Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Iki fecr arasında (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Muhalefet Sorunu

Muhalefet Sorunu

Ezilen halkın sorunlarını gündeme getirmek ve bu so­runları çözümleyici tavırlar oluşturmak, hiç şüphesiz ki İslami hareketten ayrı düşünülebilecek bir şey değildir. Nite­kim cahili otoritenin yürürlükte olduğu beldelerde yaşayan tüm müslümanlar, tek kişi de olsalar, belirli bir etkinliğe ulaşan cemaat durumunda da olsalar, bu miislümanların mazlumlardan yana ve zalimlere karşı önemli tavırları bulunmaktadır. Müslümanların bu tavırları, öz ve keyfiyet olarak değişınemekle beraber, müslümanların bulundukları duruma ve içinde yaşadıkları top­lumun kültürüne göre pratik değişimler gösterebilmektedir. Mesela İran coğrafyasında yaşayan müslümanlar ile Mısır coğrafyasında yaşayan müslümanların toplumsal muhalefe­te yaklaşımları farklı olduğu gibi, kazanımları da farklı ol­muştur.
Bizlere örnek veya ibret olması için bu iki ayrı vakıa­nın aynı düzlemde veya sadece sonuçlarına göre değerlendirilmesi, hiç şüphesiz ki sağlıklı bir değerlendirme olma­yacaktır. Çünkü birbirinden ayrı, birbirinden farklı vakıalardır bunlar. Nitekim Mısır ve İran toplumlarını ken­di şartlarına göre mukayese edecek olursak, bu İki toplum arasındaki tarihi ve kültürel farklılıkları görmemiz müm­kündür.
Geniş bir tarihi perspektif içinde Sünni toplumlarda yönetime karşı dini tasdik geleneği hakim iken. Şii toplumlarda dini muhalefet geleneği hakimdir. Sünni toplum­larda uzun asırlardır devam eden dini tasdik geleneği, dini muhalefetten kaynaklanan devrimci bazı çıkışları baltaladı­ğı gibi, gayri İslami birçok uygulamanın İslam adına(i) tas­dik edilmesine neden olmuştur. Dolayısıyla Sünni coğrafyalardaki toplumsal muhalefete dini içerik kazandırmak ile, Şii coğrafyalardaki toplumsal muhalefete dini içerik ka­zandırmak birbirinden oldukça farklı şeylerdir. Sünni coğ­rafyalarda yaşayan devrimci rnüslümanlar için başlı başına bir engel teşkil eden ve yıkılması gereken bu geleneksel yaklaşım. Şii coğrafyalarda yaşayan devrimci rnüslümanlar için yıkılması gereken bir köstek değil, beslenmesi gere­ken bir destek niteliğindedir. Nitekim İran İslam Devrimi asırlardır bünyesinde taşıdığı dini muhalefet geleneğinden yeterince faydalanmış, toplumsal muhalefete sağlıklı bir şe­kilde eğilerek bu muhalefeti, İslami harekete hız ve ivme katan dini içerikli bir potansiyel haline getirmiştir. Hatta ve hatta İslam'la alakası olmayan Halkın Mücahidlerinin muhalefetini dahi, dini içerikli aynı muhalefet çatısı altında toplayabilmiştir.
Mısır'da ise aynı sonuçlan, aynı kazanımları görme­miz mümkün değildir. Bunun bir nedeni sözünü ettiğimiz kültürel farklılıklar, bir diğer nedeni de Mısırlı müslümanla­rın toplumsal sorunlara ve bu sorunların çözümüne yöne­lirken bazı yanılgılara düşmeleridir. Ancak sonuçlan ne olursa olsun, evrensel düzlemdeki bu iki vakıadan, da ör­nek ve ibret almamız gereken yönler vardır.
Meseleyi Sünni kültürün ve ananelerin genellikle yü­rürlükte olduğu Türkiye coğrafyasına göre değerlendirecek olursak, toplumsal muhalefetin genel düzlemde dini İçerikli bir muhalefet haline getirilmesinde karşılaşabileceğimiz güçlükleri görmemiz zor değildir. Dolayısıyla bu meselenin genel düzlemde çözümünden önce, genele açılabilecek kıs­mi düzlemlerdeki çözümleri üzerinde yoğunlaşmamız gere­kecektir.
Türkiye coğrafyasındaki eğitim, sağlık, işsizlik ve pa­halılık gibi sorunlar, bu coğrafyadaki mazlum insanların önemli sorunlarıdır. Nitekim geniş halk kitlelerinde yaşa­nan bu sorunlar, bu halk kitlelerinde önemli bir muhalefet potansiyeli meydana getirmiştir. Ne var ki ortak sorunlar­dan kaynaklanan bu geniş muhalefet, sisteme karşı ortak bir tepkiye dönüşmemiş ve dünya istikbarının müdahalesi ile kendi aralarında yüzlerce parçaya, yüzlerce gruba bö­lünmüştür. Bütün bu gruplar, zulmün varlığını kabul ve tas­dik etmekle beraber, zulmün nereden kaynaklandığı ve çö­zümünün ne olacağı noktasında birbirinden farklı görüşler ileri sürebilmektedirler.
İşte böylesi bir durumda mazlumlardan yana ve za­limlere karşı ortak bir tavır belirleyecek olan müslümanların, toplumdaki bütün muhalif grupların durumlarını dikka­te alarak kendilerini bu muhalif gruplardan ayrı ve bu muhalif grupların fevkinde tanımlamaları gerekir. Çünkü müslümanların muhalefeti, diğer muhalif gruplarda genel geçer olan sosyal veya ekonomik nedenlere dayanan bir muhalefet değildir.
Şayet herhangi bir İslami hareket, sosyal veya ekonomik zulme muhalefeti esas alarak varolmaya ve gelişmeye çalışırsa, belki belli bir dönem hız­lı bir gelişim gösterebilir. Fakat böyle bir hareketin bulun­duğu coğrafyada sosyal ve ekonomik zulmün dozajı, hare­kete nisbet edilemeyecek farklı nedenlerle azaldıkça, bu hareketin potansiyeli düşerek pelteleşme fazlalaşacak ve hareketin insiyatifi, muhalefeti yumuşatma yularına sahip olan zalimlerin eline geçecektir.
Oysa müslümanların küfri sistemlere karşı muhalefet ve mücadeleleri, öncelikle ve özellikle hakkı esas almaktadır. Mazlumdan yana olmamız, mazlumdan önce Allah'tan yana olmamızın bir neticesidir. Zalimlere olan muhalefeti­miz de. onların insana veya insan emeğine karşı çıkmala­rından önce, hakka ve hak ölçülere karşı çıktıkları içindir. Dolayısıyie mazlumlardan yana ve zalimlere karşı olan ta­vırlarımız, sadece ve sadece Allah için göstermemiz gere­ken tavırlardır. Nitekim besmeleyle başlayan muhalefet ve mücadelemiz, besmelede ifade edildiği gibi Allah'ın adıyla ve Allah'ın adına yapılan bir mücadeledir.
Mazlumlardan yana ve zalimlere karşı bir tavır belir­leyecek olan müslümanlar, diğer muhalif gruplardan farklı böyle bir tavır geliştireceklerdir. Haktan uzaklaşan zalim işverenleri bonkörlüğe veya hakkı bilmeyen mazlumları is­yana davet etmenin, hakka yakın bir neticesi olmayacak­tır. Her türlü zulmün, haktan uzaklaşmanın bir neticesi ol­duğunu bilerek, teşhisi bu istikamette yapmamız ve yegane tedavinin de hakta olduğuna inanarak, zalimleri ve mazlumları inandığımız bu hakka davet etmemiz gereke­cektir.
Hakka davet, hiç şüphesiz ki batıla karşı duyarsız veya suskun olan bir davet değildir. Hakkı açıklamak ve İnsanları hakka da­vet etmekle yükümlü olan müslümanlar, yaşadıkları coğraf­yalarda zalim zihniyetleri ve bu zihniyetlerin toplumsal düz­lemdeki zulümlerini de açıklamakla yükümlüdürler.
Dolayısıyie bu meselelerin İslami bir duyarlılık ile gün­deme getirilmesi ve hakka dayalı sağlıklı bir yorumla halka yansıtılması gerekmektedir.
Zulmün tesbit ve teşhisinde, şahıslar, partiler veya devletler üzerinde durulursa, bu anlatıma kulak veren insanlarda şahıslara, partilere veya devletlere karşı belirli bir muhalefet meydana gelecektir. Oysa müslümanlar olarak oluşturmamız gereken muhalefe­ti, şahısların veya partilerin fevkindeki küfri zihniyetler üze­rinde yoğunlaştırmamız ve bu muhalefete, detaysız bir İsla­mi içerik kazandırmamız gerekir.
Toplumsal muhalefete dini içerik kazandırabilmek için günümüzde sık sık gündeme gelen M. Kemal aleyhtarı bazı aşın yönelişler, İslam adına tartışılması gereken yöne­lişlerdir. Hepimiz biliyoruz ki İslam, küfri şahıslardan ziya­de, küfri zihniyetlere karşı tavır göstermekte ve bu zihni­yetlere karşı savaş açmaktadır.
Ayrıca özenle dikkate almamız gereken diğer önemli husus; diğer beşeri hareketlerden farklı olan İslami hareket, batıla muhalefetten veya batıla nefretten ziyade, hak­ka muhabbet temeline dayanan bir harekettir. İnsanları cezbedecek gerçeklere ve güzelliklere sahip olmayan beşe­ri hareketler, genel olarak muhalefet temeline dayanırlar ve hareket potansiyelini muhalefetin bu nefretinden kaza­nırlar. İslami hareketin kalkış noktasında ise nefret değil, muhabbet bulunmaktadır.
Müslümanların hakka karşı muhabbet, batıla karşı nefret duydukları açık bir gerçektir. Ancak hakka olan muhabbet, batıla olan nefretten değil; batıla olan nefret, hak­ka olan muhabbetten kaynaklanır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'i genel bir perspektifte dikkate alacak olursak, İlahi vahyin gündemini batıldan ziyade hak oluşturmaktadır. İla­hi vahiy insanları hakka ve hakkın güzelliğine davet et­mekte, bu davetin bir gereği olarak batılı reddetmelerini istemektedir.
Mesela Mekke döneminde nazil olan ayet-i kerime­lerde Lat ve Uzza uzun uzadıya anlatılmamış, İslami hareketin temelini bu putlara duyulan nefret değil, Allah'a du­yulan muhabbet oluşturmuştur. Nitekim Mekke müşriklerinin dehşetli işkenceleriyle karşılaşan yiğit müslümanların direnme gücü, Lat veya Uzza'ya nefretten ziya­de, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a muhabbetten kay­naklanıyordu.
Toplumsal muhalefete dini içerik kazandırma mesele­sinde, bütün bunların dikkate alınması gerekecektir. Hal­kın ve özellikle mazlumların yaşadığı sorunlar bu dikkatle gündeme gelecek ve hakkı esas alan yorumlarla insanlara yansıtılacaktır.
Bu sorunlara, bu sorunlardan kaynaklanan muhalefet potansiyeline ve bu sorunların pratikteki çözümüne ilişkin İslami yaklaşımların belirlenmesi, oldukça hassas değerlendirilmesi ge­reken bir konudur. Toplumsal muhalefeti kendi içeriği ile kullanmaya kalkışmak ve halkın yaşadığı sorunları, hakka göre değil halka göre çözümleyici tavırlara yönelmek, hiç şüpheniz olmasın ki başlı başına bir sapma, bir sapkınlık olacaktır.
Yaşadığımız coğrafyadaki insanların sorunları birden fazla ve çok boyutlu sorunlar ise, bu sorunlardan hangisi­ne öncelik vereceğimizi veya hangisine öncelik vermemiz gerektiğini, ancak ve ancak maslahat prensibini dikkate alarak belirleyebiliriz. Müslümanlar olarak biliyor ve iman ediyoruz ki, herhangi bir insanın uhrevi maslahatı, dünyevi maslahatından önce gelir.
Dolayısıyla İslam adına belirleyeceğimiz tavırlar, in­sanların dünyevi maslahatından önce uhrevi maslahatını gözeten tavırlar olacaktır.
Gönlümüzden geçen ve gönlümüzün istediği tavırlar, hiç şüphesiz ki bu insanların hem dünyevi ve hem de uhrevi maslahatını gözeten tavırlardır. Herhangi bir insanın kamı tok, sırtı pek olarak cennete gitmesini isteriz.
Ancak, yaşadığımız şartlarda bu ikisini bir araya getirmemiz, getirebilmemiz mümkün değil ise. herhangi bir insanın sosyal refah ile cehenneme gitmesini değil, sosyal sıkıntılar ile cennete gitmesini tercih etmek durumundayız, Çünkü öncelikli tercihimiz ve öncelikli mücadelemiz, insanların dünyevi değil, uhrevi maslahatı içindir.
İşte meseleye bu duyarlılıkla yaklaştığımız zaman, eli­mizdeki bazı imkanlarla insanların dünyevi sıkıntılarını çöz­meye çalışmamız bile mutlaka ve mutlaka uhrevi bağlantılı olacaktır. Ancak bütün mazlumları kucaklayabilecek ve bu mazlumların önemli sorunlarını pratik olarak çözebilecek
böylesi İmkanlara henüz ulaşmamış isek, öncelikli daveti­miz mazlumların uhrevi maslahatını gözetecektir. Dünyevi sorunların, uhrevi sorunların çözümlenmesiyle halledilece­ği: uhrevi kurtuluşa talip olan mazlumların, Allah'ın lutfu ve yardımıyla dünyevi kurtuluşa da nail olabilecekleri anla­tılacaktır. Nitekim İlahi vahiyde ve Resulullah (s.a.v.)'in pak sünnetinde gördüğümüz gerçek budur.
Efendimiz (s.a.v.)'in davet ve mücadelesi insanların öncelikle sosyal refah seviyelerini değil, dinlerini değiştirmeyi amaçlıyordu. İslam'ın ilk dönemlerde­ki davetini kabul eden nice müslümanın, bu daveti kabul etmekle sosyal durumları değişmemiş veya geçim sıkıntıla­rı giderilmemişti. Hatta ve hatta İlahi daveti kabul etmek­le, sosyal sıkıntılarına sıkıntı katılan birçok müslüman var­dı.
Ancak bu insanların sosyal sıkıntılara yaklaşımlarında önemli, çok önemli bir değişiklik olmuştu. Daha önceleri bellerini büken, onlara oldukça ağır gelen bu kişisel sıkıntı­lar, hafiflemişti. hafifleyivermişti sanki!.
Bu önemli değişikliğin sebebi, yaşadıkları tüm sıkıntı­lara katlanma nedenindeki değişiklikti. Daha önceleri üçbeş günlük dünya hayatı için olan bu katlanma nedeni. artık Allah için. ebedi cennet hayatı için olmuştu!.
Daha önceleri bütün bu sosyal sıkıntılara sadece ken­dileri için katlanmalarına karşın. artık tüm bir insanlık için, tüm bir insanlığın kurtuluşu için katlanıyorlardı!.
Yegane kurtuluşun Hak'ta olduğunu biliyorlar ve bu bilinçle insanları ayet ayet, sure sure Hak'ka davet ediyorlardı. İnsanları öncelikle ve özellikle mala, makama, işe veya paraya değil, ebedi cennet hayatına çağırıyorlardı. Mazlumların bu İlahi davete icabet etmeleri, sosyal sıkıntı­lardan kurtulabilmek veya herhangi bir işe girebilmek için değil. ebedi cennete girebilmek içindi!.
İlk dönem müslümanlarının genellikle ferdi olan sınıriı imkanları, İlahi daveti kabul eden bütün mazlumlara değil. İlahi daveti kabul ettiği için İşkencelerle karşılaşan ve bu iş­kencelere gösterdiği tahammül ile İlahi daveti sadece ve sadece Allah için kabul ettiğini isbat eden Bilal gibi müminlere. Bilal gibi mazlumlara ulaşabiliyordu.
Çünkü İlahi davetin tabiatında. münafıklık ve insanları münafıklığa itecek unsurlar yoktu.
Çünkü İlahi davetin tabiatında, davetin kabul edilebilmesi için, dünyevi nimetlerin bir rüşvet gibi Ön plana çıkarılması yoktu.
Allah için yapılan İlahi davet, yine Allah için, öncelikle ve özellikle Allah için kabul edilmesi gere­ken bir davetti. Müminler bu bilinçle Allah'a davet ediyor­lar, müslimler bu bilinçle davete teslim oluyorlardı.
Asr-ı saadet dönemindeki müslümanîarın daveti, müslümanların gündemi, İlahi vahyin belirlediği böyle bir gün­demdi. Dolayısıyla bu müslünıanlarda. günümüzde olduğu gibi bir gündem sapması. bir gündem sorunu yoktu.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Gündem Sorunu

Gündem Sorunu

Asr-ı saadet dönemi müslümanlarında gündem soru­nunun bulunmaması, hiç şüphesiz ki ilahi vahiyden kaynaklanan bir rahmetti. Bu dönemin tarihini Kur'an-ı Kerim'i dikkate, alarak okuyanlar, gündemi belirleyen ana unsurun İlahi vahiy olduğunu müşahade edeceklerdir. Müslümanların gündeminde peyderpey nazil olan İlahi va­hiy olduğu gibi, İslam'ı kabul etmeyen müşrik ve kafirlerin gündeminde dahi yine İlahi vahiy vardı.
Bazı şeytani sorular veya konular ile bu gündem sap­tırılmaya çalışıldığı zaman, bu gibi konulardaki İlahi vahyin ikazını dikkate alan müslümanlar, konuşulmasında ve tartı­şılmasında hayır olmayan böylesi konulara hiç girmiyorlar­dı. Netice olarak Rahmanın istediği konular konuşuluyor ve rahmetle karşılaşılıyordu.
Peki ya günümüzde, günümüzde de Rahman'ın istediği konular mı konu­şuluyor?
Müslümanların gündemini Kur'an-ı Kerim ve Kur'an-ı Kerim'deki gündem usulü, gündem gerçeği mi belirtiyor?
Günümüz müslümanlan da, Kur'an-ı Kerim'in hangi topluma, hangi meselelerle ve hangi sırayla nazil olduğunu dikkate alarak, gündemlerini bu İlahi gündem anlayışına göre mi oluşturuyorlar?
Tartışmasız hayır!. Tartışmasız diyorum, çünkü günü­müz müslümanların ne konuştukları, hangi gündemlere rağbet ettikleri meydandadır.
İyi ama neden, neden böyle oluyor? Gündem ve gündem bilinci üzerine birçok konuşmalar yapılmasına rağmen, bu gündem sapması nereden ve neden kaynaklanıyor?
Günümüz müslümanlarının gündemini, İslami bir dert ile düşünen, İslami bir dert ile birbirle­rini arayan, aynı dert ile konuşan ve bazı çevrelerce kendi­lerine sıradan(!) denilen müslümanlar oluştursaydı. hiç şüpheniz olmasın ki gündemlerimiz daha rahmetli olurdu. Fakat ne yazık ki genel gündemi bu müslümanlar oluşturmuyordu. Çünkü herhangi bir kariyeri olmayan ve sıradan telakki edilen bu samimi müslümanlar, gündemi belirleme hakkına sahip olan müslümanlar değildi. Gündemi belirleme hakkı, kendilerine yazar veya düşünür veya bilim adamı veya bilmem ne başkanı denilen kimselere aitti. Gündemi bu seçkin İnsanlar belirleyecek ve diğerleri ister yandaş olarak, ister muhalif olarak bu gündeme dahil olacaklardı!.
Nitekim öyle oluyordu işte!.
Kur'an-ı Kerim ise gündem ve gündemdeki konuların genellikle dışında tutulmaya çalışılıyordu. Çünkü bu yüce Kitab'ın, böylesi tartışmalara alet edilmemesi gerekiyor­muş!. Çünkü bu yüce Kitab, her kişiye, her anlayışa farklı mesajlar veren, farklı anlaşılabilen bir Kitab'mış!.
Lütfen kendimize gelelim, ilim ehli olmasak da insaf ehli olalım!.
Nereden çıkarıyorsunuz bütün bunları?
Kur'an-ı Kerim, hangi ciddi meselemizde bizleri farklı yaklaşımlara, farklı tavırlara davet ediyor?
Müslümanların özellikle ferdi kulluk fıkhındaki ve içtihadi konular çerçevesindeki ihtilafları, hiç şüphesiz ki müs­lümanlar için bir kolaylık, müslümanlar için bir rahmet olan ihtilaflardır. Ancak müslümanların birlik ve bütünlüğü­nü parçalayan, müslümanları birbirine düşüren, müslüman­lan emperyalizmin oyuncağı durumuna getiren siyasi ve itikadı düzlemlerdeki ihtilaflar, hoşgörüyle karşılayabileceğimiz rahmetli ve hayırlı ihtilaflar mıdır?
Soruyorum sizlere, müslümanların bu ciddi konulardaki ihtilafları başlı başına bir şer ise, bu şer Kur'an-ı Kerim'den mi kaynaklanıyor? Kur'an-ı Kerim böylesi serlere fırsat veren, fırsat ve­rebilecek bir Kitab mıdır?
Böyle bir iddia, Kur'an-ı Kerime apaçık bir iftira de­ğil midir?
Mesela bizler, Kur'an-ı Kerime yeterince vakıf olmayan, ancak gündeme getirdiğimiz konularda Kur'an-ı Kerim'in genelini ye­terince dikkate almaya çalışan müslümanlarız. Hangi ciddi konumuzu Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğüne götürdüysek, bu konularda hiçbir çelişkili yaklaşımla, hiçbir çelişkili tavırla karşılaşmadık.
Bazı istisnalara değil, genele binaen söylediğiniz “Kur'an-ı Kerim farklı anlaşılabilecek bir Kitab'tır!.” iddianı­zı isbat edebilmeniz için, müslümanların ciddi meseleleriyle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim merkezli gündeme getirdiğimiz meselelere, yine Kur'an-ı Kerim merkezli karşı çıkmanız, karşı çıkabilmeniz gerekmez mi?
Müslümanların ortak ve ciddi meselelerine ilişkin ola­rak her söylediğimize Kur'an-ı Kerim'den delil getirmememize rağmen, her söylediğimizde Kur'an-ı Kerim'i dikkate aldığımız şimdiye kadar ki söylediklerimizden hangisini Kuran merkezli tenkid edeceksiniz?
Dikkat ediniz “Tenkid edilmez veya tenkid edilemez” demiyoruz. Kur'an-ı Kerim'den değil, bizden kaynaklanan yanlışlarımız, yanılgılarımız olabilir. Ancak Kur'an-ı Ke­rime nisbet ettiğimiz bu yanlışlarımızın, bu yanılgılarımızın günyüzüne çıkarılması ve yine Kur'an-ı Kerim merkezli tenkid edilmesi gerekmez mi?
Bu mesele, sadece bizim şahsımızla ilgili bir mesele de değildir. Şayet Kur'an-ı Kerime nisbet ettiğimiz her­hangi bir yanlışımız veya yanılgımız var ise, bu yanlışı ve bu yanılgıyı paylaşan onbinlerce müslüman vardır. Kendi coğrafyanızda sizlerle birlikte yaşayan ve sizlerin kardeşi olan bunca müslümana nasıl lakayt kalabilirsiniz ki!. Mesela bizler. sizlere, siz kardeşlerimize lakayt kalmıyor, lakayt ka­lamıyoruz. Bu kitab çalışmasının muhtevasında da görüleceği gibi, Allah'ın yardımıyla bizler için bir sapkınlık konu­su olmayan birçok meseleye, bu tehlikeyle karşılaşan ve bu tehlikeye meyleden sizler, siz kardeşleniniz için değini­yoruz,
O halde sizlerin de bu müslümanları dikkate almanız, doğru bilerek tasdik ettikleri yanlış ve yanılgıları varsa uyarmanız gerekmez mi?
“Falancanın Kuran merkezli görüşlerinde yanlışlıklar olacağı gibi filancanın da Kuran merkezli görüşlerinde yanlışlıklar olabilir!.” denilerek ortalığı bulandırmak ve bu bulanıklığı demokratik bir hoşgörüyle karşılamak, müslümanca bir yaklaşım değildir.
Kur'an'ın bütünlüğünde ele alınmayan bazı ayet-i keri­melere değil. Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğüne nisbet ettiğimiz anlayışlarımız üzerinde tartışamayacaksak, bu anlayış­larımız üzerinde ortak bir noktaya gelemeyeceksek, hangi anlayışlarda ortak bir noktaya geleceğiz.
Kur'an'ı Kerim'in biraraya getiremediği bizleri, Kur'an-ı Kerim'in biraraya getiremediği müslümanları, hangi Kitab biraraya getirecek?
“Efendim, geçmişteki büyük alimler dahi bazı Kur'an-ı meselelerde ihtilaf etmişlerdir!.” diyerek meseleyi bulandır­mak isteyenlere, geçmişteki o alimlerin hangi meselelerde ihtilaf ettiklerini sormak isteriz.
O alimlerin ihtilafları, günümüzdeki ihtilaflar mıdır?
Kendilerini rahmetle andığımız o alimler günümüzde yaşasalardı, günümüz müslümanlarını birbirine düşüren böylesi ihtilaflara düşerler miydi?
Medine vesikasının günümüzdeki pratik değerini veya demokrasiye karşı müslümanca yaklaşımın ne olacağını uzun uzun tartışırlar ve ihtilafa düşerek ikiye, üçe ayrılırlar mıydı?
İslami kimliğin yeterince tanımlanmadığı, muvahhidim diyen insanlarda dahi yeterince makes bulmadığı günümüz ortamında, sistem içi değişimlerde İsliami katkının ne olacağını tartışırlar ve bu tartışmalarda ihtilafa düşerler miydi?
Zalim olmalarına rağmen gayrimüslim diyemeyeceği­miz sultanların davetine bile icabet etmeyen, bu alimler, hem zalim, hem de gayrimüslim olan günümüz müstekbirlerinin davetlerine icabet ederler, bu müstekbirlerin belirle­diği gündemlere katılmayı birer onur vesilesi kabul ederler miydi?
Günümüz müslümanlarının acil meselelerini bir kena­ra bırakıp, müstekbirlerin meselelerine çözümler ararlar mıydı?
Bütün bu soruların cevabı belli olduğu gibi. günümüz müslümanlarının genel durumu da bellidir. Hangi meselelere rağbet edildiği, hangi meselelerin konuşulduğu, müslülümanların hangi seviyede olduğunu göstermektedir.
Ellerindeki kalemi Musa'nın asası zanneden bazı ay­dınlar, ellerindeki kalem ile Kızıldenizi yararak hem müslümanları ve hem de müslüman düşmanlarını kurtarma sev­dasına kapılmışlardır!.
Bu sevda, büyük bir sevdadır!.
Bu sevda, koskoca bir toplumu kurtarma sevdasıdır!.
Böyle bir sevdanın yanında, bir insanı kurtarma, bir insanı kurtarabilme sevdası nedir ki!.
Birçok kardeşimizi de içine alan bu gündem sapması, hiç şüphesiz ki sistemin değişim ve İslamizasyon politikasıyla da ilgilidir. Hak adına yıpratılmış putları, batıl adına yıkmaya ve sistem içi değişime İslami katkılarda bulunma­ya davet edilen bazı aydınlar, bu daveti büyük bir fırsat te­lakki ettiler. Dolayısıyla bu büyük gündemlere girilmeli ve bu gündemlere İslam'ın ağırlığı konulmalıydı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Asr-ı saadet dönemin­de müslümanların ve müşriklerin gündemini İlahi vahiy oluşturuyordu. Gündemdeki sorular genellikle vahiyden kaynaklanır, İlahi vahyin sorduğu sorulara müşrikler cevap vermeye çalışırlardı.
Günümüzde ise bu durum değişmişti!.
Gündemi oluşturan sorular, genellikle müşriklerden, genellikle müstekbirlerden kaynaklanıyordu.
Sistem hakkında, devlet hakkında, toplum hakkında, konsensüs hakkında sorulan, büyük sorulardı bunlar!.
Diyeceksiniz ki “"Ne sorulursa sorulsun. Mühim olan bunlara İslami cevabın verilmesi ve insanların İslam'a cezbedilmesidiri.”
Oysa mesele bu kadar basit değildir. Asıl itibariyle müstekbirlerden falan değil, şeytandan kaynaklanan bu gibi sorular, şeytani amaçlar güden sorulardır. Rabbani yaklaşıma göre muhatap alınmaması ve gündem oluşturmaması gereken bu gibi sorular, müslümanların hedefini ve gündemini saptırıcı sorulardır. Ayrıca bu gibi sorulara. günümüz insanlarını tatmin edebilecek nakli ve akli cevap­lar verebilmek de mümkün değildir. Daha açık bir ifadeyle bu gibi sorulardan kaynaklanan gündemler, günümüz müslümanlarının başarılı olabilecekleri ve rahmetli neticeler elde edebilecekleri gündemler değildir.
Çünkü, beşeri ideolojilerde bile herhangi bir teorinin pratik geçerliliği önemli olduğu gibi, İslami hükümlerin de pratik geçerliliği önemlidir. Pratik geçerliliği olmayan bir hüküm, teoride ne kadar kulağa veya kalbe hoş gelirse gelsin, pra­tik düzlemde gayet rahat eleştirilecek, gayet rahat çürütü­lecek bir hükümdür. Zaten şeytan aleyhillanenin bazı İsla­mi hükümlere karşı yegane başarısı ve bu hükümler karşısında direnebilmesi, İslami hükmün teorisi ve pratiği arasındaki bu boşluktan kaynaklanmaktadır. İslami hük­mün teorisi ile pratik geçerliliği arasında bîr boşluk var İse, bu boşluk şeytan aleyhillanenin gayet rahat kullandığı, kul­lanabildiği bir boşluktur. Oysa İslam'ın gündem anlayışın­da, teori ve pratik arasında böyle bir boşluk yoktur. Gün­deme getirilen hükümler, pratik geçerliliği olan yaşanabilir hükümlerdir.
Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen evrensel birçok hük­mün, sünnet-i seniyedeki pratik karşılığı evrensel değildir. Resulullah (s.a.v.) herhangi bir evrensel hükmü pratiğe ge­çireceği zaman, nasıl ki yaşanılan şartları ve İslam'ın mas­lahatını dikkate almışsa; günümüz alimleri de herhangi bir evrensel hükmü pratiğe geçirecekleri zaman, günümüz şartlarını ve Resulullah (s.a.v.)'in bir hükmü pratiğe geçirir­ken kullandığı metodu, diğer bir ifadeyle Nebevi usulü dikkate alacaklardır. Müslümanlarla veya İslam toplumuyla il­gili evrensel hükümlerin pratiğe geçirilmesinde de, yine bu müslümanların ve İslam toplumunun durumu dikkate alın­maktadır.
Ancak şu hususun altını önemle çizelim ki, İslam'ın toplumla veya sistemle İlgili evrensel hüküm­leri, her topluma, her sisteme angaje edilebilecek veya her toplumda, her sistemde pratik karşılığını bulabilecek hü­kümler değildir. Bu evrensel hükümleri pratiğe geçirebile­cek olan toplumlar, hangi zaman diliminde ve hangi şartlarda yaşıyor olurlarsa olsunlar, hak üzere olan toplumlardır. Hak hükümlere muhatap olmanın ve bu hü­kümleri pratiğe geçirmenin kaçınılmaz şartı, hak üzere ol­maktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Gündem Sorunu devamı

Gündem Sorunu devamı

İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, büyük gün­demlere giren bazı arkadaşlarımızın karşılaşacakları çıkmaz açıklık kazanmaktadır. Bu arkadaşlarımız sistem veya top­lum konusunda hangi projeyi hazırlarlarsa hazırlasınlar, kendilerinden bu projenin pratik geçerliliği istenecektir.
Peki bunu nasıl sağlayacaklardır?
İçinde yaşadığımız toplumun nasıl bir toplum, siste­min nasıl bir sistem olduğunu realist'olarak tanımladıkları zaman. İslam'ın toplum veya sistem hakkındaki hükümleri­nin pratiğini nasıl ve neye göre belirleyeceklerdir?
İslami hükümlerden taviz vermedikleri zaman, bu hü­kümler çerçevesinde hazırladıkları projeler, pratik geçerliliği olmayan projeler olacaktır. Böyle bir durum ise İslami hükümlerin günümüzde yaşanamayacağını iddia eden şey­tan ve dostları için, kaçınlmaz bir fırsat olacaktır. Mesela birçok çalışmalarını saygıyla karşıladığım ancak bazı görüş­lerine katılmadığım sayın Süleyman Karagülle ve arkadaş­larının hazırladığı “Adil Düzen” projesi, birçok boyuttan pratik geçerliliği olmayan bir projedir!. Çünkü İslam ahla­kını kabul etmemiş, İslam ahlakıyla ahlaklanmamış bir top­lumda, bir sistemde, bu ahlaki prensipleri temel kabul eden İslam'ın sosyal adaletiyle ilgili görüşleri, pratik geçerliliği olmayan ve istihza ile karşılanacak görüşler olacaktır. Bu projeye pratik geçerlilik sağlamak için yapılan ve yapı­lacak restoreler ise, bu projeyi asıl mecrasından çıkaracak restorelerdir. Evet, İslami hükümlerden taviz vermedikleri zaman, karşı­laşacakları durum budur. Böyle bir durumda teorik düz­lemde değil, pratik düzlemde ciddi eleştirilerle karşılaşa­caklar ve hem akli, hem de reel olan bu eleştiriler karşısında tutunamayacaklardır.
Böyle bir duruma düşmemek için realitedeki toplumu dikkate aldıkları ve söz konusu projeleri topluma göre hazırladıkları zaman, hazırlanan bu proje hakka göre değil, halka göre hazırlanan bir proje olacaktır. Kalkış noktası Hak, batış noktası halk olan bu projelere İslam adını ver­dikleri ve bu projeyi İslam adına savundukları zaman ise, gayet tabi olarak bizlerin tepkileri, bizlerin eleştirileri ile karşılaşacaklardır.
Böyle bir duruma düşmemek, hiç şüphesiz ki İslam'ın hikmetli gündem anlayışına bağlı kalmamızla mümkündür. Sistem, toplum ve devlet hakkında elbetteki ciddi araştırmalarımız, ciddi çalışmalarımız olacaktır. Ancak bu çalışma ve araştırmalarımız, özel gündemlerde konuşabileceğimiz, özel gündemlerde tartışa­bileceğimiz araştırmalardır. Bu konuları müslümanların ge­nel gündemine getirmek ve bunun da ötesinde bir toplum düzleminde tartışmaya açmak, İlahi vahyin gündem anlayı­şına sadık kalan müslümanların yapabilecekleri bir şey de­ğildir.
Ayrıca kendimizi, müstekbirlerin gözüyle görüp, onların gözüyle tanım­lama yanılgısına da düşmememiz gerekir. Günümüz müstekbirlerinin İslam adına önemsedikleri ve ön plana çıkar­dıkları nice şeyler vardır ki, bütün bunlann İslam adına böylesi bir önemi yoktur. Yine bu müstekbirlerin hiç önemsemedikleri, önemser gözükmedikleri ve istihza ile karşıladıkları öyle şeyler vardır ki, bunlar İslam adına ger­çekten önemli şeylerdir.
Mesela bu müstekbirlerin beni İslam adîna önemse­mesi ve bana müslümanlar adına konuşma yetkisi vermesi, beni önemli ve müslümanlar adına konuşabilecek birisi du­rumuna getirmez. İslam adına konuşmak ile müslümanlar adına konuşmak, hiç şüphesiz ki birbirinden ayrı şeylerdir. Her müslüman gibi ben de, bildiğim ve İlahi vahyin reh­berliğinde mutmain olduğum konularda İslam adına konu­şabilirim.
Ancak müslümanlar adına konuşmak ayrı şeydir!.
Benim müslümanlar adına konuşabilmem ve konuş­tuklarımın bir önemi, bir bağlayıcılığı olması için. benim bu müslümanlara vaziyet eden birisi olmam gerekir. “Yürü­yün” dediğim zaman, bu emir sadece beni bağlayacak ise, ben sadece kendi adıma konuşurum. Böyle bir durumda müslümanlar adına konuşmam, konuştuklarım doğru olsa bile abes bir konuşma olur. Çünkü yaptırım gücü olan ba­tıl bir sözün, yaptırım gücü olmayan hak bir söze karşı pratik üstünlüğü vardır. Dolayısıyla müslümanlar adına ko­nuşma yetkisi, bu müslümanlara vaziyet eden ve bu yaptı­rım gücüne sahip olan kardeşlerime ait bir yetkidir. Bu kardeşlerim bile bütün müslümanlar adına değil, sadece vaziyet ettikleri müslümanlar adına konuşabilirler.
Müstekbirlerin bana veya bir başka arkadaşıma bu yetkiyi vermesi, bu yetkiyi meşrulaştırmaz. Özellikle med­ya karşısına çıkan arkadaşlarımızın bu yanılgıya düşmeme­leri, kimin adına konuştuklarına açıklık getirmeleri gerekmektedir.
Müstekbirlerin islam adına önemli gördükleri şahsi­yetler, İslam adına mutlaka önemsenecek şahsiyetler olmayacağı gibi: bu müstekbirlerin İslam adına önemsedikle­ri konular da, İslam adına mutlaka önemsenecek konular değildir. Müstekbirlerin her önemsedikleri konuda konuş­mak ve bu konularda görüşler ileri sürmek, müstekbirlerin batıl propagandalarında saç ayağı durumuna gelmektir,
Mesela konsensüs konusu, günümüz müstekbirlerinin oldukça önem verdikleri bir konudur. Uluslararası sistemin özellikle halkında müslüman olan ülkelerde oluşturmak istedikleri ve kendi insiyatiflerinde olmasına ciddi önem gösterdikleri bu konsensüs, en açık ifadesiyle bu ülkelerdeki İslami gelişmeyi baltalama ve bu ülkelerdeki şeytani sömürüye İslami yular ile İstikrar kazandırma uğraşısıdır.
Uluslararası sistemin bu konsensüs arayışına Medine vesikası ile cevap vermeye kalkışmak ve günümüz şartlarının. Medine vesikasının pratiğe konulduğu şartlara paralel­lik arzetîiğini savunmak ise. en hafif ifadesiyle düşünürlere yakışmayacak olan bir düşüncesizliktir.
Medine vesikasını tartışmaya açan ve tartışan bu ar­kadaşlarımıza göre, günümüz şartlan, Medine vesikasının pratiğe konulduğu şartlar gibiymiş!.
Türkiye'de doğup büyümeyen, Türkiye'deki müslümanların durumunu yakından bil­meyen Malezyalı bir müslüman olarak bu haberle karşılaşsam. “Maşallah Türkiye'deki kardeşlerime!. Demek ki tevhidi mücadelenin oldukça çileli yollarını katetmişler, kemiyet ve keyfiyet düzleminde bu aşamaya gelmişler, İs­lami vahdetten kaynaklanan ve bir yumruk haline gelen potansiyelleri ile böyle bir yaptırım gücüne ulaşmışlar!.” di­yerek, belki de Türkiye'ye hicret edeceğim.
Ve sormak istiyorum, Türkiye'ye hicret ettiğim zaman Medine vesikasını, Medine'deki pratik istikametinde yürürlüğe koyacak ve ülke genelinde insiyatif sahibi olacak bu yiğit müslümanlan nerede bulacağım?
Bu ciddi sorum karşısında neden gülüyorsunuz ve gü­lerek neden Cağaloğlu'nu gösteriyorsunuz ki?
Cağaloğlu'nda mı?
Peki Cağaloğlu'na gittikten ve buradaki üç-beş yazı­haneyi dolaştıktan sonra, bu iddia ve İddia sahipleri hak­kında ne düşüneceğim?
Söyleyin bana, bu durum karşısında ağlamadan, gülmeden, delirme­den Malezya'ya nasıl dönebilecek ve Malezya'daki müslümanlara ne diyeceğim?
Evet.
Lütfen kendimize gelelim!. Lütfen kurtulalım bu gülünesi durumdan ve pratik geçerliliği olan ciddi gündemler oluşturalım. Medine vesikasının pratiğe konulduğu dönem, müslümanların istikrarlı ve potansiyel bir bütünlükte oldu­ğu, müslümanların dışında kalan tüm grupların ise belli bir ayrılık ve cedelleşme içinde bulunduğu bir dönemdi. Dolayısıyle pratikteki insiyatifin genellikle müslumanlarda oldu­ğu bu Medine vesikası, müslümanlar açısından bir anlaş­ma, diğer gruplar acısından bir uzlaşma niteliğindeydi. Çünkü taviz veren ve vermek zorunda olan taraf müslü­manlar değil, diğer gruplardı. Müslümanlar. Ehl-i Kitaba veya müşriklere kendileriyle ilgili olarak velayet hakkı ver­memişler ve bunun da ötesinde onların bazı konulardaki velayetlerini üzerlerine almışlardı.
Günümüzdeki şartlar ise İslami açıdan negatif görün­tüler veren şartlardır. Dünya istikbarı birçok konuda birliğe ve potansiyel güce sahip olmasına rağmen, müslümanların durumu Medine dönemindeki fırkalara bölünmüş Ehl-i Kitab'tan farklı değildir. Böyle bir durumda Medine vesika­sının gerçekleşebilir en iyimser pratiği, nihai velayeti üzer­lerine alacak müstekbirler için bir anlaşma, müslümanlar için bir uzlaşma niteliğinde olacaktır. Tavize dayalı uzlaş­maya ise İlahi vahyin izin vermediği ve vermeyeceği bilin­mesi gereken bir gerçektir. Tavize dayalı uzlaşmaya izin verilseydi, böyle bir uzlaşma Mekke döneminde gerçekle­şirdi. Oysa konuyla ilgili ayet-i kerimelerden de anlaşılaca­ğı üzere Mekke dönemindeki müslümanlar tarafından böy­le bir uzlaşma önerisinde bulunulmadığı gibi, müşriklerin uzlaşma önerileri dahi reddedilmiştir.
Kafirlerin müslümanlar üzerinde velayet sahibi ola­mayacakları nasıl ki nakli bir gerçek ise. kafirlerin avantajlı oldukları bir durumda velayetlerini müslümanlara vermeye­cekleri de akli bir gerçektir!.
Yaşadığımız dönemde ille de bir konsensüs, bir an­laşma zemini arayışına girilecekse, bu arayışı öncelikle kendi aramızda yapalım. Kendi aramızda bir anlaşma ze­mini arayalım. Uzlaşacaksak veya taviz vereceksek, İs­lam'dan ve İslam'ın hikmetli hükümlerinden değil, kişisel düşüncelerimizden taviz vererek, kendi aramızda uzlaşa­lım. Gayrimüslimlerle uzlaşma zeminlerini ve böylesi ze­min arayışlarını bir kenara bırakarak, müslümanlarla anlaşma, müslümarlarla uzlaşma zeminleri üzerinde konuşalım.
En abartılı gündemimiz bu olsun!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Tebliğ Sorunu

Tebliğ Sorunu

Gündem ve tebliğ meselesi, yaşadığımız dönemde birbirinden ayrı telakki edilecek meseleler değildir. Tevhidin ve tevhidi davetin yaygınlaş­ması, hal ve hareketlerimizde makes bulması gereken böy­le bir dönemde, müslümanların gündemindeki en önemli madde, hakka davet olmalıdır.
Hakka davet, sadece sözlü anlatımlarla veya sadece yazılı metinler­le gerçekleştirilecek bir davet değildir. Çünkü Efendimiz (s.a.v.), çevresindeki insanlara devamlı konuşan ve onlara sadece konuşarak nasihat eden bir mübeliğ değildi. Resulullah (s.a.v.)'in çevresindeki insanlara en müşahhas, en so­mut nasihati, hal ve hareketleri idi. Bizler için en görkemli örnek olan rahmet peygamberi (s.a.v,), yaşanması gereken kulluğa, yaşadıklarıyla ve yaşantısıyla davet ediyordu.
Yaşanması gereken doğruluğa, doğrulukla. yaşanması gereken güzelliğe, güzellikle, yaşanması gereken adalete, adaletle, yaşanması gereken rahmete, merhametle davet edi­yordu!.
Evet, yaşanması gerekenlere, yaşantıyla davet etmek, bü­tün peygamberi davetlerin en belirgin özelliği idi. Fakat ne yazık ki davet etme konumunda olan bazı kimselerin anla­dığı, anlayabileceği bir şey değildir bu!. Gerçi davet edilen veya nasihata ihtiyaçları bulunan birçok müslümanın da bu konuda bilinçli olduklarını söyleyemeyiz. Çünkü bu müslü­manlar da hal ehlinden ziyade, bizler gibi hali meçhul olan söz ehlinden nasihat almayı tercih ediyorlar!.
Oysa etraflarına bakmaları, bir müslümanın bir güzel halinden, bin nasihat alma­ya çalışmaları gerekir. İnfak konusunda nasihat almaları gerekiyorsa, gücü nisbetince ve samimiyetle infakta bulu­nan bir müslümanın yanına gitmeleri ve söz konusu nasi­hati, o müslümanın halinden almaları gerekir.
Hiç şüpheniz olmasın ki, infakta bulunan o müslü­manın görünür hali ve yarım yamalak da olsa iki cümlelik samimi nasihati, infak konusundaki birçok edebi kitabtan daha faydalı olacaktır.
Tabi ki anlayana veya anlamak isteyene!.
Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine uyarak yaşanması ge­rekenlere yaşantıyla davet etmek, aynı zamanda bir kulluk borcumuzdur. Kulluğu yaşamadan kulluğa davet etmenin karşı tarafa önemli bir faydası olmayacağı gibi, bizlere de bir faydası yoktur. Mesela Allah'a kulluk hakkında çok hik­metli, çok edebi bir kitab yazsam, kulluğun gereğini yap­madıktan sonra bu kitabın bana ne faydası olacaktır? Hu­zuru mahşerde “Dünyada ne yaptın?” sorusuyla karşılaştığım zaman “İşte. kulluk hakkındaki bu kitabı yaz­dım” dersem, hiç kuşkusuz bütün mahşer halkı önünde re­zil olurum. Çünkü bu dünya yaşantısına, kulluk hakkında kitab yazmaya değil, öncelikle bu kulluğu yaşamaya gön­derildim.
Sizler de benimle aynı durumdasınız. Sizler de önce kulluğa davet etmekle değil, kulluğa icabet etmekle yükümlüsünüz. İlahi davete icabet ederek, yaşayarak yaptığı­nız davetler ise hic şüphesiz ki tesirli ve rahmetli davetler olacaktır.
Tebliğ meselesinde değinmek istediğimiz ikinci hu­sus, tebliğ esaslarının tahrif edilmemesidir, karşı tarafa tebliğ götürdüğümüz zaman, hiç kuşkusuz ki bu tebliğin makbul karşılanmasını ve kabul edilmesini isteriz. Ancak karşılaştığımız birçok durum, bu isteğimize uygun olmaya­bilir. Karşı tarafın yaklaşımları ile tebliğ esaslarımız arasın­da bir yakınlaşma değil, belirgin bir uzaklık olabilir. İşle böyle bir durumda yakınlaşmayı sağlamak için tebliğ esas­larını rütuşlamaya, restore etmeye çalışmak, yanlış bir yöneliştir.
Bu yanlışa daha ziyade topluma yönelik genel tebliğ­lerde bulunan veya batıl zihniyetlere karşı İslam'ı tanımlamak isteyen kardeşlerimiz düşüyor. Önce şunu anlamalıyız ki cahili bir toplumun genel düzleminde makul ve makbul karşılanacak İslami tebliğ yoktur. Çünkü adı üstünde, cahili ölçülere, cahili yaklaşımlara sahip olan cahili bir toplum­dur. İslami tebliğ cahili toplumun genel düzleminde günde­me gelse dahi, bu tebliğin amacı genel katılımdan ziyade özel katılımları sağlamak, hakka yakın veya hakka açık olan insanları, hakka kazandırmaktır.
Cahili toplumun genel olarak İslam'ı kabul etmesi, genel İslami tebliğlerle değil, mucizelerle bile gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla böyle bir hayale kapılarak genel İslami tebliğe toplumsal katılımı hedeflemek ve bu hedef istika­metinde çalışmak, bu arkadaşlarımızı önemli yanlışlara gö­türebilecektir, Çünkü bu gibi çalışmalar, cahili toplumdan ziyade İslami tebliğ üzerinde yapılmakta ve islami tebliğ, cahiliye tarafından kabul edilebilir bîr tebliğ durumuna geti­rilmek istenmektedir.
Tabi ki yanlıştır bu!.
Cahili veya batıl zihniyetler, İslami tebliği hiç şüphe­siz ki makul ve makbul karşılamayacaklardır. Batı toplumlarına veya batıl zihniyetlere İslam'ı makul ve makbul gös­terebilmek için İslam üzerinde yapılan değişim ve restore çalışmaları, batıl çalışmalar olacaktır. Nitekim böylesi endi­şeler ile İslami tebliği kabul edilebilir hale getirmeye çalışan bazı kardeşlerimiz, kabul edemeyeceğimiz yanlışlara düşmüşlerdir.
Oysa İslami tebliği kabul edilebilir hale getirmeye ça­lışmakla değil, tebliğe muhatap olan insanları İslami tebliği kabul edebilir hale getirmeye çalışmamız gerekir. Çünkü değişmesi gereken ve değişecek olan İslami tebliğin kendi­ne özgü keyfiyeti değil, bu tebliğe muhatap olan kişilerin zihniyetidir. İslami tebliğin karşı tarafta makes bulabilmesi için üslup ve anlatımımızı değiştirebiliriz.
Ancak anlatımı değiştirmek ile, anlatılanı değiştirmek birbirinden ayrı şeylerdir. Anla­tılan ve anlatılması gereken Allah'ın sözleridir. Allah'ın söz­lerinin değişmeyeceği ve değiştirilmeyeceği ise apaçık be­yan edilmektedir.
“Andolsun senden önce de peygamberler yalanlan­dı; onlara yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkla­rı ve eziyete uğratıldıkları şeye sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur. Andolsun, gönderilen­lerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.”
Günümüz dünyasında sürekliliğini devam ettiren en ciddi savaşlardan birisi, propaganda savaşıdır. Özellikle siyasi düzlemde yoğunlaşan bu savaş, genellikle her şeyin mubah görüldüğü bir savaştır. Siyasi düzlemdeki propa­ganda savaşında, hangi yolla olursa olsun kitlelerin etkilen­mesi, kitlelerin katılım ve desteğinin kazanılması amaçlanmaktadır.
Doğruluk ve dürüstlük gibi ahlaki prensiplere gülüp geçen propaganda zihniyetleri, kitleleri etkileyebilmek ve toplumsal katılımı sağlayabilmek için birbirleriyle vaad yarı­şına girmişlerdir. Nitekim günümüzdeki propagandaların büyük bölümünü, aslı ve astarı olmayan böylesi vaadler oluşturmaktadır.
İşte bu vaad propagandasına, toplum ve toplumsal katılım üzerine hesap yapan ve müslüman oldukları söylenen bazı kimseler de katıldı!. Bunların vaadleri, hiç şüphesiz ki İslam adına, Allah adına verilen vaadlerdi.
Toplumu ürkütmemek, toplumu dağıtmamak, toplumu cezbedebilmek için, “Uyarıp-korkutma” prensibine bağlı İslami tebliğ, “Uyutup-müjdeleme” şekline getirildi!.
Cenneti kazanmak, oy pusulasındaki cennetliklere(!) mühürü basmak gibi kolay bir işti!. Genellikle müslüman olduklarını iddia eden bu politikacıların topluma yönelik dünyevi vaadleri ise dün­ya yaşantısını adeta cennete çevirecek vaadlerdi!.
Oysa değil bu toplum. canlarını dişlerine takarak uzun yıllar mücadele eden asr-ı saadet dönemi müslümanları dahi. vadedilen böylesi refah ve rahatla karşılaşmamışlardı!. Herşeye sahip ve herşeye kadir olan Rabbimizin bile insanlara böylesi dünyevi vaadleri yoktu!.
Dünya hayatı, imtihan, meşakkat ve mücadele hayatıydı.
Resulullah (s.a.v.) insanlara veya müslümanlara yöne­lik hiçbir vaadinde mahcup duruma düşmemişti. Çünkü Allah adına kendisinden bir vaadde bulunmadığı gibi, Al­lah'ın vaad ve vaidlerinin de şartlarını bildirmişti. Kaldı ki genellikle İslam üzere olmayan günümüz insanlarının, İs­lam adına müjdelenerek uyutulması değil, İslam adına teh­dit edilerek uyarılması gerekmektedir.
Bir diğer tarafta nefisleri adına kolaycacık almak iste­dikleri, istedikleri gibi yazma. istedikleri gibi konuşma, istedikleri gibi giyinme. istedikleri gibi yaşama, istedikleri gibi örgütlenme hürriyetlerini, İslam adı­na verenler de aynı propagandaya dahil olmuşlardı!.
Şaşırıyoruz!.
Topluma yönelik söz meydanlarında “İslam'da şu da var, İslam'da bu da var, İslam size şunu vadediyor, İslam size bunu vadediyor...” diyenleri aynı şaşkınlıkla dinliyoruz.
“Size ne oluyar? Siz nasıl hüküm veriyorsunuz?” “Yok, sizin (elinizde/ okumakta okluğunuz (baş­ka) bir Kitah mı var?” “İçinde., siz neyi seçip beğenirseniz, mutlaka si­zin olacak, diye.” “Yoksa sizin üzerimizde kıyamete kadar sürüp gi­decek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye.” “Onlara sor: “Onlardan hangisi bunun savunucu­luğunu yapacak?”
Asıl itibariyle kafirleri ve müşrikleri muhatap alan yu­karıdaki ayet-i kerimeleri, meselenin geldiği noktada zik­retmek zorunda kaldığımız için bizler üzüldük, umarız onlar da utanmışlardır!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Tercih Sorunu

Tercih Sorunu

Tercih hakkı, insanların en tabi haklarından birisidir. Her insan iyiyi veya kötüyü, doğruyu veya yanlışı, güzeli veya çirkini seçme, tercih etme hakkına sahiptir.
Bu tercih hakkıf sorun olur mu?
Tabi ki olur!.
Çünkü dünya emperyalistlerinin müdahale ettiği her mesele, insanlar ve özellikle müslümanlar için başlı başına bir sorun olmaktadır. Nitekim tercih hakkı da, bu hakkı kullanma düzlemindeki şeytani müdahaleler ile ciddi bir so­run durumuna gelmektedir.
Kendi alternatifini. yine kendi bünyesinde oluşturan dünya emperyaliz­mi, gelişen şartlara göre devamlı alternatifler üretmekte ve dünya insanlarını aynı mantıktan kaynaklanan bu alterna­tiflerle karşı karşıya getirmektedir. (Nitekîm tercih hakkına sahip olan insanları çelişkiye ve birbirleriyle cedelleşmeye götüren durum, bu alternatiflerden hangisinin seçileceği, hangisinin tercih edileceği noktasındadır. Gerçi günümüz­deki propaganda faaliyetleri, bu tercihleri istedikleri vadiye kanalize edebilmektedirler. Mesela herhangi bir İnsana “Falanca işin gerçekleşmesi için, kaba etinize iğne batırayım mı?” diye sorsanız, bu insanın kendisiyle ilgili olarak düşüneceği iki husus vardır.
Kaba etime iğne batırılsm mı, yoksa batırılmasın mı?
Nitekim böylesine sade bir teklifle karşılaşan insanlar­dan birçoğu, “Hayır, batırılmasın!.” cevabını verebilecektir. Ancak bu insanlara “Falanca işin gerçekleşmesi için kaba etinize ekmek bıçağı mı, çuvaldız mı, yoksa iğne mi batıra­lım?” sorusu yöneltilse, meseleyi genellikle bu üç alternatif çerçevesinde değerlendirecek olan bütün pratik akıllılardan ortak bir ses yükselecektir.
İğne olsun!.
Hür iradelerden kaynaklanan, hür bîr sestir bu!. Bu insanlar meseleyi akıllıca değerlendirmişler ve akıllıca bir tercih hakkı kullanmışlardır!. Nitekim hepsi kaba etlerini kendi istekleri ile açmışlar ve vatandaşlık aşılarını vurul­muşlardır!.
Müstekbirlerin şeytani alternatiflerinden kaynaklanan tercih sorunu ne yazık ki müslümanlara da yansımış ve müslümanlar arasında ehven mantığının doğmasına, bazı çevrelerde yaygınlaşmasına neden olmuştur. Batıl zihniyet­lerin hazırladığı değişik alternatifler ile karşılaşan bu müs­lümanlar, alternatiflerin hak mı, batıl mı olduğunu düşün­meden, bu alternatiflerin hangisinin ehven olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Tabi ki bu düşünceler, sonuç­suz kalan düşünceler değildir. Bir batıl, diğer batılla veya batıllarla kıyaslanmakta ve kıyaslar arasındaki farklar, han­gisinin ehven olduğunu, hangisinin tercih edileceğini belir­lemektedir. Nitekim bu ehven mantığa göre, monarşi yerine oligarşinin, oligarşi yerine demokrasinin tercih edilmesi ve Allah uzun ömürler verirse demokrasi yerine de İslam'ın tercih edilmesi düşünülmektedir!.
Oysa ne bu kadar uzun ömrümüz ve ne de bu kadar çok seçim hakkımız vardır. Başlı başına bir imtihan olan dünya hayatımızda, İlahi vahyin bizlere sunduğu tek terci­himiz, tek seçim hakkımız vardır.
Hak mı, batı' mı?
İster hakkı seçersiniz, ister batılı!.
Müslümanlar veya müslüman olmak isteyenler, hak olan gerçeği meçhul bir geleceğe erteleyerek batılın değişik versiyonları, değişik alternatifleri üzerinde düşünüp, bunlardan birisini tercih etme yoluna gitmezler, gidemez­ler. Dünyevi kaygılar veya İslami(!) beklentiler ile batıl al­ternatiflerden herhangi birisini ehven mantığı ile tercih etmek, hakkı ve hak olan İslam'ı tercih dışı bırakmak demektir.
Günümüz müstekbirlerinin bizlere yönelik değişik tek­lifleri, değişik önerileri olabilir. Bu teklif ve önerilen İslam adına cevaplamamız gereken bir durumda, bu teklif ve önerileri kendimize, kendi durumumuza göre değerlendiremeyiz. Çünkü bu gibi teklif ve önerilerden bizler gibi kişile­rin razı olması başka şey, Allah'ın razı olması başka şeydir.
Bizler zayıf, bizler güçsüz, bizler çaresiz olabiliriz. Dolayısıyla kendimizle ilgili ve kendi adımıza değerlendirme­miz gereken bir meselede, zayıflığımızı, güçsüzlüğümüzü veya çaresizliğimizi dikkate alabiliriz.
Ancak, mesele İslam'la ilgiliyse ve bu mesfelede İslam'ın sahi­bi Allah adına cevap verilecekse, bu meseleyi kendi zayıflı­ğımıza, kendi güçsüzlüğümüze veya kendi çaresizliğimize göre değil, her şeye Malik ve her şeye Kadir olan Allah (c.c.)'a göre değerlendirmemiz gerekir. Çünkü müslüman­lar olarak Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olmamız, Allah'ın adıyla ve Allah adına yapacağımız işlerde, Allah'ı dikkate almamızla mümkündür.
Şanı yüce Rabbimizin ne kendi adına, ne de bizler adına kabul etmeyeceği bir teklifi, kabul etmeyeceği bir öneriyi, değişik kaygılar ve beklentiler ile kabul etmek, besmeleyle yapılacak bir iş değildir.
Güçlenmek veya belli bir etkinlik kazanmak için böy­lesi tercihlere yönelen kimseler, asıl itibariyle zillete ve acizliğe yönelmişlerdir. Çünkü yöneldikleri ve ehven mantığı ile tercih ettikleri yolda, beşeri ambargolarla karşılaşmasalar dahi İlahi ambargo ile karşılaşacaklardır. Nitekim günümüz dünyasında müstekbirlerin kısmi yardımlarına mazhar olan bazı kimseler, İlahi yardımdan nasibi kesilmiş olan kimselerdir. Kendilerine yazık eden bu kimselerin özenilecek bir yanı değil, tiksinilecek yüz yanı vardır,
Müslümanlarda tercih sapmasına neden olan ehven mantığının yanı sıra bir de faydacı mantık vardır. Yaptıkla­rı veya yapacakları her işi, kısa vadeli fayda anlayışına göre değerlendiren bu kimseler, kiminle, hangi düzlemde,
ne yaparsam faydalı olur?. sorularının peşine takıla­rak, oldukça tehlikeli vadilere sürüklenen kimselerdir. Tehlikeye düşmelerinin nedeni sordukları sorulardan ziyade, bu sorulan cevaplandırma mantıkları ve verdikleri cevap­lardır.
Büyük işlerin genellikle büyük insanlarla yapılacağı kanaatini taşıyan ve büyüklük kavramında da yeterince net olmayan bazı arkadaşlarımız, belli kariyerlere veya etiketle­re sahip kimselerle birlikte olmayı, müminlerle birlikte ol­maya tercih edebilmektedirler. Gerçi bu durum teoride reddedilse de, pratikte değişen bir durum değildir.
Müminlerin vahdetinden, müminlerin bir ve beraber olmalarından bahseden bu arkadaşlarımız, söz konusu birlik ve beraberliği başka kimselerle gerçekleştirme gayretindedirler!.
Müslümanların kimlerle birlik olabileceğini gösteren yelpaze açıldıkça açılmış ve dillerinin ucuyla müslüman olduklarını ifade eden müstekbirleri dahi kapsamına almış­tır!. Kendilerine mustazaf denilen müminlerle beraber olunmaktansa, sosyal, siyasi veya ekonomik etkinliğe sahip yeşil müstekbirİerle beraber olmak tercih edilen bir du­rum olmuştur!. Oysa şanı yüce Rabbimiz. Efendimiz (s.a.v.)'e kimlerle beraber olacağı konusunda şu uyanda bulunmaktadır..
“Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatı­nın (aldatıcı), süsünü isteyerek gözlerini onlardan kay­dırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğü­müz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.”
Hiç kuşkusuz ki bütün müslümanlar, Allah İle beraber olmayı arzulayan, Allah ile beraber olmayı tercih eden müslümanlardır. Şayet bu arzumuzda, bu tercihimizde sa­mimi isek. müminlerle beraber olmamız gerekir. En kısa ve en açık ifadesiyle mü'minlerle beraber olmak, Allah ile beraber olmaktır.
“Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir.”
Allah ile beraber olmak isteyenlerin,
mü'minlerle beraber olmaları, beraber yaşamaları, be­raber çalışmaları gerekmektedir. Hayırlı işler, kendilerine mustazaf denilen bu müminler ile yapılacak, bu gerçek müminler ile başarılacak işlerdir. Tağuti sistemler, bu sis­temlerdeki makamlara gıpta ile bakan yeşil müstekbirler ile değil, tağuti sisteme ve söz konusu makamlara tiksinti ile bakan bu mü'minlerle yıkılabilecektir.
O halde neden, neden bu mü'minlerle beraber olmayı, bu mü'minlerle beraber çalışmayı tercih etmiyorsunuz? Sosyal, ekonomik veya siyasi bazı etkinliklere sahip olan yeşil müstekbirler, bu mü'minlerden, bu müslümanlardan daha mı hayırlı?
Değişik düşünce ve yorumlar ile böyle bir kuşkuya, böyle bir istifhama düşüyorsanız, aşağıdaki ayet-i kerime ile burun buruna gelmişsiniz demektir.
“Kendilerine Kitab'tan bir pay verilenleri görme­din mi? Onlar, tağuta ve cibt'e inanıyorlar ve diğer küfredenler için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğ­ru bir yoldadır” diyorlar.” “İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiçbir yardımcı bula­mazsın.”
Lütfen dikkatli olunuz!.
Yaşadığımız coğrafya, müslümanla münafığın birbiri­ne karıştırıldığı bir coğrafyadır. Müslümanlık iddiası, genel geçer bir iddia durumuna gelmiştir. Fiili düzlemde ve apa­çık bir şekilde İslam'a saldıranlar dahi, müslüman oldukları­nı iddia edebilmektedirler. Dolayısıyla böyle bir coğrafyada söz konusu iddialara değil, iddia sahiplerinin yaşantılarına, yönelişlerine, amellerine bakmamız gerekir. Meselenin bu gerçek veçhesine kabaca bakmamız bile, bu münafıkların nifağını görmemize yeterli olabilecektir.
Politik şartlar gereği münafıklığı meslek haline geti­ren politikacılar ise, gayet rahat teşhis edilebilecek kimse­lerdir. Bu münafıkların müslümanlara yaklaşımları ne olur­sa olsun, bunların hepsi müslümanların uzak durmaları gereken şerli, şer kaynağı insanlardır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz münafıklarla ilgili olarak Efendimiz (s.a.v.)'e şu uyarılarda bulunmaktadır..
“Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kafirlere ve mü­nafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir.”
“Kafirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine de aldırma ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.”
Önemine binaen Kuran-ı Kerim'in muhtelif yerlerin­de tekrar edilen bu ikaz, üzerinde durmamız, üzerinde düşünmemiz gereken bir ikazdır.
Kafirlere ve münafıklara itaat etme!. Bu ikaz, müslüman lığı kabaca yaşıyan bizler gibi kim­seleri muhatap alsaydı, belki de üzerinde fazlaca durmaya gerek yok diyebilirdik. Ancak bu ikaz, öncelikle ve özellik­le Efendimiz (s.a.v.)'i muhatap alan bir ikazdır. Dolayısıyla meseleye Resulullah (s.a.v.) açısından yaklaşmamız ve aşa­ğıdaki soruyu bu istikamette cevaplandırmamız gerekecek­tir.
“Kafirlere ve münafıklara itaat etme!.” uyarısı, Efendimiz (s.a.v.)'i, kafirlerin ve özellikle münafıkların han­gi teklifleri, hangi önerileri karşısında uyarmaktadır?
Bu soruya “Küfri veya gayrimeşru teklifleri karşısında uyarıyor” cevabını vermek, daha önce de belirttiğim gibi bu meseleyi, İslam'ı kabaca yaşayan bizlere göre değerlen­dirmek olur. Oysa meseleye Resulullah (s.a.v.) boyutundan bakmamız gerekir. İslam'ı hakkıyle yaşayan Efendimiz (s.a.v.), küfri veya gayrimeşru teklifleri zaten kabul edecek, kabul edebilecek, bir müslüman değildi. O halde bu uyarı Kapsamını biraz daha açmamız ve bu uyarının kapsa­mına söz konusu kafirlerin ve münafıkların bazı meşru tek­liflerini de dahil etmemiz gerekecektir.
Bazı samimi kordeşlerimiz “Bunu da nereden çıkar­dın? Meşru olan teklif, kafirlerden veya münafıklardan da gelse, değerlendirilecek ve kabul edilebilecek bir tekliftir” diyeceklerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Oysa bu mesele biraz daha geniş, biraz daha kap­samlı düşünülmesi gereken bir meseledir. Medine'de nazil olan bu ayet-i kerimelerde Efendimiz (s.a.v.)'e “Kafirlere ve münafıklara itaat etme!.” buyurulmaktadır. Bu dö­nemde kafirlerin ve münafıkların tehditlerinden ziyade tek­lifleriyle karşılaşan Resululiah (s.a.v.), bu teklifler karşısında uyarılmaktadır.
Bu teklifler, küfri veya gayrimeşru teklifler midir?
Meseleyi teklif sahipleri açısından değerlendirecek olursak, bu teklif sahiplerinin Efendimiz (s.a.v.)'e böylesi küfri veya gayrimeşru teklifleri götürebilmeleri için, ya Efendimiz (s.a.v.)'i hiç tanımamaları, ya da böylesi teklifle­rin Efendimiz (s.a.v.) tarafından kabul edilebileceğini zan­nedecek kadar akılsız olmaları gerekirdi!.
Halbuki Medine potansiyeline ulaşmadığı Mekke dö­neminde dahi, kendisine sunulan birçok teklifi reddeden Resulullah (s.a.v.), bu tavizsiz veçhesi ile kafirler tarafından da tanınmaktaydı.
Müslüman gözüken münafıklar ise Resulullah (s.a.v.)'e küfri veya gayri meşru teklif götürmeyecek kadar nifaklarını gizleyen, gizlemeye çalışan kimselerdi. Dolayısıyla kafirlerin ve özellikle münafıkların Resulullah (s.a.v.)'e götürdükleri teklifler, ön planda akli ve meşru gözükebile­cek tekliflerdir. Nitekim akli gözüken bu teklif ve önerile­rin, Efendimiz (s.a.v.) tarafından da yine akli olarak yadır­ganmayacağım ve kabul edilebileceğini zannettikleri için götürdükleri tekliflerdir. İşte söz konusu İlahi uyarı, kafirle­rin veya münafıkların akli veya meşru gözükebilecek böy­lesi teklif ve önerilerini de kapsamına almaktadır.
Çünkü, akli veya meşru gözükebilecek bu gibi tekliflerin arka planında, söz konusu teklif sahiplerinin gayrimeşru beklentileri, gayrimeşru amaçları bulunabilecektir. Özellikle mü­nafık mantığı, böyle bir yola, böyle bir metoda tevessül edebilecek bir mantıktır. Meşru gözüken istekler ile gayri­meşru amaçlara ulaşmak, sinsiliği prensip haline getiren münafıkların vazgeçemeyecekleri bir metoddur. Mesela Medine dönemindeki Mescid-i Dırar hadisesinin kalkış noktasında, mescid yapmak vardır. Münafıkların “Haydi bir mescid yapalım!.” davetine, belki de münafıkların bu şeytani mantıklarını tanımayan bazı müslümanlar da icabet etmişlerdir. Çünkü meyhane inşaatına değil, mescid inşaa­tına davet edilmektedirler!.
Halbuki münafıkların meşru ve hayırlı gözüken bu ey­lemde gözettikleri amaç, gayrimeşru ve şer bir amaçtır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz ön planda meşru gözüken bu eylemin, arka plandaki gerçek veçhesini aşağıdaki ayet-i kerime ile beyan etmektedir.Aynı münafıkların Mescid-i Dırarla ilgili olarak Efen­dimiz (s.a.v.)'e götürdükleri teklif ise Resululiah (s.a.v.)'in bu mescidde namaza durmasıdır. Görüldüğü gibi münafık­ların teklifi, yine meşru gözüken bir tekliftir. Fakat asıl amaçları, Efendimiz (s.a.v.)'in bu mescidde namaza durma­sını sağlayarak, bu mescide meşruluk ve müslümanlar nezdinde bir kutsallık kazandırmaktır. Nitekim İlahi vahiy. Efendimiz (s.a.v.)'i meşru gözüken bu teklif karşısında da uyarmaktadır..
“Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiçbir za­man durm,a. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.”
Kısaca belirtmeye çalıştığımız bu münafık mantığı, günümüz müslümanlarının da dikkate almaları ve sakınmaları gereken bir mantıktır. Bizlere kafirlerden veya müna­fıklardan gelebilecek teklif ve önerileri, sadece bu teklif ve önerilerin mahiyeti üzerinde değerlendirirsek, bu şeytani mantıktan kurtulabilmemiz mümkün değildir.
Söz konusu teklif ve önerilerin. öncelikle ve özellikle teklif sahipleri açısından değer­lendirmemiz gerekir. Bizlere yöneltilen teklif ve önerilerin sahipleri, kendilerine güvenebileceğimiz meşru kimseler değilse, bu kimselerin bizlere getirdikleri teklifler ne kadar meşru gözükürse gözüksün, bu teklif ve önerilerden sakınmamız gerekmektedir.
Acaba sakınılıyor mu?
Ne yazık ki yeterince sakınıldığı, sakınılabilindiği ka­naatinde değiliz. Dillerinin ucuyla müslüman olduklarını söyleyen yeşil müstekbirlere gösterilen rağbet ve onların davetlerine yönelik icabet, bu önemli konudaki dikkatsizliği ve şaşkınlığı göstermektedir. Kaldı ki böylesi yeşil müstekbirlerle beraber olmayı, onlarla beraber çalışmayı hareretle savunan arkadaşlarımız da bulunmaktadır.
Savunularının genel dayanağını, böyle bir beraberlikte yapılmasını düşündükleri hayırlı eylemler oluşturmaktadır. Çünkü bu arkadaşlarımız, daha önce de belirttiğimiz gibi münafık politikacılar tara­fından putkırmaya davet edilmektedirler. Gayet meşru ve hayırlı gözüken bu teklif, ciddiyetle değerlendirilmesi gere­ken bir fırsat niteliğindedir!.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız münafık mantığını yeterince tanımayan bu arkadaşlarımıza göre hayırlı eylemlerin, hayırlı çalışmaların kiminle yapıldığı veya ne adı­na yapılacağı değil, yapılması önemlidir!.
Oysa hak katında makbul olan eylemler hak ehliyle ve hak adına yapılan Rabbani eylemler­dir.
Batıl zihniyetlerle beraber olarak, batıl adına bazı put­ların kırılması dahi, hak katında ecri değil, azabı olan eylemlerdir. Kapitalizm adına Lenin'in çürüyen putlarının kı­rılması ile, demokrasi adına Türkiye'deki bazı eskimiş putların kırılması arasında önemli bir fark yoktur. Çünkü her iki eylem de, hak adına değil, yeni putlar adına ger­çekleştirilen eylemlerdir.
Yapması gerekenleri yaparak, sakınması gerekenlerden sakınarak kendi kulluk fari­zasını yerine getirmeyen insanlar, kuracaklar: parti ile top­lumu kurtarmaktan ve politik düzlemde İslami hizmetten bahsediyorlarsa, bu insanlar apaçık bir nifak içinde olan münafıklardır. Bunlar her ne kadar müslüman olduklarını da iddia etseler, bilinçli müslümanların bu iddiaları dikkate almamaları ve bunlarla herhangi bir çalışmaya girmemeleri gerekir. Çünkü bu münafık zihniyetlerin parti kurmaların­da değil, mescid kurmalarında dahi hayır yoktur. Bunların değil kurdukları partiye, yaptıkları veya yaptırdıkları mescide dahi girilmez!.
Kendi nefislerini cehenneme sürükleyen, kendi nefislerine karşı ihanet eden bu münafıklar, hiç şüphesiz ki kendilerinden yana mücadele eden bu şaşkınlara da ihanet edeceklerdir.
“Kendi nefislerine ihanet edenlerden yana müca­deleye girişme. Hiç şüphesiz Allah, ihanette ilerlemiş günahkarı sevmez.” “Onlar, insanlardan gizlerler de Allah'tan gizle­mezler. Oysa O, razı olmayacağı şeyi 'geceleri düzenleyip kurarlarken' onlarla beraberdir. Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır.” “İşte siz böylesiniz; dünya hayatında onlardan yana mücadele ettiniz. Peki kıyamet günü onlardan yana Allah'la mücadele edecek kimdir? Ya da onlara vekil olacak kimdir?”
Tercih sorunu ve tercih sapmasıyla ilgili olarak bütün bu yazdıklarımız, söz konusu arkadaşlarımızı dışlamaktan ziyade kazanmayı amaçlamaktadır. İyi niyetlerinden kuşku duymadığımız bazı arkadaşlarımızın, yaptıkları tercihleri yeniden gözden geçirerek kendilerine gelmelerini ve ger­çek rahmete rücu etmelerini diliyoruz. Nitekim rahmet sa­hibi Rabbimiz yine rahmetinin kapılarını açık bırakmakta ve bu hatayı işleyen bütün insanları, bağışlanma dilemeye davet ederek rahmetine çağırmaktadır.
“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sonuç

Sonuç

“İki Fecr Arasında” isimli bu kitap çalışmasında, gü­nümüz coğrafyasındaki müslümanların genel olarak iki fecr arasındaki karanlığa girdiklerine işaret edip, bu karanlığa girişin başlıca nedenleri üzerinde durmaya çalıştık.
Ufukta gözüken ağarma ve aydınlanmadan sonra karşılaşılan bu kararma, hiç şüphesiz ki bazı müslümanları umudsuzluğa, bazı müslümanları karamsarlığa götürebile­cek bir kararmadır. Oysa karşılaştığımız bu durum. İlahi vahiyden kaynaklanan güvenin, İlahi vahiyden kaynakla­nan sabır ve sebatın denendiği bir durumdur!.
Nitekim buna benzer bir durumu, buna benzer bir dönemi, Resulullah (s.a.v.) ve ilk müslümanlar da yaşamışlardır. İlahi vahyin nazil olmaya başladığı ilk dönemlerde, müminler ve özellikle Resulullah (s.a.v.) büyük bir toplum­sal baskı ile karşılaşmıştı. Cahili toplumun gidişatına dur diyen ve bu gidişatın aksi.istikametine yürümeye başlayan müminler, toplumsal çoğunluğun alay ve ithamlarıyla kar­şılaşmışlardı.
Cahili zihniyetten kaynaklanan bu alay ve İthamlar, o zamana kadar aklından ve eminliğinden şüphe duymadıkları Efendimiz (s.a.v.)'e “Sen bir mecnunsun!” diyebilecek boyutlara dahi ulaşmıştı.
Toplumsal düzlemde belli kariyerleri, belli etkinlikleri olan bütün müstekbirlerden, bütün müşriklerden, Efendimiz (s.a.v.)'e yönelik aynı ses yükseliyordu.
“Sen bir mecnunsun!.”
Birçok akıllı insanı kuşkuya ve güvensizliğe götürebi­lecek bu çoğulcu itham karşısında, mü'min kalpleri mutmain bir duruma getiren biricik hitap ise, müminleri mu­hatap alan İlahi hitap idi.
“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” “Sen, Rahbinin nimetiyle bir mecnun değilsin. Gerçekten senin için kesintisi olmayan bir ecir vardır.” “Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerinde­sin.” “Artık yakında göreceksin ve onlarda görmüş ola­caklar.” “Sizden hanginiz 'fitneye tutulup-çıldırdığı nı'.” “Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdi­ğini de daha iyi bilendir.”
Evet, bütün bir toplumun, bütün bir ekabirin “Sen mec­nunsun” dediği Resulullah (s.a.v.)'e, şanı yüce Rabbimiz kaleme ve yazdıklarına andederek “Sen, Rabbinin nime­tiyle bir mecnun değilsin” buyurmaktadır. Allah'a inanan ve Allah'a güvenen mü'min bir insan için, bütün cahili ses­leri bastıran ve bütün cahili ithamları geçersiz kılan tek bir hitaptır bu.
Nitekim bütün müminler, bu İlahi uyarılar ile kendilerine gelmekte, peyderpey nazil olan bu İlahi uyarılar ile dik, dimdik durabilmekteydi.
Bütün bir toplum, bütün bir halk ne derse desin, müminler halkın dediğini değil, hakkın dediğini dikkate alıyorlardı. Sadece hakka ve hakkın buyruğuna yönelmiş gözler ve gönüller, peyderpey nazil olan İlahi buyruklar ile peyderpey aydınlanıyorlardı.
Fakat bir süre sonra, susmuştu, kesilmişti, kesilivermişti bu İlahi uyanlar!. Nurdan halkalar ile dünyaya nazil olan, müminlerin gönüllerini, müminlerin ufuklarını aydınlatmaya başlayan bu İla­hi nur, kesilmişti, kesilivermişti!.
Semaya bakan gözler, semaya yönelen gönüller, se­mayı çatlatacak bir sessizlikle karşılaşıyorlardı!. Beklenen vahiy inmiyor, beklenen haber gelmiyordu!.
Cahiliye ise bayram yapıyor ve bu olayı kendilerine göre yorumluyorlardı. Hiç kuşkusuz cahiliyenin putları bu müminleri çarpmış, bu müminleri susturuvermiştil. İnsan­ları Allah'a yaklaştıncı olarak kabul edilen bu aracı putlar, kendilerini ve kendilerinin bu kutsal işlevini inkar eden müminleri cezalandırmıştı, cezalandırıvermişti İşte!.
Böylesi yorumlar ile putlarına daha sıkı bağlanan ca­hiliye mensupları, mü'minler ile daha fazla alay etmeye ve onları daha fazla aşağılamaya başlamışlardı.
Cahiliyenin bu yorumlan, bu alayları, bu aşağılamaları karşısında direnen müminler, kendi nefislerinden yükselen bazı sorulara karşı direnemiyorlardı!.
Ne olmuştu?
Neden olmuştu?
Niye kesilmişti nur damlaları?
Cahileyenin itham ve alayları karşısında değil, bu so­rular karşısında ezilen mü'minler, bu sorulara cevap arıyorlardı.
Ses ve sesle ifade edilen kelimeler, anlaşılır veya an­laşılabilecek şeylerdi. Fakat bu sessizlik, bu sessizlik nasıl anlaşılacaktı? Sessizliğe getirilecek yorum, sessizliğe verile­cek mana ne olacaktı?
Akıllarına gelen tek cevap, düşünmek istemedikleri, duymak istemedikleri, kabul­lenmek istemedikleri bir cevaptı. Ne var ki duymak iste­medikleri bu cevap, sessizlikteki ses gibiydi.
Acaba, İlahi nura layık olamamışlar ve İlahi imtihanı kaybet­mişler miydi?
Boyunlarını büküyorlar, omuzlarını kaldırıyorlar ve bu hüzünlü halleri ile bu hüzünlü cevabı reddetmeye çalışıyor­lardı. Fakat yine aynı boşluk, yine aynı sorularla karşılaşı­yorlardı.
Bu sıkıntılı dönem, Efendimiz (s.a.v.) ve diğer mü'minler için dayanılma­sı, katlanılması zor bir dönemdi. Tevekkül ve güvenin, sabır ve sebatın derin bir sarsıntı ile denendiği, sınandığı bir dönemdi.
Bir sükuttan doğan binlerce soru, müminleri için için düşündüren, için için ağlatan so­rulardı..
Bir güzel elçinin, bin güzellikle indirdiği İlahi nur neden kesilmişti? Yoksa aydınlıklara değil de. karanlıklara mı müsta­hak olmuşlardı?
Yoksa Rableri kendilerine darılmış, Rableri kendilerini terketmiş miydi?
Allah tarafından terkedilmek!..
Bunun ne anlama geldiğini. Allah tarafından terkedil­miş olmak kuşkusunun bir mümini ne duruma getireceği­ni hiç düşündünüz mü?
Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, Al­lah'ı terkeden ve Allah tarafından terkedilen insanlar, kesinlikle ve kesinlikle bunun ne anlama geldiğini anlayama­yacaklardır. Dolayısıyle yukarıdaki soruyu böylesi kimselere değil, Allah'ı seven ve Allah tarafından sevilen müminlere soruyorum.
Allah tarafından terkedilmiş olmak kuşkusunun bir mümini ne duruma getireceğini hiç düşündünüz mü?
Ve bu mümin. Resulullah (s.a.v.) ise, o rahmet peygamberinin ne duruma gelebileceğini az da olsa. çok az da olsa anlıyabiliyor ve bu azıcık anlayışla gözleriniz dolarak “Ey rahmet peygamberim, ey sevgili önderim, bu duruma nasıl dayandın, nasıl tahammül edebildin!.” diyebiliyor musunuz?
Ve tahammül etti onlar, tahammül ettiler, tahammül edebildiler bu duruma!.
Rableri tarafından terkedilmiş olmak kuşkusunu taşı­malarına ve bu kuşku altında ezilmelerine rağmen, Rablerini terketmediler.
Böyle bir imtihanı. zamanımızda kimlerin başardığını, kimlerin başarabi­leceğini bilmiyorum. Fakat onlar, o kutlu mü'minler bunu başarmışlardı. Alemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından ter­kedilmiş olmak kuşkusunu taşımalarına rağmen, yegane Rabieri olan Allah'ı terketmeyen, terketmeyi düşünmeyen bu müminler, hiç kuşkusuz ki Rableri tarafından terk edilen müminler değildi. Nitekim müminlere oldukça uzun gelen bu sessizlik bozulmuş ve İlahi vahiy, bu dehşetli sıkıntıları yaşayan müminlere bir bayram coşkusuyla nazil olmaya başlamıştı.
“Kuşluk vaktine andolsun, 'Karanlığı iyice çöktüğü' zaman geceye, Rabbin seni terketmedi ve darımadı da. Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (akiret dünyadan) daha hayırlıdır.” “Elbette Rabbin sana. verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.”
Bu İlahi hitabın, özellikle “Rabbin seni terketmedi ve darılmadı da” hitabının. Resulullah (s.a.v.)'in sıkılmış bir yumruk hali­ne gelen gönlünü nasıl açtığını ve Efendimiz (s.a.v.)'i ne derece sevindirdiğini hissedebiliyor musunuz?
Evet, geceden başlayıp kuşluk vaktine kadar sürecek olan İlahi vahiy, geceye ve kuşluk vaktine andeden Rabbimizin bu buyrukları ile tekrar nazil olmaya başlamıştı. İşık kayna­ğı olan İlahi vahyin kesildiği bu fetret döneminden, iki fecr arasındaki bu karanlıktan, yüzleri ak ve aydınlık olarak çı­kan müminler, şafağın müjdecisi olan fecr-i sadık sürecine girmişlerdi.
Günümüzdeki durum da pek farklı değildir. Ononbeş yıl önce müminlerin kalbinde makes bulan “La ila­he illa Allah” gerçeği, mü'minlerin kalbine nazil olan ilk vahiyler gibiydi. Tabi ki bu gerçeğin diğer gerçekler ile açıklanması, hem inançta ve hem de amelde tüm hayatı kuşatacak bir genişliğe ulaşması gerekiyordu. Bunun sağlanması, sağlanabilmesi ise “La ilahe illa Allah” gerçeğinin makes bulduğu kalplere, bu gerçeği teori ve pratikte aça­cak, açıklayacak diğer İlahi uyanların, diğer İlahi vahiylerin nazil olmasıyla, makes bulmasıyla mümkündü.
Fakat bu olmadı!.
Bunun olmadığının farkına da varılmadı!.
Çünkü günümüzde vahyin kesilmesi veya yarıda kal­ması gibi bir durum söz konusu değildi!. İlahi vahyin tamamını kapsamına alan Kur'an-ı Kerim, muhteşem bütünlüğü ile ellerinde, raflarında duruyordu!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ancak farkedilmeyen, farkedemedikleri bir durum vardı.
Ellerinde ve dillerinde olan birçok İlahi vahiy, kalple­rinde yoktu, kalplerine nazil olmamış ve kalplerinde makes bulmamıştı!.
Tevhidi düşünceyi ve tevhid gerçeğini bir öz, bir çe­kirdek olarak algılayan kardeşlerimiz, dosdoğru olan bu algılayışı aşamadılar. Anlayışları bu öz, bu çekirdek ile sınırlı kaldı. Bu küçücük çekirdekteki koskoca tevhid ağacının farkına varamadılar. Tevhid ağacının müstakim gövdesine değil de, açmamış, açılmamış bu çekirdeğe yaslanmaya ça­lıştılar. Bir gerçeği, bin gerçek ile açıklayan Kur'an-ı Kerim'in beyanına muhtaç olduklarını yeterince anlamadılar, anlıyamadılar.
Ne diyorsunuz?
Yanlış yaklaşımlarla, yanlış sözlerle, yanlış tesbitler de mi bulunuyorum?
Bu sözlerimin sağlamasını kendinizde, kendi kalpleri­nizde yapınız. Kur'an-ı Kerim'de nice İlahi beyanların, nice İlahi uyarıların bulunduğunu dikkate aldıktan sonra, kendi­nize, kendi kalplerinize yönelin.
Ve cevap verin Rabbinize, bu İlahi beyanlardan, bu İlahi uyarılardan kaç tanesi kalbinize nazil oldu, kaç tanesi kalbinizde makes buldu?
Bir, üç, beş tanesi mi!.
Peki ya gerisi?
Gerisi hakkında bir isteğiniz, bir beklentiniz, bir endi­şeniz, bir sıkıntınız yok mu?
İlahi vahyin kesildiği dönemde müminlerin yaşadıkla­rı sıkıntıya, müminlerin yaşadıkları endişeye benzer bir endişeniz yok mu?
Yoksa sizler, onlara benzer veya onlar gibi gibi gibi müslümanlar değil misiniz?
Yoksa ellerindeki, dillerindeki veya raflanndaki Kur'an-ı Kerime bakarak, kalplerindeki bu büyük boşluğu görmeyen ve kendilerini böylece avutan kimselerden misi­niz?
Lütfen kendinize, kendinize geliniz'.
Çevrenize bakarak, kendilerini kaybetmeyen müminlerden örnek alınız. Çünkü genel durum ne kadar olumsuz olursa olsun, bütün bu olumsuzluklar karşısında kendilerini kaybetmeyen, kendilerini yitirmeyen kardeşleri­miz bulunmaktadır. Yaşadığımız coğrafyada sizler gibi ol­mayan, sizler gibi düşünmeyen, sizler gibi yaşamayan bu kardeşlerimiz, genel olarak kendilerine önem vermediği­niz, ufacık işlerle uğraştıklarını, ufacık dertlerle dertlendik­lerini görüp dudak büktüğünüz kardeşlerimizdir!.
İşte onlar, sizin halinize, sizin yerinize ağlayan o müminler, ör­nek alınması gereken müminlerdir. Yakın geçmişteki ağarma ve aydınlanmanın durduğunu gören, müstümanların genel durumundaki kararmaya bakarak için için ağla­yan bu kardeşlerimiz, iki fecr arasındaki karanlığı görebi­len ve bu karanlığın korkusunu yaşayan kardeşlerimizdir.
Şimdi onlara, canımızı önemsiz kılan o cananlara seslenmek istiyo­ruz.
Aynı dert ile birbirimizde aradığımız derman, birbiri­mizde değil Kur'an-ı Kerim'de bulunan bir dermandır. Karanlıklardan aydınlığa çıkmamız, yine Kur'an-ı Kerim'in rehberliğinde gerçekleşecektir. Çünkü gerçek şifa ve şifa kaynağı olan Kuran-ı Kerim, bütün müminleri karanlıklar­dan nura çıkaracak bir Kitab'tır.
“Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yolla­rına, ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip iletir.”
“İman edip salih amellerde bulunanları karanlık­lardan nura çıkarması için Allah'ın apaçık ayetlerini size okuyan bir peygamber de (gönderdik/. Kim iman edip salih amellerde bulunursa, (Allah) onu içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Allah, gerçekten ona ne güzel bir rızık vermiştir.”
Karanlıklardan nura ve aydınlığa çıkmanın yegane yolu. nur kaynağı olan Kuran-ı Kerim'de beyan edildiği gibi, iman etmek ve salih amellerde bulunmaktır. Şanı yüce Rabbimiz, iman eden ve salih amellerde bulunan müslümanları, mutlaka ve mutlaka karanlıklardan kurtara­cak ve İlahi nurun aydınlığına çıkaracaktır.
Cahili karanlıklarda boğulmamamız,bu karanlıklarda yolumuzu ve yönümüzü kaybetme­memiz, içinde bulunduğumuz durumların sağlıklı muhasebesi­ni yapmamıza ve Allah'ın lutfuyla tuttuğumuz ipin ucunu bırakmamamıza bağlıdır. Bu ip, hiç şüphesiz ki çağdaş bü­yücülerin özgürlük ve demokrasi adına ortaya attıkları ip­ler değil, rahmet sahibi Rabbimizin, bizleri rahmetten ayır­mayacak, bizleri rahmette sabit ve müstakim kılacak ipidir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah 'in sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın...”
Çevremizdeki olumsuzluklar ne olursa olsun, aynı ipi tutmaya, aynı istikamet üzere durmaya ve aynı istikamet üzere yaşamaya mecburuz. Çünkü dalalet karanlıklarından uzaklaşabilmemiz, hidayet aydınlığına yaklaşabilmemizle mümkündür.
Rableri tarafından terkedildikleri kuşkusuna kapıldık­ları dönemde dahi Rablerini terketmeyen müminleri ör­nek almamız, tevekkül ve güvenin, sabır ve sebatın sınandığı bu dönemden, inanan birer mü'min ve teslim olan birer müslim olarak çıkmamız gere­kir. İlahi davete icabet ederek yaşadığımız ve yaşayacağı­mız her amel. bizleri karanlıklardan uzaklaştıran ve fecr-i sadığın aydınlığına yaklaştıran ameller olacaktır.
Büyük(i) işlere heves eden kimselerin bizleri küçüm­semesi veya günümüz müstekbirlerinin bizler hakkındaki batıl yorumları, önemsenecek veya güvenimizi sarsabile­cek sözler değildir. Çünkü kalplerimizi mutmain eden gü­ven. İlahi vahiyden kaynaklanan ve kuşku duymadan sa­hiplenmemiz gereken bir güvendir. Nitekim bazılarına göre meçhulden, bazılarına göre uzaklardan, bize. biz müminlere göre ise şah damarımızdan yükselen ses, bizlere şöyle buyuruyor.
Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. hep birlikte ve yeni kazanımlarla çıkmamız, çıkabilmemiz duasıyla...
Son
Mehmed Alegaş
................

Mevlanın izni ile her ne kadar okunma rekorları kıramasakta bir kitabı daha bitirdik; okuyan kardeşlerimizin pek çok faydalar sağlayacağından şüphemiz yoktur Yüce mevladan fayda getirmesini diliyor ve ona hamd ediyoruz.Elhamdülillah...
''Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz''
Allah'u tealanın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
_YUSUF_
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt