cahili sistemlere entegre olan gerçek müslümanları(!) cahiliye adına kutsamaktadır.
Nitekim hem İslam'la ve hem de İslam'ın düşmanı olan cahili sistemlerle aynı anda barışık olabilmeyi becerebilen bu gerçek müslümanla, cahiliye tarafından meşru ve makbul görülmenin huzur verici keyfini yaşamaktadırlar!. Keyiflerini kaçıran yegane şey ise cahiliyenin de keyfini kaçıran şu aşırı dincilerdir!.
Kendilerine fundamantalist yani kökten dinci deni­len bu kimseler, çok değerli devlet büyüklerinin de ifade ettiği gibi terör ve anarşiden yana olan kimselerdi!. Çünkü yürürlükte olan sistemi tanımamak, bu sistemin kanunlarına saygı duymamak ve legal anlayışları reddederek ilegal anlayışlara, ilegal umudlara, ilegal beklenti­lere sahip olmak, terör ve anarşinin ta kendisi idi!.
Allah'a şükürler olsun ki, değerli devlet büyükleri kendilerini tanıyorlar ve kendileri gibi gerçek müslümanları bu aşın dincilerle aynı kefeye koymuyorlardı!.
Gerçi bu aşırı dincileri, bu radikalleri, yaşadığımız coğrafyada fazlaca büyütmeye, fazlaca önemsemeye de pek gerek yoktu!. Çünkü en ilerici İslam ülkesi olan Türkiye'de, böylesi tutucu eğilimler pek rağbet görmemiş ve marjinal kal­maktan çekinen birçok radikal, ilegal anlayışları bir ke­nara bırakarak legal anlayışlara transfer olmuşlardı!.
Evet, ne yazık ki doğruydu bütün bunlar!.
Peygamberlerin ve peygamberi davete tabi olan müslümanların hiç ka'le almadıkları, hiç önemseme­dikleri cahili ithamlar, günümüzdeki birçok müslüman tarafından önemsenmeye başlanmış ve bu müslümanları cahiliyenin meşru ve makbul gördüğü legal bir zemine doğru kaydırmıştı!.
Bir zamanlar ilegal arayışlara, ilegal umudlara sa­hip oldukları için cahili sistemler ve cahili kamuoyu ta­rafından ayrılıkçı anarşistler olarak tanımlanan bu kim­seler, artık cahiliyenin meşru ve makbul gördüğü legal bir düzlemde, legal umudlara sahip kimseler durumuna gelmişlerdir.
Ehhh, hiç de fena değildir hani!.
Kur'an-ı Kerimin kendilerine yüklediği toplumsal sorumluluğu, İslam davasının taşaron partilerine havale etmekle kuşlar gibi hafiflediklerini hissetmişlerdir!.
Artık vakitleri boldur ve her geçen gün daha da ar­tan dünyalık ihtiyaçlarını giderebilmek için rahat rahat çalışabileceklerdir!.
Çünkü yüce İslam davası, emin ve legal ellerdi artık!.
Evet, İslam'ın gerçek davetçileri olmaları gereken birçok muvahhid, kemiyet oluşturan kitleleri keyfiyete davet edeceklerine, kendi keyfiyetlerini yitirerek söz konusu kemiyetlere dahil olmuşlardır!. Artık söz konusu legal düzlemlerde ve legal mücadele sahalarında, daha çok insana hitap edecekler, daha çok insanı peşlerinden sürükleyeceklerdir!.
Neden böyle yaptılar, niye böyle bir tercihte bulundular diyerek fazlaca düşünmenize gerek yoktur. Bu tercihin kökeninde, demokrasiyi bir değer olarak kabul etmek ve değerli kabul edilen demokrasiyi İslam'ın önüne geçirmek vardır. Çünkü hakkı esas alan İslami yaklaşıma göre keyfiyete değer verilip, keyfiyet öncelenirken; çoğunluğu esas alan demokrasiye ve demokratik yaklaşımlara göre ke­miyete değer verilmekte ve kemiyet önçelenmektedir.
Demokrasi için önemli olan hakkın değil, halkın desteğidir. Demokratik yaklaşımlarda halkın genel eğilimleri dikkate alınmakta ve çoğunluğun tercih ettiği veya çoğunluğa tercih ettirilen bütün eğilimler {apaçık birer saçmalık da olsa) birer değer olarak kabul edilmek­tedir.
Nitekim halkın eğilimlerine halktan fazla sahip çıkan günümüzdeki politikacıların belli bir çerçevede demokrasiye sarılmalarının ve demokrasiyi savunma­larının kökeninde, topluma vaziyet etmeyi amaçlayan bu politikacılar için demokrasinin oldukça kolay bir yöntem olmasıdır. Çünkü bu politikacılar için önemli olan toplumu geliştirmek veya toplumu değiştirmek değil, söz konusu toplumun genel eğilimlerini savunarak çoğunluğun desteğini almak ve kendilerine bedavaya gelen bu destek ile yönetim koltuğuna veya daha doğru bir deyişle halkın demokratik semerine oturmaktır. Dolayısıyla demokrasi, herhangi bir toplumu geliştirmeyi veya herhangi bir toplumu değiştirmeyi değil, söz konu­su.toplumu bulunduğu hal üzere gütmeyi hedef alan bir yöntemdir.
Peki ya müslümanlar, müslümanların da hedefi bu mu olmalıydı!.
Bütün müslümanlara örnek olması gereken Efen­dimiz (s.a.v.), insanları batıl üzere gütmeyi mi, yoksa hak üzere değiştirmeyi mi hedef almıştı?
Tüm müslümanlardan ortak bir cevap geliyor.,
“Hak üzere değiştirmeyi.”
Peki, Resulullah (s.a.v.)'in bu hedefteki yöntemi neydi? Kur'an-ı Kerim, Efendimiz (s.a.v.)'e nasıl bir yol, nasıl bir yöntem vazetmişti?
Bu yöntemde önce kemiyet sonra keyfiyet mi esas alınmıştı?
Yine ortak bir cevap.
“Elbetteki hayır!.”
Bütün peygamberler için önemli ve öncelikli olan husus kemiyet değil, keyfiyet idi. Nitekim dünya tarihin­de kemiyete ulaşamamış birçok peygamber olmasına rağmen, keyfiyetsiz tek bir peygamber yoktu. Çünkü bütün peygamberler ve bütün müslümanlar, İlahi tak­dir olan kemiyetten değil, kendi insiyatiflerindeki keyfiyet­lerinden sorulacaklardı.
Şanı yüce Rabbimiz müslümanlara kaç Kişi olduklarını değil, önemle ve öncelikle nasıl olduklarını sora­caktı.
O halde, “Önce kemiyet, sonra keyfiyet!.” diyerek, cahili bir kemiyetin desteğiyle Rabbani bir keyfiyeti sağlayacak­larını zanneden bu şaşkınlar kimdir?
Peygamberlerin mucizelerle bile gerçekleştire­medikleri toplumsal değişimi, küfri bir zemin üzerinde duran iktidar koltuğuna oturarak gerçekleştirebileceklerini zannedenler, nasıl bir politik büyünün tesirindedirler?
“Sivrisinekleri tek tek öldürerek başa çıkamayız. Bataklığı kurutmamız gerekir” dedikten sonra, bataklığın göbeğine atlayan bu kahramanlar kimdir?
Söz konusu bataklığı insan eşleriyle mi, müslüman cesetleriyle mi kurutacaklar?
Bataklık denilen musibet küfür sistemi ise, bu sistemin prensiplerini meşru görerek ve bu sis­temle entegre olarak, bu kahrolası bataklığa girmiş ol­muyorlar mı?
Bataklık denilen musibet küfür sisteminin ta kendi­si ise, halkın umudlarını bu sisteme ve sistem içi alterna­tiflere kanalize ederek, halkın umudlarını legal leşti re rek, legal olan bu bataklığı sulamış, bu bataklığı beslemiş ol­muyorlar mı?
Oysa, halkın umudlarını ve halkın katılımını bu küfür sis­temiyle hiçbir entegrasyona girmeyecek olan İslam'a yöneltmeleri ve halkı sadece hakka, sadece Allah'a da­vet etmeleri, halkın desteğini yitirecek olan bu bataklığı kurutmak, kupkuru bırakmak için en etkili ve en geçerli yol değil mi?
Ve bu rahmetli yol, bütün müslümanlara emredilen ve bütün müslümanların talip olması gereken sırat-ı müstakim değil mi?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt