Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Günün Sahabesi (1 Kullanıcı)

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Zeynep binti Huzeyme Radiyallahu Anha

Babası Huzeyme bin Haris el-Hilali’dir. Kocasıyla beraber ilk Müslüman olanlardan idi. Müşriklerin işkencelerine maruz kalıp Medine’ye hicret ettiler. Kocası, tercih edilen görüşe göre Tufeyl bin Haris bin Abdülmuttalip’tir.

Tufeyl (Radiyallahu Anh), bir rivayete göre Bedir savaşında, diğer bir rivayete göre de Uhud savaşında şehit olunca Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Zeynep (Radiyallahu Anha)’ya evlenme istediğini iletti ve onula evlendi. Bu olay Hafsa (Radiyallahu Anha)’nın, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in evine gelişinden kısa bir süre sonra, hicretin otuz birinci ayında oldu.

Zeynep (Radiyallahu Anha), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in evinde çok az kalmıştır. Bu sebeple siyer yazarları ve tarihçiler onun hakkında doyurucu ve kesinlik taşıyan bilgiler verememekte. Verdikleri bilgilerin birçoğu ihtilaflarla nakledilmektedir.

Babası yönünden soy bilgileri ittifakla nakledilmekte ancak, annesi yönüyle soy bilgilerinde, nasıl dul kaldığı, kocasının akıbeti ve eş olarak geldiği bu şerefli evde ne kadar kaldığı hususlarında ihtilaflar vardır.

Zeynep validemiz hakkındaki tüm bu ihtilaflı bilgilerle beraber ittifakla gelen bir bilgi vardır ki, o da merhametli ve yufka yürekli olduğundan, fakirlerle ilgilenmesi, onlara iyilik ve ikramda bulunmasıdır. Bu sebeple ‘Ümmü’l-Mesakin yani Yoksulların Annesi’ diye isimlendirilmişti.

Siretu İbni Hişam 4/400

Yoksullara yemek yedirir ve sadaka verirdi. Zeynep (Radiyallahu Anha)’nın evi Hafsa (Radiyallahu Anha)’nın evine bitişikti. Ne var ki Zeynep (Radiyallahu Anha) bu evde ancak birkaç ay kalabildi. Hicretten otuz dokuz ay sonra Rebiulahir ayının sonunda otuz yaşındayken vefat etti.


Cenaze namazını Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kıldırdı ve onu Baki mezarlığına defnetti. Böylece Zeynep (Radiyallahu Anha), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayatta iken Medine’de vefat eden ve Cennetu’l-Baki mezarlığına defnedilen ilk validemiz olmuştur.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in eşlerinden Meymune (Radiyallahu Anha)’nın anne bir kız kardeşi olan Zeynep validemizin Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in evinde kısa bir süre kalmıştır. Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in diğer hanımları ile uğraşmaktan el çekip yoksulların dertleriyle dertlenerek Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e eş ve mü’minlere anne olma şerefine ulaşmıştır.


Allah ondan razı olsun.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Uhud şehîdlerinden:
ABDULLAH BİN CAHŞ

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Uhud harbinde Hz. Abdullah bin Cahş'la arasında geçen konuşmayı şöyle anlattı:

"Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi:

- Şimdi burada sen duâ et, ben "âmin" diyeyim. Sonra ben duâ edeyim, sen de "âmin" de!

Kıyasıya vuruşayım

Ben de, "Peki!.." dedim ve şöyle duâ ettim:

- Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim.

Abdullah bin Cahş benim yaptığım bu duâya, bütün kalbiyle "âmin" dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye başladı:

- Allahım, bana zorlu kâfirler gönder, kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim.

En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin.

Gönlüm böyle bir duâya "âmin" demek arzu etmiyordu. Fakat, o istediği ve önceden söz verdiğim için mecbûren "âmin" dedim.

Kılıcı kırıldı

Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk.

O, son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücûmlarını tazeliyordu.

"Allah Allah!.." diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz, ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu.

Bu dal bir mu’cize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşmanı öldürdü."

[Daha sonra bu kılıç, vârisleri elinde uzun seneler kaldı. En son bir Türk kumandanı, iki yüz altına bunu satın almıştır.]

Savaşın sonuna doğru Abdullah bin Cahş, Ebûl Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu.

Şehîd olunca, kâfirler, bu mübârek şehîdin cesedine hücûm ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.

Muharebe bittikten sonra, Abdullah bin Cahş’ı şehîd edilmiş bulan Hz. Sa’d, durumu ve onun yaptığı duâyı Peygamber efendimize anlattı.

Resûlullah efendimiz de, onun duâsının kabûl edildiğini ve bu dünyada istediğine kavuştuğunu, âhırette de istediğine kavuşacağının anlaşıldığını bildirdi.

Hz. Abdullah bin Cahş’ı ve dayısı "Seyyidüşşühedâ" ya’nî, "Şehîdlerin efendisi" Hz. Hamza’yı aynı kabre defnettiler.

Abdullah bin Cahş hazretleri, Resûlullahın halası Ümeyme ile Cahş’ın oğludur. Zevcât-ı tâhirâttan Zeyneb binti Cahş’ın kardeşidir. Habeşistan'a iki kere hicret etti. Birkaç kere ordu kumandanı yapıldı.Hz. Ebû Bekir’in vasıtasıyla, kelime-i şehâdet getirerek, ilk Müslümanlardan olmak şerefine kavuştu.


En çok katlananınızdır

Abdullah bin Cahş hazretleri, İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlardandı. İlk Müslüman olduğu yıllarda, kâfirler kendisine her türlü ezâ ve cefâyı yapmışlardı. Hepsine de îmânının verdiği güç ile mukabele etmiş, ezâ ve cefâlara katlanmıştır. Peygamber efendimiz, kendisi için buyurmuştur ki:

- Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır.

Resûlullah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehîd olmaya can atar, harplerde hep en önde kahramanca çarpışırdı.

Peygamber efendimiz hicretin ikinci senesinde, Nahle’de, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, ilk önce Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı göndermek istemişti. Hz. Ebû Ubeyde, Peygamber efendimizden ayrılmaya dayanamıyarak ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz, onu göndermekten vazgeçti. Hz. Abdullah bin Cahş der ki:

"O gün Resûlullah aleyhisselâm, yatsı namazını kılınca bana buyurdu ki:

- Sabahleyin yanıma gel! Silahın da yanında bulunsun! Seni bir tarafa göndereceğim.

Sabah olunca mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûlullah efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonra, muhâcirlerden benimle birlikte gidecek birkaç kişi buldu. Bir mektup vererek buyurdu ki:

- Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim. Git! İki gece yol aldıktan sonra, mektubu aç! Orada yazılanlara göre hareket et!

- Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?

- Necdiye yolunu tut! Rekiye’ye, kuyuya yönel!"

Abdullah bin Cahş hazretleri, Nahle seferine görevlendirildiği zaman, ilk defa "Emîr-ül-mü’minîn" sıfatı verildi. Böylece, İslâmda ilk tayin olunan "emîr" oldu. Mücâhidlerin, iki kişisi için bir develeri vardı.


Kimseyi zorlama!

Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, mektubu açtı. Mektupta şunlar yazılıydı:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vâdisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin.

Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vâdisindeki Kureyşlileri, Kureyşlilerin kervanını gözetleyip denetleyesin! Onların haberlerini bize bildiresin!

Emîr-ül-mü’minîn Hz. Abdullah bin Cahş, Peygamberimizin mektubunu okuduktan sonra, "Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itâat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:

- Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin! Gelmek istemeyen dönüp gidebilir, hiçbirinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim.


Biz de işittik

Arkadaşları hep birden cevap verdiler:

- Biz de, işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itâat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi ile yürü.

Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu küçük ordu ile Hicâz’a doğru yol aldılar ve Nahle’ye geldiler. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar.

Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler, Kureyş kâfilesine yaklaşarak, onları İslâma da’vet ettiler. Kabûl etmeyince, çarpışma başladı. Çarpışma sonunda, birisini öldürdüler, ikisini esir aldılar. Birisi de atlı olduğu için ona yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı.

Hz. Abdullah bin Cahş, bu ganimet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu ganimet, Müslümanların aldıkları ilk ganimetti. Bu beşte bir hisse de, ilk ayrılan beşte bir idi. İlk öldürülen müşrik ve alınan esirler de, bu Nahle seferindeydi. Daha henüz ganimetle ilgili âyet-i kerîmeler gelmemişti.

Bundan sonra Bedir gazâsı oldu. Alınan esirler için, Resûlullah efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Abdullah bin Cahş’a danıştı. Hicretin üçüncü senesinde yapılan Uhud harbinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Hz. Abdullah bin Cahş yiğitliğin sembolüydü.


En çok özlediği

Abdullah bin Cahş, Peygamberimize çok bağlı idi. Resûlullah efendimiz, onu emîr tayin ettiği vakit, kendisine sormuştu:

- Ey Abdullah! Dünyada en çok arzu ettiğin, özlediğin nedir?

Bunun üzerine, "Allah ve Resûlüne muhabbettir" diye arzetmişti.

Hz. Abdullah orta boylu, çok yakışıklı bir zât idi. Peygamber efendimizi pek ziyâde severdi. Bu muhabbet uğrunda canını fedâdan çekinmemiş, Uhud harbinde en büyük kahramanlığı göstererek, Allahü teâlânın rızâsı uğrunda şehâdet şerbetini içmiştir.

Eshâb-i kirâm arasında lâkabı, "El Mücâhidü fillah", ya’nî "Allah yolunun fedâisi" idi. Şehîd olduğunda 40 yaşlarında idi. Allah yolunda Habeşistan’a yapılan ikinci hicretten sonra, âilece Medîne’ye hicret etmişti. Medîne’ye hicret edince, Asım bin Sâbit ile kardeş oldu.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Allah ondan razı olsun.

Biraz uzun yazılar olabilir ama okursanız sürükleyicidir.
 

AcizBirKul.

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ağu 2012
Mesajlar
635
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
İstediği kadar uzun olsun tabiki okuyucaz ve öğrenicez sen paylaşmaya devam et kardeşim :)
Allah(c.c) razı olsun onlardan kahraman yüreklerinden ...
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Medîneli ilk Müslümanlardan:
ABDULLAH BİN ATİK

Medîne’de, hicretten önce Hz. Es’ad bin Zürâre’nin ve Peygamberimiz tarafindan oraya Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için gönderilen Hz. Mus’ab bin Umeyr’in tebliğ hizmetleri sebebiyle birçok kimse îmân etmişti. Daha Peygamberimizin hicreti gerçekleşmeden Müslüman olmakla sereflenenlerden biri de Hz. Abdullah bin Atîk idi.
Hz. Abdullah bin Atîk, Bedir ve Uhud harplerinde, Resûlullahın yanında
birçok hizmetlerde bulunmuştur. 627 yılında Medîne’nin savunulması için yapılan Hendek harbine de katılmıştır.

Her hususta yardımcı oldular

Mekke’de müşriklerin zulmünden kurtulmak için Peygamberimiz ve Müslümanlar Medîne’ye hicret etmişlerdi. Burada yaşayan Evs ve Hazrec kabîlelerinin tamamı İslâmiyeti kabûl etmişler, Resûlullaha her hususta yardımcı olmuşlardı.

Öteden beri bunlara düşman olan Yahûdilerin kini, İslâm düşmanlığı ile birleşmişti. Resûlullah efendimize düşmanlıkta çok ileri gidenlerden biri de, Hayber Yahûdilerinin reisi olan Ebû Râfi Selâm bin Ebû Hukayk idi.

Hayber Yahûdilerinin reisi olan Ebû Râfi, azılı İslâm düşmanı birisi idi. Sık sık Resûlullahı rahatsız ettiği gibi, Eshâbını da rahat bırakmıyor, fırsat buldukça onlara eziyet ediyordu. Müslüman olmayanları, İslâma karşı düşmanlıkta bir araya topluyor, devamlı onları kışkırtıyordu.

Zengin olduğu için, Resûlullahın düşmanlarına dünyalık yardım
da yapıyordu.

Eshâb-i kirâm, kendilerine yapılan sıkıntıya katlanıyor, fakat Resûlullaha verilen rahatsızlığa bir türlü râzı olamıyorlardı. Bunun için kendi aralarında toplanıp, bunun bir çâresini aradılar. Sonunda
Ebû Râfi’yi öldürmeye karar verdiler. Beş kişi bu iş için izin almak üzere Resûlullaha gittiler.

Peygamber efendimiz izin vererek, başlarına Hz. Abdullah bin Atîk’i emîr tâyin etti. Sâdece Ebû Râfi’nin öldürülmesini, kadınlara, çocuklara dokunulmamasını emretti.

Ebû Râfi’nin kendisine âit muhkem bir kalesi vardı. Buradan
dışarı çıkmazdı.

Kaleye yaklaştıklarında, Hz. Abdullah arkadaşlarına dedi ki:

- Siz burada kalın, kaleye yaklaşmayın! Ben kalede kalan birisiymiş gibi, içeri girmeye çalışayım.


Herkes içeri girsin!

Kale kapısına iyice yaklaştığında, kapılar kapanmak üzere idi. Kapının yakınındakilerin arasına girip, onlardan biri gibi birşeylerle oyalanmaya başladı. O sırada, kapıcı seslendi:

- Herkes içeri girsin, kapıları kapatıyorum, sonra dışarıda kalırsınız!

Bu fırsatı iyi değerlendiren Hz. Abdullah, hemen içeri girdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:

İçeri girince, ahıra girip saklandım. Saklandığım yerden kapıcıyı tâkip ettim. Kapıyı kilitledi, anahtarları direğe asıp gitti. Anahtarları alıp, her tarafı dolaştım. Baktım en üst katta, Ebû Râfi arkadaşları ile sohbet ediyordu.

Ebû Râfi’nin, sohbet ettiği yerden ayrılmasını bekledim. Sohbet dağılıp yattıktan sonra, harekete geçtim. Birçok kapıdan geçtim. Her kapıyı açtıkça, kapıyı iç tarafından sürgülüyordum. Bunu, eğer Ebû Râfi’nin adamları beni farkederlerse, adamı öldürünceye kadar, bana yeteri kadar zaman kazandırsın, diye yapıyordum. Bu suretle Ebû Râfi’nin yattığı odaya kadar vardım.


Bir şey mi istediniz?

Odası karanlık olduğu için, yatanlardan hangisinin olduğunu anlayabilmek için, “Yâ Ebâ Râfi” diye seslendim. “Kim o?” diye yatağın birinden ses geldi. Hemen sesin geldiği tarafa fırlayıp, kılıcımı indirdim. Fakat kılıç tam isâbet etmemişti.

“Yetişin, birisi beni öldürmek istiyor!” diye bağırdı. O arada hemen dışarı çıkıp, değişik bir sesle dedim ki:

- Yâ Ebâ Râfi, birşey mi istediniz?

- Canı Cehenneme! Sen seslenmeden önce birisi gelip, beni oda içinde kılıçla yaraladı!

Artık hedefimi tam tesbit etmiştim. İyi bir kılıç darbesi daha indirdim. Yine yıkılmadı. Bu defa kılıcımı karnına soktum. Yere yıkılınca, odadan çıkıp merdivenleri birer ikişer atlayarak inmeye başladım. Nihâyet, merdivenlerin sonuna geldiğimi zannederek, kendimi yere attım. Hâlbuki daha yüksekteymişim. Yere düşünce, baldır kemiğim kırıldı. Bacağımı bir bezle sarıp, oraya oturdum ve kendi kendime, “Şunu öldürüp öldürmediğimi iyice anlayıncaya kadar, bu gece kaleden çıkmam” dedim.

Büyük acılar içinde kıvrana kıvrana beklemeye başladım. Bir zaman sonra, kalenin surlarına birisi çıkıp bağırdı:

- Ey Hicaz halkı! Büyük tâcir Ebû Râfi, odasında öldürülmüş olarak bulundu. İlân ediyorum!


Ebû Râfi’nin işi tamam!

Artık maksat hâsıl olmuştu. Sevinçten bacağımın ağrısını çoktan unutmuştum. Hemen arkadaşlarımın yanına varıp, dedim ki:

- Artık kurtulduk! Ebû Râfi’nin işi tamam!

Hep beraber, Resûlullahın huzûruna varıp, müjdeyi verdik. Resûlullah çok sevindi. Ayağımın kırıldığını duyunca, bana buyurdu ki:


- Ayağını uzat!

Ben de, ayağımı uzattım. Resûlullah efendimiz, ayağımı sıvazladı. Sanki hiç ağrı duymamış kimseye döndüm. Kırık tamamen iyileşmişti.

Hz. Abdullah bin Atîk, bu seriyyesinden sonra, Hayber’in fethine katılarak, burada da büyük yararlıklar gösterdi. Sonra Mekke’nin fethine ve Huneyn harbine katıldı ve çok hizmeti görüldü.

Abdullah bin Atîk hazretleri, mürtedlerle yapılan savaşta çok özlediği şehîdlik rütbesine kavuştu.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ZEYD B. HÂRİSE


Zeyd b. Hârise b. Şurâhîl el-Kelbî. Üsâme'nin babası. Ashâbın ileri gelenlerinden olup, Resûlullah (s.a.s)'ın en çok sevdiği arkadaşlarındandır. Bu yüzden sahâbe arasında "el-hubb" diye anılırdı.

Tam künyesi: Zeyd b. Hârise b. Şurâhîl (İbn İshak'a göre, Şurahbîl) b. Kâ'b b. Abdiluzza b. Imriülkays b. Âmir b. Abdivüdd b. Avf b. Kinâne b. Bekr b. Uzre b. Zeyd el-Lât b. Rufayde b. Sevr b. Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvân b. İmrân b. Luhaf b. Kuzâa'dır (İbn Hişâm, es-Sîretü'n Nebeviyye", I, 247; İbn Sa'd, et-Tabakâtıt'l-Kilbrâ, III, 40; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fı Ma'rifeti's Sahâbe, II, 281).

Kaynakların ifadesine göre; cahiliyye döneminde, Zeyd'in annesi Su'dâ, yanında oğlu olduğu halde akrabalarını ziyarete gider. Bu sırada Benî el-Kayn b. Cisr'e mensup bazı atlılar, Su'dâ'nın akrabaları olan Benî Ma'n evlerine baskın yaparlar. Zeyd'i de bu arada beraberlerinde alıp götürürler. Zeyd, bu sırada temyiz çağında bir çocuktur. Onu, Ukaz Panayırına götürüp satışa arzederler. Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Huzâm b. Huveylid de o esnada panayıra uğrayıp Mekke'ye götürmek üzere birkaç köle satın alır. Zeyd b. Hârise de bu köleler arasında bulunmaktadır. Hakîm, Mekke'ye döndüğünde, halası Hz. Hatice kendisini ziyarete gider. O da halasına köleleri göstererek, dilediği köleyi seçip götürebileceğini söyler. Hz. Hatice de Zeyd b. Hârise'yi seçer. Daha sonra O'nu, Resûlullah (s.a.s)'e bağışlar.

Kelb kabilesine mensup bazı insanlar, hac için Mekke'ye geldiklerinde Zeyd'i görüp tanırlar, Zeyd de onları tanır. Dönüşte durumu babasına haber vererek bulunduğu yeri tarif ederler. Zeyd'in babası Hârise ile amcası Kâ'b, yanlarına fidye alarak Mekke'ye gelirler ve Resûlullah (s.a.s)'ın yanına varıp: "Ey Abdulmuttalib'in oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Harem'in ehlisiniz, köleyi azad eder, esiri yedirirsiniz. Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Bize iyilikte bulun, sana fazlasıyla fidye vereceğiz" derler.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), Zeyd'i çağırtarak, kendisini istemeye gelen bu kişileri tanıyıp tanımadığını sorar. Zeyd de, bunlardan birinin babası diğerinin de amcası olduğunu söyleyerek tanıdığını ifade eder. Bu sefer Resûlullah Zeyd'e, dilerse babasıyla gidebileceğini, şayet isterse yanında kalabileceğini söyleyince, Zeyd, Resûlullah (s.a.s.)'in yanında kalmayı tercih eder. Peygamberimiz de Zeyd'i elinden tutarak Hicr denilen yere çıkarır ve: "Şahid olun, Zeyd benim oğlumdur. O bana mirasçıdır, ben de O'na mirasçıyım!" diyerek Zeyd'i evlat edindiğini ilan eder (İbn Sa'd, a.g.e., III, 40-42; İbn Hişâm, a.g.e., I, 247 vd.; el Askalânî, el-İsâbe fi Temyizi's-Sahâbe, III, 24).

Zeyd b. Hârise, Muhammed (s.a.s.)'e risalet gelinceye kadar yanında kaldı ve Resûlullah, peygamber olur olmaz O'nun risâletini tasdik edip müslüman oldu, O'nunla birlikte namaz kıldı ve: "Onları babalarının isimleriyle çağırın..." (el-Ahzab, 33/5) meâlindeki ayet nazil oluncaya kadar "Muhammed'in oğlu" diye anıldı. Bu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Zeyd, Zeyd b. Hârise olarak çoğalmaya başlandı (İbn Hişâm, a.g.e., I, 247; İbn Sa'd, a.g.e., III, 42; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise, Resûlullah (s.a.s.)'ın cefakâr dostlarından biriydi. Hemen hemen tüm sıkıntılı zamanlarında O'nunla birlikteydi. Nitekim, çevre kabileleri İslâm'a davet etmek kabilinden Tâif'e giden Rasûlüllah'ı yalnız bırakmamış, Tâiflilerin attığı taşlar Peygamber (s.a.s.)'e isabet etmesin diye kendi vücudunu siper etmiş ve başından çeşitli yaralar almıştı (İbn Sa'd, a.g.e., I, 212).

Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca, Zeyd b. Hârise de hicret etmişti. Resûlullah (s.a.s.), hicretten sonra Medine'de, ashabı arasında kardeşlik tesis ettiğinde, Zeyd'l-e Hamza b. Abdülmuttalib'i de kardeş ilan etmişti. Bu sebepten Hz. Hamza, Uhud günü şehadet şerbetini içmeden önce Zeyd'i kendisine vâsî tayin etmişti (İbn Nişâm, a.g.e., I, 505; İbn Sa,d, a.g.e., III, 44).

Zeyd b. Hârise; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla Hudeybiye Barışı ve Hayber fethinde de bulunmuştur. Resûlullah (s.a.s.), Müreysî gazasına çıktığı zaman kendisini Medine'ye vekil olarak bırakmıştı.

Bunun yanında Zeyd, komutan olarak da çeşitli seriyyelere katılmış ve üstün başarılar göstermiştir. Bu seriyyeler; Karede, Cemûm, el-Iys, et-Tarafa, Hisma ve Ümmü Kırfa'dır. Son olarak Mute Savaşı'na iştirak etmiş ve bu savaşta şehid olmuştur.

Resûlullah (s.a.s.), sancağı ilk önce Zeyd'e vermiş ve: "Şayet Zeyd şehid olursa, sancağı Câfer alsın, O da şehid düşerse, Abdullah b. Ravâha alsın" buyurmuştur. Bu üç sahâbî de Mute günü, kahramanca savaşarak Hakk'ın rahmetine kavuşmuşlardır.

Zeyd, şehid olduğu zaman 50-55 yaşları arasındaydı.

Resûlullah (s.a.s), bu üç kahraman dostunun şehadet haberini duyunca gözyaşlarını tutamayarak ağlamış ve onlar için: "Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Câfer'e mağfiret et! Allah'ım; Abdullah b. Ravâha'ya mağfiret et!" diyerek dua etmiştir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45, II, 86-90 ve 128-129; el-Askalânî, a.g.e., III, 26).

Zeyd, birkaç hanımla evlenmişti ki, bunlardan biri de Zeyneb bint Cahş'tır. Bir diğeri, Ümmü Külsüm bint Ukbe. Zeyd ondan boşanıp Dürre bint Ebî Leheb ile evlendi. Sonra onu da boşayarak Hind bint el-Avuâm (Zübeyr b. el-Avvâm'ın kız kardeşi) ile evlendi. Sonunda, Peygamber (s.a.s.), Zeyd'i, dadısı ve aynı zamanda cariyesi Ümmü Eymen'l-e evlendirdi. Ashâbın ileri gelenlerinden biri olan Üsâme, işte bu hanımdan dünyaya geldi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise; kısa boylu, çok esmer ve basık burunlu idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 44).

Halid ERBOĞA
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27


EBU NEVFEL

Server-i Kâinat zaman zaman şanlı eshabını toplar, tadına doyulmaz sohbetler yapardı.
Medine’nin nurlu gençlerinden Nevfel (RadıyALLAHu anh) bunları hiç kaçırmaz, âdeta kaydeder, kelimesi kelimesine aktarmaya bakardı.
Bir gün yüzü suyu hürmetine âlemlerin yaratıldığı server şehadetten söz açtı: “Kıyâmet gününde şehidler, Mahşer yerine gelirken; Peygamberler ayağa kalkar. Onlar; çocuklarından, akraba ve dostlarından 70.000 kişiye şefaat eder (Cehennemden kurtarırlar)”
Gel de heyecanlanma. Müjdenin güzelliğine bak.
Nevfel soluk soluğa eve koştu. İki oğlunu ve hanımını alıp geldi, Efendimizin (SallALLAHü aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı. “Yâ Resûlullah! Bir duâ etsem amin der misiniz?”
Gül yüzlü Nebi, adı güzel Muhammed (SallALLAHü aleyhi ve sellem) tebessüm buyurdular.
Nevfel büyük bir aşkla ellerini açtı ve “Yâ Rabbi” dedi, “Nevfel kulunu şehid, yavrularını yetim, hanımını dul bırak!”
Bu içli niyaza hanımı ve çocukları da katıldılar...
Nitekim Nevfel çıkdığı ilk gazada (Uhud’da) şehid oldu. Kâfirler mübarek naaşını paraladı, tanınmaz hale soktular.


Hazret-i Ali Anlatır:

“Gazâdan sonra Medine’ye dönüyorduk, şehre yaklaşınca kadınlar ve çocuklar bizi istikbale (karşılamaya) çıktılar. ALLAHü Teâlâ'nın takdirine razıydılar ama yine de bir ümit, bir merak...
Eşleri, oğulları, babaları dönecek mi bilmiyorlar.

Nitekim Nevfel’in hanımı, çocukları ve ihtiyar anası da önümüze durdular. Büyük bir muhabbetle “Gazânız mübârek olsun Yâ Resûlullah!” dediler, sonra Nevfel’i sordular.
Efendimizin güzel gözleri nemlendi, “o şehit oldu” diyemedi. Elleriyle arka tarafı işaret edip yürüdüler. Efendimizin ardından Ammar’la birlikte geliyoruz.
Nevfel’in hanımı ve çocukları bu kez bize yöneldiler.
Râsulullah Efendimizin vermediği haberi biz nasıl verebiliriz? Aynen onun yaptığı gibi yaptık, elimizle arkayı işaret ettik.
Hattaboğlu Ömer de, aynı şekilde hareket etmek zorunda kaldı, Osman bin Affan ona keza...
Kafilenin sonunda Ebû Bekir Sıddîk geliyordu, yanında Muaz bin Cebel, üç beş adım gerisinde de Zübeyr bin Avvam.
Gerçekten çok zor durumdaydı, onun “arkada işareti” yapmak gibi bir şansı kalmamıştı. Ebû Bekir’in ıstırabını anlayabiliyorduk, hem doğru konuşmak isterdi, hem de Râsulullah gibi davranmayı arzulardı. Efendimize uymamaktan hepimiz korkardık ama o daha çok korkardı.


Peki yalan? Hayır hayır böyle bir şeyi hiç yapmadı ve yapmazdı.
Nevfel’in anası, hanımı ve çocukları Sıddîk’i çevirip halkaladı, her biri ayrı tondan “Nevfel’e ne oldu” diye sormaya başladılar.
Ne söylenebilir ki? Sıkıntıya bak!

Hazret-i Ebû Bekir gözlerini yumdu ve inlercesine haykırdı:
-Yâ ALLAH!..
-Yâ Nevfel!...
Donduk kaldık, nasıl bir sessizlik oldu anlatamam. Birden ovayı bir nal sesi doldurdu ve uzaklardan bir toz bulutu kalktı. Yayından boşanırcasına koşan bir at yıldırım hızıyla yaklaştı. Süvari dizginleri çekip sordu “buyur ya Sıddîk! Beni mi çağırdın?”
Yüzünden keyfiyesini çıkarıp attı.
Aaaa Nevfel!..
Daha genç, daha taze, daha nurlu, hem kanlı, canlı...
Biraz evvel onu libaslarıyla gömmedik mi, üstüne toprak atmadık mı?

Müminler henüz hadisenin şaşkınlığını yaşarken, Cebrail Aleyhisselâm göründü. Efendimize “Yâ ResûlALLAH” diye haber getirdi, “Hak teâlânın selâmı var. Buyurdular ki:

"Eğer mağara arkadaşın bir kere daha ALLAH deseydi yüceliğim hakkı için, bütün şehidleri diriltirdim. Çünkü Ebû Bekir kulum; cahiliye devrinde bile, yalan söylemedi”.

Nevfel bundan sonrayıllarca yaşar. Nihayet duası kabul olur ve Yemame cenginde umduğuna kavuşur, şehadet şerbetini yudumlar...


 

canfeda

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Tem 2012
Mesajlar
166
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Abdullah bin Huzafe (r.a.)
Adı Abdullah bin Huzafe (r.a.) Sahabidir. Hz. Peygamber'i (s.a.v.) görmüştür. O'nun adına dış ülkelere elçilik yapmıştır. Zaman geçer, Hz. Abdullah bin Huzafe, Hz. Ömer'in halifeliğine denk düşen bir zamanda Rumlara esir düşer. Yanında asker arkadaşları da vardır. Zindana atılırlar. Psikolojik travmalara uğratılırlar. İşkence görürler. Rumlar onlara İslam'ı terk etmek için baskı uygularlar.
Ancak bu müminlerden hiçbiri yolundan caymaz.
Rum komutan Hz. Abdullah'ı gözlemler. Hz.Abdullah diğer arkadaşlarından daha farklı bir karakter sergiler. Bu hal, Rum komutanın dikkatinden kaçmaz. Abdullah, dış dünyayla, tekliflerle, baskılarla hiç ilgilenmez. Sanki uygulanan bunca işkence ve baskı bir kayaya uygulanıyormuşçasına etkilenmez. İtibar etmez, iltifat edip bakmaz bile.
Hz. Abdullah zindanda namazıyla, zikriyle, ibadetiyle meşguldür. Yüzüne sinmiş olan nurani sima, onun başka bir âleme ait olduğunu tereddüt bırakmayacak şekilde göstermektedir.


Rum komutan yanına genel valisini de alıp Hz.Abdullah'ı zindanda ziyaret eder. Hz. Abdullah'ı yakından tanımak ister. Zindanın Hz. Abdullah için bir çilehaneye değil; bir ibadethaneye, bir halvethaneye döndüğünü görür. Etkilenir. Sarsılır. Hz. Peygamber'i (s.a.v.) görmüş bu insanı kendi safına çekmek ister. Şöyle der, "Efendim. Sizin özel bir haliniz, vakarınız, duruşunuz, simanız var. İnsanı mıknatıs gibi çekiyorsunuz. Bizim dinimize -Hıristiyanlığa- girerseniz sizi komutan ve vali yaparız. Aksi takdirde öldürmek zorunda kalırız."
Bu teklif ve tehdit Hz. Abdullah'ı hiç etkilemez. İlgilenmez bile. O, zindanda lâhuti bir âlemin eşiğine gelmiş, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ayak ucuna değercesine, perdesini sıyırdığı bir muhteşem görüntünün seyrindedir. Neylesin dünyayı, neylesin valiliği, neylesin gayriyi, neylesin faniyi. Sanki Turi sina'da tecelli edeni görmektedir ki, bütün yüzüne derin bir tebessüm yayılır. Bu teslimiyet ve vakar, Rum komutanı daha da sarsar.


Zindandan hışımla çıkar. Askerlerine emreder. Büyük bir çukur kazın der. Kazarlar. Çukura odun doldurun der, doldururlar. Odunları yakın der, yakarlar. Sonra der ki komutan; esirleri tek tek getirip bu çukura diri diri atın. Dininden dönmeyen kimseyi bırakmayın.
Esirler tek tek getirilirler. Hıristiyan olmaları, İslam dinini terk etmeleri teklif edilir. Hiçbiri yanaşmaz. Teslim olmuş halde tek tek çukura atılırlar. Diri diri yanarlar. Aslında komutanın derdi Hz. Abdullah'tır. Onun ölümden korkarak Hıristiyanlık safına geçmesidir beklentisi. Ama Hz. Abdullah'ın; ateşe atılan arkadaşları için dua etmekten başka bir şey yapmadığını hayretle görür. Hz. Abdullah da sessizce ve ürküten bir tevekkülle sırasını beklemektedir.
Daha ateşe atılacak hayli asker vardır. Sıra elbette Hz. Abdullah'a gelecektir, ama Rum komutan dayanamaz. O, Abdullah'ın yalvarmasını, af dilemesini görmek istemektedir.
Abdullah'ı bana getirin, der. Ağır zincirlere vurulmuş Hz. Abdullah ayağa kalkar ve ateş dolu çukurun başına gelir.

Başımdaki saçlarım kadar canım olsa
Komutan Hz. Abdullah'ı çukura yanaştırmalarını emreder. Hz. Abdullah çukurun başına gelir. Kızgın lavlar Abdullah'ın saçlarını kavurmaya başlayınca yanaklarından iki gözyaşı sızar. Rum komutan bunu fark eder. Büyük bir heyecanla Hz. Abdullah'ı korkuttuğunu, onunla pazarlık edebileceğini zannederek hemen yerinden fırlar. Hz. Abdullah'a şöyle der: "Efendim! Sizin ateşin başına gelince korktuğunuzu gördüm. Gözyaşı döktünüz. Bu son derece normaldir. Herkes ölümden ürker. Benim size teklifim hâlâ geçerlidir. Yanımda yardımcım, şehrimizde valimiz olur musunuz?"
Hz. Abdullah başını kaldırmadan, gözleri ateşe dikilmiş halde ağır ağır şöyle cevap verir: "Siz beni yanlış anladınız. Ateşi görünce kendi kendime şöyle dedim. Şimdi bir defada ateşe atılıp öleceksin. Allah için bir defa öleceksin. Dedim ki kendi kendime; keşke başımdaki saçlarım kadar canım olsa ve her gün birini bu din için alsalar da şehitliği defalarca tatsam. Ama heyhat, bir defa ölüp gideceğim. Komutan! Benim gözyaşlarım işte bu hasretin gözyaşlarıdır."
Rum komutan duraksar. Abdullah'ın bu imanı karşısında titrediğini, iliklerine kadar üzüldüğünü hisseder. Hz. Abdullah'ın kolunu tutup ateşten kenara çeker. Ben böyle bir adamı öldüremem der. Sonra döner ve söyle bir teklif sunar. Sizin ölümden korkmadığınızı gördüm. Ama şu arkadaşlarınızı kurtarmanız için size bir fırsat veriyorum. Benim alnıma bir öpücük kondursanız, bütün askerlerinizi serbest bırakacağım. Sadece bir öpücük. O kadar.
Hz. Abdullah, Rum komutanın bu isteğini geri çevirmez. Alnını öper. Komutan da sözünde durur ve bütün askerleri serbest bırakır.

Bu alın öpülmelidir
Hz. Abdullah yanındakilerle Medine'ye döner. Olayı öğrenen Medine halkının bir kısmı Hz. Abdullah'ı eleştirirler. Bir Hıristiyanın, Rum'un alnı öpülür mü derler? Bunu duyunca halife Hz. Ömer (r.a.) ayağa kalkar ve Hz. Abdullah'ı kucaklayarak alnını öper. Bu kadar Müslüman'ı ölümden kurtaran bu alın öpülmelidir der. Böylece Medine'de tenkitlerin yolunu bıçak keser gibi keser.​
 

AcizBirKul.

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ağu 2012
Mesajlar
635
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33


EBU NEVFEL

Server-i Kâinat zaman zaman şanlı eshabını toplar, tadına doyulmaz sohbetler yapardı.
Medine’nin nurlu gençlerinden Nevfel (RadıyALLAHu anh) bunları hiç kaçırmaz, âdeta kaydeder, kelimesi kelimesine aktarmaya bakardı.
Bir gün yüzü suyu hürmetine âlemlerin yaratıldığı server şehadetten söz açtı: “Kıyâmet gününde şehidler, Mahşer yerine gelirken; Peygamberler ayağa kalkar. Onlar; çocuklarından, akraba ve dostlarından 70.000 kişiye şefaat eder (Cehennemden kurtarırlar)”
Gel de heyecanlanma. Müjdenin güzelliğine bak.
Nevfel soluk soluğa eve koştu. İki oğlunu ve hanımını alıp geldi, Efendimizin (SallALLAHü aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı. “Yâ Resûlullah! Bir duâ etsem amin der misiniz?”
Gül yüzlü Nebi, adı güzel Muhammed (SallALLAHü aleyhi ve sellem) tebessüm buyurdular.
Nevfel büyük bir aşkla ellerini açtı ve “Yâ Rabbi” dedi, “Nevfel kulunu şehid, yavrularını yetim, hanımını dul bırak!”
Bu içli niyaza hanımı ve çocukları da katıldılar...
Nitekim Nevfel çıkdığı ilk gazada (Uhud’da) şehid oldu. Kâfirler mübarek naaşını paraladı, tanınmaz hale soktular.


Hazret-i Ali Anlatır:

“Gazâdan sonra Medine’ye dönüyorduk, şehre yaklaşınca kadınlar ve çocuklar bizi istikbale (karşılamaya) çıktılar. ALLAHü Teâlâ'nın takdirine razıydılar ama yine de bir ümit, bir merak...
Eşleri, oğulları, babaları dönecek mi bilmiyorlar.

Nitekim Nevfel’in hanımı, çocukları ve ihtiyar anası da önümüze durdular. Büyük bir muhabbetle “Gazânız mübârek olsun Yâ Resûlullah!” dediler, sonra Nevfel’i sordular.
Efendimizin güzel gözleri nemlendi, “o şehit oldu” diyemedi. Elleriyle arka tarafı işaret edip yürüdüler. Efendimizin ardından Ammar’la birlikte geliyoruz.
Nevfel’in hanımı ve çocukları bu kez bize yöneldiler.
Râsulullah Efendimizin vermediği haberi biz nasıl verebiliriz? Aynen onun yaptığı gibi yaptık, elimizle arkayı işaret ettik.
Hattaboğlu Ömer de, aynı şekilde hareket etmek zorunda kaldı, Osman bin Affan ona keza...
Kafilenin sonunda Ebû Bekir Sıddîk geliyordu, yanında Muaz bin Cebel, üç beş adım gerisinde de Zübeyr bin Avvam.
Gerçekten çok zor durumdaydı, onun “arkada işareti” yapmak gibi bir şansı kalmamıştı. Ebû Bekir’in ıstırabını anlayabiliyorduk, hem doğru konuşmak isterdi, hem de Râsulullah gibi davranmayı arzulardı. Efendimize uymamaktan hepimiz korkardık ama o daha çok korkardı.


Peki yalan? Hayır hayır böyle bir şeyi hiç yapmadı ve yapmazdı.
Nevfel’in anası, hanımı ve çocukları Sıddîk’i çevirip halkaladı, her biri ayrı tondan “Nevfel’e ne oldu” diye sormaya başladılar.
Ne söylenebilir ki? Sıkıntıya bak!

Hazret-i Ebû Bekir gözlerini yumdu ve inlercesine haykırdı:
-Yâ ALLAH!..
-Yâ Nevfel!...
Donduk kaldık, nasıl bir sessizlik oldu anlatamam. Birden ovayı bir nal sesi doldurdu ve uzaklardan bir toz bulutu kalktı. Yayından boşanırcasına koşan bir at yıldırım hızıyla yaklaştı. Süvari dizginleri çekip sordu “buyur ya Sıddîk! Beni mi çağırdın?”
Yüzünden keyfiyesini çıkarıp attı.
Aaaa Nevfel!..
Daha genç, daha taze, daha nurlu, hem kanlı, canlı...
Biraz evvel onu libaslarıyla gömmedik mi, üstüne toprak atmadık mı?

Müminler henüz hadisenin şaşkınlığını yaşarken, Cebrail Aleyhisselâm göründü. Efendimize “Yâ ResûlALLAH” diye haber getirdi, “Hak teâlânın selâmı var. Buyurdular ki:

"Eğer mağara arkadaşın bir kere daha ALLAH deseydi yüceliğim hakkı için, bütün şehidleri diriltirdim. Çünkü Ebû Bekir kulum; cahiliye devrinde bile, yalan söylemedi”.

Nevfel bundan sonrayıllarca yaşar. Nihayet duası kabul olur ve Yemame cenginde umduğuna kavuşur, şehadet şerbetini yudumlar...



Mükemmel böyle bişey olamaz ya Mükemmellll
Ya Allah !!! ne kaadar büyüksün Rabbim
Tüylerim diken diken oldu okurken
Kardeşim Allah senden razı olsun
 

gül7

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Haz 2012
Mesajlar
211
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ebu Nevfel bir sahabe seçelim konusunda bana çıkmıştı çok güzel rabbim çok büyük...
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
BEŞİR BİN SA'D (r.a)
Hz.Beşir Medineliydi. İkinci Akabe Biatına katılmış, her türlü tehlikeye karşı Resulullahı koruyacağına dair orada söz vermişti. Hayatı boyunca bu sözüne sadık kaldı. Resulullah ile birlikte aşta Bedir olmak üzere bütün savaşlara iştirak etti.

Hz.Beşir büyük Sahabi Abdullah bin Revaha'nın (r.a.) kız kardeşiyle evliydi.

Hendek savaşında hanımı kızına bir miktar hurma vererek, "Bunu babana ve dayın Abdullah'a götür" demişti. Kız Resulullahın yanından geçerken Peygamberimiz (a.s.m), "Kızım yanındaki nedir?" diye sormuştu. Bundan sonrasını Hz.Beşir'in kızı şöyle anlatıyor:

"Yanımdaki hurmadır, ya Resulallah, annem babamla dayıma gönderdi dedim. 'Onu bana ver' buyurdu. Ben de hurmaları iki avucuna döktüm. Avuçlarını bile doldurmamıştı. Sonra bir bez istedi. Bezi getirdiler ve yere serdiler. Resulullah (a.s.m) hurmaları bezin üzerine dağıttı. Sonra da yanında bulunanlara 'Kumanyaya geliniz' buyurdu. Orada bulunanların hepsi yediği halde hurma artmıştı. Bu mucizeyi gören Sahabilerin maneviyatı arttı."

Beşir b. Sa'd'ın kumandan olarak iştirak ettiği küçük çapta seriyyeler de oldu. Bir defasında Peygamberimizin emri üzerine Mürre Kabilesi üzerine yürüdü. Bu seriyyede yaralandı. Başka bir sefer de Gatafan Kabilesinin Müslümanlara saldıracağını haber almıştı. Beşir bin Sa'd kumandasında 300 kişilik bir birlik hazırladı. Gatafanlılar bunu haber alınca kaçtılar. Beşir bin Sa'd (r.a) onların yurduna girdi. Pek çok ganimet ele geçirdiler. İki kişiyi de esir alarak Medine'ye döndüler. Bu iki esir sonradan Müslüman oldu. Peygamberimiz Hz.Beşir'in bu başarısını tebrik etti. Ona iltifatta bulundu.

Hz.Beşir zaman zaman Resulullaha suallar sorardı. Bir defasında şöyle bir sual sordu: "Ya Resulallah! Cenab-ı Hak bize senin üzerine salavat getirmemizi emretti. Acaba sana nasl salavat getireceğiz?" Peygamberimiz bir müddet sükût etti. Cevap vermedi. Bunun üzerine Sahabiler Hz.Beşir'e karşı hoşnutsuzluklarını belirttiler. Keşke bunu sormasaydı diye düşündüler. Fakat biraz sonra Peygamberimiz "Salli ve Barik" dualarını okudu ve böyle salavat getirmelerini emretti. Böylece Hz.Beşir'in suali üzerine Resulullaha nasıl salavat getireceğimizi öğrenmiş olduk. (1)



(1) Tabakat, 3:531 Müslim, Salat:65
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Selamün Aleyküm...
Allah ecrini versin inşallah.. çok güzel bir konu açmışsınız...
inşallah sürekli güncel tutmaya çalışalım herkes nasiplensin bu yıldızlardan...
Allah onlardan razı olsun..
bazen takip de sıkıntı yaşayabiliriz.. . o yüzden 2 ve ya üç gün de bir tane yıldız da olabilir...
Rabbimiz faydalanıp uygulayanlardan eylesin.. amin...
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Selamün Aleyküm...
Allah ecrini versin inşallah.. çok güzel bir konu açmışsınız...
inşallah sürekli güncel tutmaya çalışalım herkes nasiplensin bu yıldızlardan...
Allah onlardan razı olsun..
bazen takip de sıkıntı yaşayabiliriz.. . o yüzden 2 ve ya üç gün de bir tane yıldız da olabilir...
Rabbimiz faydalanıp uygulayanlardan eylesin.. amin...

Aleyküm selam .. ALLAH razı olsun sizden ... Güncel tutmaya çalışırım ben elimden geldiğince ama bir ricam var okuyanlardan sadece okumakla kalmasınlar yada çok güzel yazı deyip bırakmasınlar ders alabilirsek sahabelerimizden yaşantılarından güzel olur değilmi ...
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ADÎ BİN HÂTİM TÂÎ
Âilece cömert olan sahâbî

Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Peygamber efendimizin emriyle zaman zaman Medîne dışındaki kabîlelere seferler düzenler, buralardaki halkı İslâma da'vet ederlerdi. Da'veti kabûl etmiyenlerle savaş yapılır, ganîmet ve esir alınırdı.

Tay kabîlesi üzerine yapılan seferde, reisleri, Adî bin Hâtim kaçtı. Kardeşi Sefâne esir alındı. Kendisine çok iyi muâmele yapıldı. Çünkü babası meşhûr cömertlerdendi. Onun cömertliğine hürmeten, kızına iyi muâmele yapıldı.

Bu melik değildir

Peygamber efendimiz, Sefâne'yi kardeşini bulup getirmesi için serbest bıraktı. O da kardeşini bulup başından geçenleri anlattı. Kardeşi Adî bin Hâtim, kardeşinin anlattıklarından cesâret alarak, Medîne'ye gitti. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Medîne'ye vardığımda, Resûlullah efendimiz Mesciddeydi. Huzûruna varıp, selâm verdim. Bana:

- Kimsiniz, buyurdu. Ben de:

- Adî bin Hâtim'im, dedim.

Beni alıp evine götürdü. Yolda giderken, yaşlı bir kadın, ihtiyaçlarını arz etti. Onunla ilgilenip, ihtiyaçlarını giderdi. Bu hâli görünce, "Bu, melik değildir" dedim.

Eve varınca, içi lifle dolu bir minder gösterip, "Buraya oturun!" buyurdu. Ben oturmak istemedim. Israr edince mecbûren oturdum. Kendisi de yere oturdu. Kendi kendime, "Vallahi bu melik olamaz, melik olan kimse bu kadar tevâzu ehli olamaz!" dedim. Sonra bana:

- Yâ Adî bin Hâtim, Müslüman ol ki, selâmette olasın, buyurdu. Ben de:

- Benim dînim vardır, dedim. Bunun üzerine:

- Senin dînini senden daha iyi bilirim. Sen Rakusiyye dîninden değil misin? Kavminin dörtte bir ganîmetini yemiyor musun? Bu senin dîninde sana helâl değildir, buyurdu. Ben içimden:

- Vallahi doğru söylüyor. Bilinmiyen şeyleri biliyor. Bu peygamberdir, dedim. Sonra buyurdu ki:

- Yâ Adî bin Hâtim, seni İslâma girmekten alıkoyan nedir? Seni "Lâ ilâhe illallah" demekten uzaklaştıran nedir? Allahtan başka ilâh var mı? Neden çekiniyorsun? Seni, Allah büyüktür demekten alıkoyan nedir?

Bu sözleri büyük bir huşû içinde dinledim. Bu kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü bir kimse yalancı olamazdı. Hemen Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum.

Beni tanıdınız mı?

Resûlullah sonra beni, kabîleme İslâmiyeti anlatmak ve onların zekâtlarını toplamak için geri gönderdi. İlk zekât toplıyan ben oldum. Kabîlemin Müslüman olmasına vesîle oldum.

Birgün kabîlemden birkaç kişi ile beraber, Hz. Ömer'in huzûruna gitmiştik. Kendisine sordum:

- Beni tanıdınız mı?

- Evet tanıdım! Sevgili Peygamberimize kavmin inanmadığı bir zamanda sen inandın, vefâkâr oldun! Kavmin sana zulmettikleri zaman onlara sabreden sensin! Muhakkak ki, kabîlesinde ilk zekâtı toplayıp, Peygamber efendimizi sevindiren de sensin.

Adî bin Hâtim hazretleri, dünyaya hiç kıymet vermez, kazandığını fakîrlere dağıtırdı. Peygamber efendimizin huzuruna gittiğinde ona yanında yer verirdi. Kendisine iltifatlarda bulunurdu.

Allahü teâlâ ona uzun bir ömür verdi. Hz. Ali'nin vefâtından çok sonra 120 yaşında Kûfe'de vefât etti. Ölünceye kadar, İslâmiyeti yaymak için çırpındı. Vaktini hiç boşa geçirmezdi.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ABDULLAH ZÜLBİCADEYN (r.a)

Saadet asrının mimarı, iki cihan güneşi Resulullah Efendimiz (s.a.v) , Kur'an hakikatlerini cihanşümül bir sesle ilan ederken, Cahiliye Devrinin kökleşmiş batıl adet ve itikadlarını da temizliyordu. İnsanlık tarihi içinde böylesine muazzam bir inkılabın eşine rastlanmamıştı. Adet ve inançlarına, gelenek ve itikadlarına taasup ölçüsünü dahi aşan bir inatçılıkla bağlı olan Cahiliye Devri insanlarının dem ve damarlarına, yep yeni bir iman aşısını yaparken, o Yüce Peygamber (s.a.v) hep kendisine emredilen "İstikamet üzere ol" ilahi hitabına bağlı kalmıştı.

Kendilerini tabiatın dışına çıkarmış, ferdi ve içtimai hayatı insanî özlerinden ziyade, hayvanî hususiyetlerine bina etmiş müşrik ve münkirler, Hz.Peygamberin (s.a.v) getirdiği habere karşı isyan ve şiddet içinde bulunduklarında, onu defalarca öldürmeye, yok etmeye, ona işkence ve azap vermeye kalktıklaında, o , Kur'ani düsturların dışına çıkmamıştı. Hz.Peygamber (s.a.v) putperestliğe karşı tavrı, bütün batıl inançları olduğu gibi, inkar ve şirkin sembolik ifadesi olan putları da ortadan kaldırmayı gerektiriyordu. Cahiliye Devri insanları, içlerindeki batıl inançların dışa taşan işareti olarak putları kudsî görüyor ve ibadet ediyorlardı.



İşte, Cahiliye döneminin inançlarını hatırlattığı ve putlara kul olmak manasını taşıdığı için Peygamberimizin (s.a.v) ismini değiştirdiği şahıslardan biri de, Abdullah Zülbicadeyn idi (r.a). Suffe medresesinin bu muhterem talebesinin İslama girmeden önce, "Uzza" isimli putun kulu manasına gelen Abdüuzza idi. Müslüman olduğunda Resulullah Efendimiz, "Hayır, sen Abdüluzza değil, Abdullah'sın" buyurarak onun ismini değiştirdi. (1)

Abdullah Zülbicadeyn (r.a) yetimdi. Amcasının yanında kalıyordu. Amcası ona çeşitli ikramlarda bulunurdu. Bir gün Abdullah'ın Müslüman olduğunu öğrenince çok kızdı. Abdullah'ı yanına çağırdı ve "Duyduğuma göre, sen Muhammed'e tabi olmuşsun. Eğer bundan vaz geçmezsen, sana verdiğim elbiseler dahil, bütün ikramlarımı, hediyelerimi geri alırım." dedi. Hz.Abdullah onun bu tehditine aldırış etmedi. Pervasız bir şekilde, "Evet amca, ben Müslümanım" cevabını verdi.

Bunun üzerine amcası, üzerindeki elbiselere varıncaya kadar ona verdiği herşeyi geri alarak annesine gönderdi. Annesi de kalın bir elbise verdi. Abdullah üzerindeki bu elbiseyle Resulullaha giderken yolda elbisesi ikiye ayrıldı. O da, elbisenin bir kısmını belinden alt tarafına, diğer kısmını sırtına aldı. Öylece Resulullahın huzuruna gitti. Başından geçenleri Peygamberimize anlattı. Onun bu fedakarlığı Resulullahı çok duygulandırdı. Ona iltifatta bulundu. Ayrıca, "İki elbise sahibi" manasına gelen "ZÜLBİCADEYN" lakabını verdi. Bundan böyle Hz.Abdullah bu lakabıyla birlikte anılacaktı.

Hz.Abdullah Müslüman olduktan sonra, devamlı Resulullah ile beraber kalmayı arzu etti ve ondan bir dakika olsun ayrılmak istemedi. Resulullah ile beraber kaldıktan sonra gece gündüz Kur'an okur, dua ve ibadetle meşgul olurdu. Bazı günler Resulullahın kapısına gider, oturur, tesbih ve tekbirle vakit geçirirdi. Hz.Ömer (r.a.) Resulullaha giderek, bu hareketin riya olup olmadığını sorduğunda, Hz.Peygamber, "Ey Ömer, bırak onu. O, Allah'a dua eden, yalvaran kalbi yanıklardandır." (2) buyurdu.

Hz.Abdullah, Resulullah ile birlikte Tebük Seferine katıldı. Çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Sonunda şehid oldu. Kabir kazma ve defin işiyle Peygamberimiz, Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer meşgul oldu. Peygamberimiz onun naşını kabre koyduktan sonra, "Ey Allah'ım, ben ondan razıyım, Sen de ondan razı ol" diye dua etti.

Peygamberimiz onun vefatından müteessir olmuştu. Bunu gören Sahabiler , "Ya Resulullah, Abdullah'ın vefatına üzüldünüz" dediler. Peygamberimiz, "Evet çünkü o Allah ve Resulünü seviyordu" buyurdu.

Orada hazır bulunan Sahabilerden Abdullah bin Mes'ud (r.a.) der ki: "Vallahi, ben ondan onbeş yıl önce Müslüman olmuştum. Keşke şimdi şu kabrin sahibi ben olsaydım." (3)

Allah ondan razı olsun.

(1) Üsdü'l-Gabe, 3:123
(2) Üsdü'l-Gabe, 3:122
(3) M. Asım Köksal - İslam Tarihi c.7 s.315
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ABDULLAH BİN SÜHEYL
Bedir'de babasına karşı savaşan sahâbî


Abdullah bin Süheyl ilk Müslüman olanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine kadar Müslümanlığını gizledi. Sonra Habeşistan’a hicret eden kâfileye o da iştirak etti. Habeşistan’dan dönüşünde, babası tarafından hapsedilip, işkence yapılmış, Müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldı. Çâresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü. Aslında, istemiyerek îmânını gizlemişti.

Peygamberimizin ve Müslümanların çoğunluğu Medîne’de bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte ve durumları iyiye doğru gitmekteydi.

İşine yaramıştı

Mekke müşrikleri bunu bir türlü hazmedemiyorlar ve en kısa zamanda, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla hazırlanmışlardı. Bu Abdullah bin Süheyl’in işine yaramıştı. Bedeni müşrikler arasında ama, rûhu Resûlullah ve Müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür ordusu arasında bulunmak istemiyordu ama, Resûlullaha kavuşmak için bir müddet sebredecekti.

Bu arada, babası kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyasında olup bitenleri, rûhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve etrafındakilere aslâ hissettirmiyordu. Günler böyle geçti. Babası, onda anormal bir durum, İslâmiyete dâir bir belirti görmediğinden, artık onun hakkında şüphesi kalmamıştı.

Hâlbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyasından, Resûlullahın Cennet misâli huzûrlarına, onun mübârek sohbetlerine, Müslümanların o saâdet ve mutluluk dünyasına nasıl kavuşacağının plânlarını yapmaktaydı.

Abdullah bin Süheyl, sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı. Onun durumundan, kimsenin haberi yoktu. Müşriklerin, Müslümanlardan birkaç misli fazla olan küfür ve şirk ordusu, Bedir’e varmış, bütün techizatı yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Karşılıklı tek tek vuruşmalar bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harp iyice kızışmıştı.

Hakkımda hayırlı kıldı

Abdullah bin Süheyl için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Fırsatı kaçırmadı ve Müslümanların saflarına katıldı. Böylece, günlerden beri hayâli ile yaşadığı dünyanın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeye başlamıştı. Bu, rûhlara hem gıda ve hem de şifâ olan bir hava idi. O, Allahü teâlânın sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihâd ediyordu. Ne büyük saâdetti. Kıyâmete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti.

Babası Süheyl, onun bu hareketine çok kızmış ve ağır laflar söylemişti. Abdullah ise babasına, “Allahü teâlâ bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı” diye cevap verdi. Abdullah bu esnâda 27 yaşında idi.

Abdullah bin Süheyl artık yerinde duramıyordu. Aslanlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı. Sanki önceki Süheyl değildi. Diğer Sahâbe-i kirâm gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk ordusu perişan oldu. Abdullah’ın babası da esîr düşmüş, daha sonra fidye ile kurtulmuştu.

Abdullah bin Süheyl, Bedir’den sonra Uhud ve Hendek gazâlarına katılmış, Hudeybiye antlaşmasında da hazır bulunmuştur. Fakat bu antlaşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine bir hançer gibi saplanmış ve çok üzülmüştü. Çünkü bu antlaşmada, Mekkeli müşrikleri, babası Süheyl temsil etmiş ve antlaşmaya “Allahın Resûlü” ifâdesinin yazılmasına itiraz ederek demişti ki:

- Biz senin Resûlullah olduğunu kabûl etseydik seninle savaşmazdık.

Müslümanları üzmüştü

Onun bu kaba hareketleri Abdullah’ı çok üzmüştü. Resûlullah efendimiz, onun bütün şartlarını kabûl etmişti. Antlaşma imzalanmadan önce olan bir olay da, bütün Müslümanları üzmüş, Resûlullah efendimiz de mahzûn olmuştu.

Çünkü, Abdullah bin Süheyl’in küçük kardeşi Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekke’de zincire vurulup, hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup kaçmış, Hudeybiye antlaşması imzalanırken, kendini Resûlullahın mübârek ayaklarının dibine atarak demişti ki:

- Beni kurtar yâ Resûlallah!

Fakat müşriklerin temsilcisi olan babası Süheyl oğlunu orada görünce, Ebû Cendel’i boynundan tutup dedi ki:

- Yâ Muhammed! Antlaşmamız üzerine bana geri çevireceğin insanların ilki budur!

Resûlullah efendimiz, onu teslim etmek istememişti. Bunun üzerine Süheyl diretti:

- O zaman antlaşmayı imzalamam!

Ancak Resûlullah bu antlaşmanın yapılmasını, birçok sebepten dolayı istiyorlardı. Bütün taleplere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi.

Ebû Cendel’in, babasına teslim edilirken söylediği sözler, bütün Müslümanların gözlerini yaşartmıştı. Başlangıcı Müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye antlaşması, daha sonra, Müslümanların lehine netîce vermiş, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bu antlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflandırmıştır. Ebû Cendel hazretleri de, bilâhare kurtulmuş, sağ sâlim Medîne’ye dönmüştür.

Hudeybiye antlaşmasından iki sene sonra, Abdullah bin Süheyl Mekke’nin fethinde de bulundu. Mekke fethedilmiş, öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların arasında, Abdullah bin Süheyl’in babası da vardı. Babasına dayanamamıştı.

Ben de şehîd olsaydım

Babasının öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Resûlullaha arz edildi. Resûlullah efendimiz Hz. Abdullah’ın bu istirhâmını kabûl etti. Babasına bir emannâme verildi. Daha sonra babası Süheyl bin Amr Müslüman oldu. Sahâbelik şerefine nâil oldu. O kadar ihlâslı bir Müslüman oldu ki, Resûlullahın âhırete teşrifleri sırasında konuşmaları ile, birçok kimsenin, dinden dönmesine mâni oldu.

Abdullah bin Süheyl, Yemâme’de Cevaş muharebesinde şehîd olmuştu. Hz. Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke’nin ileri gelenleriyle birlikte, oğlunun şehâdetinden dolayı, babası Süheyl’e tâziyede bulunmuşlardı. Oğullarına her türlü işkenceyi daha önce yapmış olan Süheyl dedi ki:

- Keşke ben de şehîd olsaydım. Resûlullah efendimiz bana, şehîdin, âilesinden 70 kişiye şefâ’at edeceğini bildirdi. Ben oğlumun benden önce kimseye şefâ’at etmiyeceğini umuyorum.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ERVA BİNTİ KÜREYZ (r.anha)
HZ.OSMAN (r.a)'IN ANNESİ



Ervâ binti Küreyz radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin hala kızı... Hazreti Osman (r.a)’ın annesi... Cahiliye karanlığından kurtulup İslâm’ın nûrûna koşan ilk hanım sahâbilerden...

O Mekke’de doğdu. Babası Küreyz İbni Rebîa’dır. Annesi Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizin halası Ümmü Hakîm Beyzâ binti Abdûlmuttalib’dir.

Ervâ Hatun yeni dinin geldiğini son peygamberin gönderildiğini duyar duymaz İslâm’ın nurûna koşan ilk hanım sahâbîlerdendir. Rasûlullah (s.a) efendimizin dâvetine icabet ederek İslâm’la şereflenen ilk müslümanlar arasında ismi geçmektedir.

Mekke’de Hz. Ebû Bekir, Talha, Zübeyr, Abdurrahman İbni Avf ve Ammar İbni Yâsir (r. Anhüm)’ün anneleriyle birlikte İslâm’ın ilk yıllarında müslüman olduğu rivayet edilmektedir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır.

Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) Câhiliye döneminde Affân ibni Ebi’l-Âs ile evlenmiştir. Bu evlilikten OSMAN adında bir oğlu ÂMİNE adında da bir kızı olmuştur.

Affân’ın ölümünden sonra Ukbe İbni Ebî Muayt ile evlendi. Bu evlilikten de altı çocuğu dünyaya geldi.

Velid

Umâre

Hâlid

Ümmü Gülsüm

Ümmü Hakîm

Hind.

Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) inancından asla tâviz vermeyen bir karaktere sâhibti. Şirke düşmemek için adeta çırpındı durdu. Bir anne olarak çoluk çocuğuna sahip çıktı. Onların bedenen ve kalben sağlam yetişmeleri için çok gayret sarfetti. Yeni dinin güzelliklerini onlara anlatarak Allah ve Rasülünün sevgisini kalblerine yerleştirip putlardan uzaklaştırmaya ve onları putlara tapınmaktan korumaya çalıştı. Çocuklarının hemen hepsi Rasûlullah (s.a) efendimize biat ederek İslâmiyeti kabul etti. Kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.

Ervâ (r.anhâ) İslâm’ın ilk yıllarında diğer müslüman kardeşleriyle birlikte çilelere sabretti. Müşriklerin ezâ ve cefâsına aldırış etmeden îmanını koruma mücâdelesi verdi. Müslümanlara hicret izini çıkınca o da hicret etti.

Ervâ (r. anhâ) sözünün eri bir hanımefendiydi. Rasûlullah (s.a) efendimize yaptığı biatı ona verdiği sözü hiçbir zaman unutmadı. Onun risâletini her yerde her zaman tasdik edip dâvâsına yardımcı olarak hayatını geçirdi. İnancı uğruna canını malını fedâ eyledi. Muhacir oldu. Bu sebepten doğup büyüdüğü şehirden çıkmak zorunda kaldı. Sevgili Peygamberimiz Mekke’den ayrılınca o da kızı Ümmü Gülsüm ile beraber Medine’ye hicret etti. Ömrünün sonuna kadar bu güzel şehirde kaldı.

Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) bir anne olarak çocuklarının iyi yetişmeleri için çok gayret göstermiştir. Onların terbiyelerine ve imanlı yaşamalarına çok önem vermiş onları sevgiyle kuşatmıştır. Müminlerin üçüncü halifesi Hz. Osman (r.a) gibi edeb ve haya timsâli bir evlâd yetiştirmesi onun bu gayretinin bir işareti olsa gerektir.

Ervâ Hatun sevgili Peygamberimiz’in iki kerimesine Ümmü Gülsüm ve Rukıyye (r. anhûma)’ya kayın vâlide olmuştur. Onları canı gibi korumuş ve gözetmiştir. Onların huzur ve mutluluğu için çalışmıştır.

O uzun bir ömür yaşamış ve oğlu Hz. Osman (r.a)’ın halifelik dönemine yetişmiş bir bahtiyar annedir. Doksan küsür yaşlarında iken Hz. Osman (r.a)’ın halifeliği döneminde Medîne’de vefat eyledi. Cennetü’l-Bakî’aya defnedildi.

Ervâ binti Küreyz (r. anhâ)’nın kabre konulmasından sonra Hz. Osman (r.a) annesine karşı derin bir sevgi hürmet göstermiştir. Kabrinin başından uzun bir müddet ayrılamamıştır. Buna dair hatırayı sahâbe-i kiramdan Abdullah İbni Hanzala (r.a) şöyle nakleder:

“Hz. Osman (r.a) anneciğini kabre koyduktan sonra başında durdu ve uzun bir müddet ayakta dua etti. Kabristandan dönüp Mescid-i Nebî’ye geldi. İçeri girdi ve namaza durdu. Secde halinde iken:

“Ey Allahım! Anneme merhamet eyle!.. Ey Allahım! Anneme mağfiret eyle!..” diye göz yaşları içinde uzun uzun dua etti.

Allah onlardan razı olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine mazhar eylesin. Amin
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Allah c.c. razı olsun...
Takip etmeye... nasiplenemeye devam ediyoruz inşallah..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt