Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Fatiha suresi...... (1 Kullanıcı)

Kur'ana sevdalı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ara 2008
Mesajlar
2,706
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
48
Fatiha Hakkında

--------------------------------------------------------------------------------

Müddesir sûresinden sonra Mekke'de inmiştir. 7 (yedi) âyettir. Kur'an'ın ilk sûresi olduğu için açış yapan, açan manasına "Fâtiha" denilmiştir. Diğer adları şunlardır: Ana kitap manasına "Ümmü'l-Kitâp" dinin asıllarını ihtiva eden manasına "el-Esâs", ana hatlarıyla İslâm'ı anlattığı için "el-Vâfiye" ve "el-Seb'u'l-Mesânî", birçok esrarı taşıdığı için "el-Kenz". Peygamberimiz "Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz" buyurmuştur. Onun için, Fâtiha, namazların her rekâtında okunur. Manası itibariyle Fâtiha, en büyük dua ve münâcâttır. Kulluğun yalnız Allah'a yapılacağı, desteğin yalnızca Allah'tan geldiği, doğru yola varmanın da doğru yoldan sapmanın da Allah'ın iradesine dayandığı, çünkü hayrı da şerri de yaratanın Allah olduğu hususları bu sûrede ifadesini bulmuştur. Kur'an, insanlığa doğru yolu göstermek için indirilmiştir. Kur'an'ın ihtiva ettiği esaslar ana hatları ile Fâtiha'da vardır. Zira Fâtiha'da, övgüye, ta'zime ve ibadete lâyık bir tek Allah'ın varlığı, O'nun hakimiyeti, O'ndan başka dayanılacak bir güç bulunmadığı anlatılır ve doğru yola gitme, iyi insan olma dileğinde bulunulur.
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
45
selamün aleyküm Allah razı olsun kardeşim faydalı bir çalışma olmuş.
 

Aşk-ı Hicab

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Şub 2009
Mesajlar
12,148
Tepki puanı
25
Puanları
38
Yaş
39
Es selamu aleyküm..
Allah celle celaluhu razı olsun ..

Manası itibariyle Fâtiha, en büyük dua ve münâcâttır.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Fatiha suresi'nin 7.inci ayetin tefsiri..(Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)


7- Özetle Allah'ın her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar. İnsan tarafından konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler. Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah'ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed hidrostatik kanununu, Nevton yerçekimi kanununu, Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi Ebu Hanife Hazretleri de kıyası, fıkıh (İslâm hukuku) kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bunlar, onlar tarafından konmuş olsaydı eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah'ın kanununun keşf edilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil keşf eden ve ortaya çıkaran kimselerdir. Çünkü Allah'ın kanunları içinde gizli olanları da vardır. ise açık mânâsını da içerdiğinden dolayı bunları ortaya koymaya vesile olacak apaçık ve işlek bir esas yolu anlatıyor ve Allah'ın kanunu olmayan, Allah'ın yardımı ile hiç ilgisi bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden sakındırdığı gibi, hidayet de iyiliğe yorumlanacağından, doğrudan doğruya kötülüğe götürmekte hak olan kanunlardan da sakındırılmış oluyor. Fakat bu son sakındırmada bir dayanak aramak gerekir. Çünkü kötülükten sakındırmak için onu tanımak ve tanıtmak da bir iyiliktir. Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır? Bundan dolayı hidayet kelimesindeki iyilik mânâsı, doğru yol, hak yol kavramından kötülük kanunlarının mutlaka uzaklaştırma ve çıkarmasını değil, belki iyilik kanunlarını emirler olarak olumlu ve kötülük kanunlarını yasaklar olarak olumsuz bir ölçüyle kayıt ve şarta bağlamayı gerektirecektir. İşte hemen ardından bedel yolu ile "O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların yoluna değil." âyetleri, bu olumsuz ve olumlu yönleri de ortaya çıkarıyor. Demek ki "es-sırata'l-müstakîm" lâm-ı ahd (belli bir şeye işaret eden el takısı) ile hak dinin tam tarifidir. Ondan sonrası da bunun açıklamasıdır. İn'âm nimet vermek, nimeti ulaştırmaktır. Aslında müteaddî (geçişli)dir. Fakat en üstünlük mânâsına gelmekle nimet verenin yüceliğini ve nimetin yükselmesine işaret etmek için "" ile sılalanmıştır (bağlanmıştır). Nimet aslında insanın tad aldığı durum, yani güzel durumdur ki mutluluk tadı demektir. Bundan alınarak bu tad almaya sebep olan şeylere ad olmuştur. Aslı yumuşaklık demek olan nüûmet ile ilgilidir. Arapçada ilk mânâda daha çok üstün ile (na'met) olarak kullanılır. Çünkü " " denilmiştir. Yani nice nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur. Mesela ekmeği vardır yiyemez, yerse tadını bulamaz. Allah'ın nimet vermesi esas tadını bulmadadır. Allah Teâlâ'nın nimetleri ise sayılamaz. "Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34). Fakat başlıca dünya ve ahiretle ilgili olmak üzere iki kaynak da düşünülebilir. Dünyaya ait nimetler iki kısımdır. Vehbî (Allah vergisi) ve çalışarak elde edilenler. Vehbî ya ruh ile ilgili veya cisim ile ilgilidir, başka bir ifade ile ya manevi veya maddidir. Ruhla ilgili olanlar ruhun bedene üfürülmesi, akıl ve zekanın parlaması ve bunlara tabi olan anlayış, düşünce, konuşma, vicdanın (iç duygunun) sağlam olması; cisim ile ilgili olanlar vücut ve vücut organları ve bunlardaki sinirler, kaslar, hazm ve diğer maddî kuvvetler, yaratılış ve onu tamamlayan durumlar ve şekillerden oluşan şeyler gibi. Çalışılarak kazanılanlar da nefsi utanılacak şeylerden temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk ve cömertlik, yiğitlik, doğruluk ve namus ile süslemek, vücudu güzel şekiller ve beğenilen ahlâklar ile süslemek, câh yani mevki ve sosyal onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir. Ahiret nimetleri, dünyada meydana gelen ifrat (aşırı gitme) ve tefrit (tersine aşırılık)lerini bağışlayarak rızasına erdirmek ve Allah'a yakın meleklerle beraber cennetin en yüksek tabakasında sonsuza dek huzur ve sükuneti elde etmektir ki, bu da Allah tarafından verilen ve çalışma ile kazanılan ruhanî ve cismanî kısımlara ayrılır. Bunların hepsi başlı başına ve hemen düşünüldükleri zaman şüphesiz birer nimettirler. Fakat her biri geleceğine ve kendisinden sonrakine göre göz önünde bulundurulunca başlangıçta nimet zannedilen birçok şeylerin gerçekte şiddetli ceza ve bela çıktığı da bir gerçektir. Bunun aksine de başlangıçta acı ve şiddetli ceza görünen bazı musibetlerin daha sonra büyük bir nimete ve mutluluğa vesile olduğu da bir gerçektir. Ve safâdan (gönül şenliğinden) sonra sıkıntı ne kadar acı ise, sıkıntıdan sonraki gönül şenliği de o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddi ve gerçek olan nimet ve mutluluğun sonu her halde sağlam olanlardır. Bundan dolayı esas istenecek şey yalnız nimetin başlangıcı değil, sonuca selametle yetiştiren nimetler olmalıdır. İslâm kelimesinin de ilham ettiği bu husus vasfı ile anlatılıyor. Bu şekilde "en'amte aleyhim"de nimet ve nimet verme her şeyi kapsayan ve genel bir mânâ ifade eden bir kelime olmamakla beraber mânâsının kayıtsız ve şartsız olması ile her türlü nimet için muhtemel olup her türlü nimeti kapsayabileceğinden kapsamına giren nimetler tahsis olunmak için, öfke ve sapıklıktan sâlim olma kaydı ile şarta bağlanmış ve tam anlamıyla nimet ifade edilmiştir ki, bu da ahiretle ilgili nimetleri ve ona vesile olan vehbî (Allah vergisi), kesbî (çalışma ile elde edilen), ruhanî (ruhla ilgili), cismanî (cisimle ilgili) dünya nimetleri demektir. Bunların başı da yaşama hakkı, hürriyet hakkı, iman, vicdan sağlığı, güzel ahlâk, sosyal düzelme, faydalı ilim ve iyi ameldir. İslâm literatüründe hürriyet, kişi haklarına sahip olma diye tanımlanır. (Keşf-i Pezdevî). Bunun tam tersi, (kişinin) haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. Hakların aslı ise, Allah'ın koymuş olduğudur. Bundan dolayı herhangi bir kişi, Allah'ın koyduğu hukuku, kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye, bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkum olabiliyorsa o artık yalnız Allah'ın kulu değildir ve onda bir esirlik payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri yalnız hakkın gereği için değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. Bundan dolayı Allah Teâlâ'yı tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet hakkını farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ'dan başkasına kul olanlarda da, hürriyet farzetmek imkansızdır. Ve bunun için hürriyete kefil olma, yalnız Allah'a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden olan imandır. İşte bu ikisi nimetlerin asıllarıdır. Bunların başlangıcı da Allah'ın yardımı ve hidayetidir. İstenen yol da bu yardımın doğru yoludur. Ve işte İslâm nimeti bu doğru yoldur. İki yorum şekli mümkündür: Birisi yukarıda olduğu gibi hiçbir mef'ûl (nesne) gözetmeyerek mutlak şekilde onlara nimet verdin yani onları bahtiyar kıldın mânâsı, diğeri de gibi mef'ûl-i bih (nesne olan) bir zamir takdir (itibar) etmektir. Keşşâf sahibi öncekini, İbnü Cerir Taberî ikinci yorumu tercih etmişlerdir. Cümleden bir şeyi düşürmekten kurtulmak açısından birinci yorum daha iyi ve açık fakat bir kinaye (kapalı anlatım) mahiyetindedir. Bu sebeple fiilin gereği olan ikinci yorum açıktır. Ancak İbnü Cerir Taberî karinesi ile itaat ve ibadete geri çevirerek "sen onlara itaat ve ibadetini nimet olarak verdin" şeklinde göstermiştir. Acizane anlayışıma göre bu durumda zamiri "sırata" çevirmek ile "sen onlara o yolu nimet olarak verdin" mânâsını vermek daha açıktır. Ve en doğrusu burada zamiri takdir etmeksizin, kayıtsız nimet verme fiilini, doğru yolu nimet vermekten yani = en'amte'yi = en'amte bih'ten kinaye yapmaktır ve meânî ilminde belli olan özel nesneye ilgisi olmaktan kinaye üslûbu burada pek açıktır.

Bunda doğru yol nimetini vermenin kayıtsız nimet verme ve hatta her türlü nimeti verme yerinde olduğu anlaşılır. Burada dikkati çeken üç nokta vardır. İlk önce bizzat yol, sıratın en önemli nimetlerden olduğu, en büyük nimet olduğu anlaşılır. İkinci olarak sırat (doğru yolu gösterme) nimeti, en mühim yardım olduğu anlaşılır. Üçüncü olarak, onlara nisbet edilen bu sırat (yol) kendilerinin hazırladıkları bir yol olmayıp, Allah'ın hazırladığı ve nimet olarak vermiş olduğu ve onların yolu olması, nail olma ve o yola girmeleri itibariyle bulunduğu anlaşılır. Ve bu vasıflar ile Allah'a nisbet edilen ve doğru nimetlere ve Allah'ın yardımına götüren doğru yola uygun gelir.

Gerçekten yol nimeti, en büyük nimettir. Çünkü herhangi bir nimetin (elde ediliş) yolunu, kanununu elde etmek o nimeti bir defa değil daima elde etme sonucunu doğurur. İlimlerin ve fenlerin önemi de bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, devamlı on lira getirecek bir yol, bir sebep (vasıta) istemek arasında ne kadar fark vardır. Yüce Allah'tan; "Ey Rabbim, bana yardım et de falan nimeti ver." diye dua etmek ve yardım dileğinde bulunmak pek küçük bir istek olur. Hatta "her nimeti ver" demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devam etmesi ve sürüp gitmesi temin edilmiş olmaz. Fakat "falan nimetin (elde ediliş) yolunu ihsanda bulun ve o yolda sebat nasib eyle." diye istek ve araştırmada bulunulacak olursa, bu dua kabul olunduğu zaman o nimet bir kerre değil bin kerreler ve sonsuza kadar elde edilmiş olur. Yolun en büyüğü de Allah'ın yardımının yoluna girmedir. Bunun en kısası da doğru olan yoldur. Bu bulununca nimet yollarının hepsi bulunur. Nimet yolu bulununca nimetlerin hepsine sürekli olarak erilir ve burada başlangıçta bize nimet ver denmeyip de duası ile doğru yol istemenin öğretilmesi, bu mânâyı ne güzel destekler. Fâtiha'ya (ta'lim-i mesele: istemeyi öğretme) isminin verilmesinde de bu nüktenin büyük bir payı olduğunu hatırlamalıyız. Halbuki bu özel bağlantı gözönünde bulundurulmadığı takdirde cümleden bu mânâları çıkarmak zor olacak ve sıratın (yolun) onlara Allah'ın bir ihsanı olduğu gizli kalacaktır. Bu yönden birinci durumdaki kayıtsız nimetin belağati (güzelliği) bile bundan aşağı derecededir demektir. Gerçi onda sıratın (yolun) gayesi kayıtsız şartsız nimet olduğuna dair açık bir işaret vardır ve bu mânâ halk için çekici ve sevimlidir. Fakat başlangıçta sözün gelişinde istenilen maksadın Allah'ın yardımı olduğu apaçıktır. Ve bundan dolayı yolun maksadı da o ve daha doğrusu bizzat Allah Teâlâ olduğu, ilk anda akla gelir.

Bütün nimetler de bundan kaynaklanıyor. Ve işte asıl doğru yol, hak yol bu mânâda özel isim gibidir. Çünkü bir nimetin bir yolu bilinir ve o yola girilirse de yine bizzat Allah'ın yardımı, Allah'ın tevfikı bulunmazsa bir engel ortaya çıkar, istenilen şey ortaya çıkmaz da kısmet böyle imiş denilir. Bundan dolayı her şeyden önce bu yardım ve başarıya ermek için bütün arzuları kucağına almış, büyük, açık, doğru, düz bir yol istemek gereklidir. Bu yol anlaşmasında sebat ile yürütecek olan bir din ve millettir. Her gerçeği ve isteği kucaklamış bir din ve millet, bir doğru yol istemek yalnız bir tasarlama ve hayalden ibaret bir istek de değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her arzusunu elde etmiş, hem de tam selamet ve mutlulukla elde etmiş nimet ehli, insanlık tarihinde inkar olunamayacak şekilde sabit olmuş ve böyle bir arzunun izleri müşahede ve tecrübe ile gerçekten görülmüş, meydana gelmiş bir şeydir. Ve işte 'den sonra buyurulması bunu da özellikle göstermektedir.

Şimdi bunların kimler olduğunu anlamaya çalışalım. Bunların hepsi, topluca bize ahd-i haricî ile gösteriliverecek sınırlı bir topluluk değildir. İnsanlığın başlangıcından bu ana kadar birbiri ardınca gelmiş ve Allah'ın terbiyesi ile zaman zaman olgunluk göstermiş, ardarda yaygın ve sınırsız zatlar ve topluluklardır. Biz bunları yalnız "mün'amün aleyhim", yani Allah'ın nimetine ermiş olanlar adıyle tanır ve hakka ulaşanlar, erenler diye düşünürüz ve bu cinsin dünyada var olduğunda hiç şüphe etmeyiz. Bu nokta kesin ve kat'îdir. Ve mutlaka bunların yolunu istemek de bu kesin bilgi ile hareket etmektir. Fakat etraflıca açıklamasına ve bu cinsin fertlerinden ve çeşitlerinden bir örnek almak için dışarda tayinlerine gelince: Bunu, nimetin mânâsını takdir etmemiz oranında bir ahd-ı zihnî (zihinde belli olan nesne) ile düşünebiliriz. Bunun için de ya cinsî belirtme veya ahd-i zihnî (zihinde belli olan şeyler) mülahaza edilir. Cins olduğuna göre bedel; ahd-i zihnî olduğuna göre de sıfat olması bellidir. Bundan dolayı bunları başlangıçta ahd-i zihnî ile tasarlayıp bu vasıflara sahip bir mutlu topluluk arayacağız ve Allah Teâlâ'dan onların yoluna hidayet etmesini isteyeceğiz ve başarılı olduğumuz anda biz de o yolda, o cinsten âleme örnek olacak bir cemaat zümresi teşkil etmiş bulunacağız. Kur'ân bize bu cinsten birçok topluluklar gösterecektir ki "Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır." (Nisâ, 4/69) âyeti bu babta en kapsamlı âyetlerden biridir. Yani tam anlamıyla kendilerine nimet verilmiş olan gerçek bahtiyarlar peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve bunlara arkadaş olan iman ehlidir. Fakat bu açıklama İslâm'ın başlangıcına göredir. Bize gelince: Bu örneğin bütün anlaşılmayan şeylerden uzak bir ahd-i hâricisi (daha önce ismi geçmiş olanı) vardır ki o da peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'le Ashab-ı Kiram'ıdır. Az zaman içinde bunlarda tecelli eden başarı nimetinin, dünya ve ahiret mutluluğunun bir örneğini daha insanlık tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir. Umumî tarihi okuyunuz ve bugün dünyadaki milletlere bir göz atınız. Bakınız bunların içinde mesela bir Hz. Ömer siretinin benzeri olabilecek hiçbir örnek bulabilecek misiniz? Bir taraftan fetihler elektrik hızı ile doğu ve batıya yayılırken diğer taraftan bütün ilâhî adalet, yerleri ve gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde hakkın zevkine dalmış olan Ömer'in sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne Kisraların, Kayserlerin haşmetli taclarından çok yüksek bir sevinç duygusu saçıyordu. Fakat dünyanın bu teveccühü (yönelmesi) içinde hiç bir gün şaşırmayan, metanetini kaybetmeyen Hazreti Ömerü'l-Faruk, Peygamber'in vefat günü Faruk olması (hak ile batılı birbirinden ayırması)nı kaybeder gibi göründüğü zaman, Hazreti Ebu Bekr es-Sıddîk bütün sadakati ile varlığını ortaya koyarak onu ve herkesi irşad etmiş ve İslâm cemaatini önceden olduğu gibi Hazreti Muhammed'in yolunda yürütmüştü. Daha önce hicret günü Hazreti Peygamberle arkadaşlığı ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına uğradıkları zaman Hazreti Ebu Bekir Sıddîk'a da üzüntü ve gevşeklik gelmiş iken "Üzülme, Allah bizimle beraberdir!.." (Tevbe, 9/40) diye onu teselli ve tatmin eden ancak Hazreti Muhammed olmuş idi. İşte o zamanlar bir ahd-i zihnî (zihinde belli olan) mahiyetinde olan o mutlu toplum bütün insanlığa en mükemmel bir misal olmak üzere belirmiş olduğundan bize göre ahd-i harici (önce geçmiş olanlar) ile bellidir. Bunun için selefler ve halefler (eskiler ve yeniler)den birçok müfessir âyetini Hazreti Muhammed'in ve ashab-ı kiram'ının yolu ve sünneti ile tefsir etmişlerdir. Fakat başlangıç ve sonuç beraber gözönünde bulundurulduğu zaman bu mânâda kendilerine nimet verilmiş olanlar cinsinden bir toplum diye ahd-i zihnî mahiyetinde olmuş olur.

"ellezine"nin sıfatıdır ve İslam'daki takva hasletinin esasını gösterir. Arapçada sıfat (niteleyen) ile mevsûf (nitelenen) arasında tarif (belirlilik) veya tenkir (belirsizlik) açısından da uygunluk şarttır. Halbuki = gayr kelimesi, "el-âlimü gayrü'l-câhil", "el-hareketü gayrü's-sükûn" (âlim, cahil olmayandır; hareket, durmakdan başka bir şeydir) şeklinde tam zıddı olan bir şeye müzaf (tamlama halinde) olmadıkça belirli olamayacağı gibi, (ellezine) ism-i mevsûlü (ilgi zamiri) de belirli olduğundan, ahd-i zihnî mânâsına yorumlanmadıkça belirsiz bir kelime ile nitelenemez. Bundan dolayı bunun sıfat olması, mevsûlün (ilgi zamirinin) ahd-i zihnî mânâsına açık bir ipucudur. Çünkü (mağdûbi aleyhim) ve (dâllîn) vasıflarının mutlaka kendilerine nimet verilmiş olanların vasfına tam zıd olması düşünülecek noktadır. Kendilerine nimet verilmiş olarak görünenler içinde gerçekten öfkeye mahkum olan veya sapıtmış olan nice kimseler de bulunur. Ve dünyada nimetler içinde yüzer gibi görünen birçok şahıs ve toplum buna misal gösterilebilir. Bu itibarla (gayr) sıfatı, öfke ve sapıklığı olumsuz kılarak kendilerine nimet verilen kimseleri bunlardan başkasına tahsis ediyor ve o halde sağlam nimetler ile nimetten faydalananlar, bunların tam zıddı olurlarsa da mutlak surette nimetten faydalananlar böyle değildirler. Bundan dolayı nimet verme, kayıtsız olarak göz önünde bulundurulur ve (ellezine) de bu sıla (ilgi zamirini açıklayan cümle) ile cins olarak veya ahd-i harici ile (önce zikredildiği için bilinen) belirli tanılır ise (gayr) ona sıfat olamaz, belki bedel olabilir.

Keşşâf ve ona uyarak Kadı Beydâvi ve diğerleri bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir. Fakat Ebu's-Suud, tefsirinde bunu haklı olarak reddetmiştir. Çünkü bedel, cümledeki nisbette esas kasdolunan olur. Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün ihmal ve terkedilmiş halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak da kalmaz. O halde (gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet değil, öfke ve sapıtmanın olmaması olacaktır. Ve bu şekilde kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar demek olacağını Keşşâf sahibi açıkça belirtmiştir. Gerçi def-i mazarrat (zararı ortadan kaldırma), celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de esas gaye yalnız zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan nimet ve menfaattir. Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir. Bundan dolayı sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir. Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın ortadan kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur. Ve kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan kurtulmayı birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur. Ve gerçekten İslâm'daki takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır. Bundan dolayı (gayr) kelimesinde sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır. Bununla beraber mutlak nimetten, sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm nimeti kasdedilirse, (gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı belirli olmuş olacağından cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir.

Gazab, nefsin bir iğrenç şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir. Türkçe'de öfke, bir fark ile hiddet, hışım da denilir. Allah'a nisbet edildiği zaman gazab nefsî etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur. Bu da Rububiyet-i Rahimiyenin gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir. Mesela zalime öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir. teriminde bu ünvan kendilerine âdeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm, öfke altında kalmış gitmiş demek olur. Bundan dolayı bazan bir cezaya uğramak, kendisine öfkelenilmiş olmak değildir ve hele gerçekten birtakım gelecek nimetlerin başlangıcı ve vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke değildir. "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Çünkü her işte değer, sonuca göredir.

Dalal ve dalalet, doğru yoldan kasıtlı olarak veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın karşıtıdır. Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir. Dalal, bazen gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir. Ve çoğunlukla da ondan sonra şaşkınlık gelir. Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter. Bu vesilelerle dalal; gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır. Aslında hissedilen maddi yoldan sapmaktır. Sonra maneviyatta ve akıl ile bilinen şeylerde de meşhur olmuştur. Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı yalnız dinde; dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz. Bundan dolayı (dâllîn) tam anlamıyla sapkınlar demektir.

Burada gerek ve gerek deki tarif (belirlilik) edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins için olduğu açıktır. Çünkü nimetin tam salim olması bundadır. Birçok tefsirciler de böyle cinsi olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde nimet ve doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik (Allah'a şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık olarak sakınılmış olur. Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme mümkündür. Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır. Çünkü ve vasıfları kat'î olarak bilinen en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan sakınmak öbürlerinin hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar. Bu da İslâm milleti dışındaki milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek belağatini içerir.

(DEVAM EDİYORUZ)
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Acaba her ikisinin en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla ilgili deliller vardır. Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce Kur'ân'da "....Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl, 16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir." (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61) gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, açıkça ifade buyurmuştur.

Bununla beraber yahudiler ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden, dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın yakın zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden sakınılmış olur. Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir Taberî epeyce hadis nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir.

Nassın görünürde bu genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak kabul etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim:

Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar da sapıklardır." buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz. Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat: "İşte bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak." buyurmuştu. Daha sonra kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve: "Bizim sana ihtiyacımız var." dediler. Onlarla beraber kalkıp onların ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu. Ben de huzurunda oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur." demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra biraz konuştuktan sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu. Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler". Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir zatın yanına verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum. Yine bir akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise vardı. Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı. Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa' olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz Allah'a varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der. O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her biriniz yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa, tatlı sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu, nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla değildir." buyurdu.

Adî b. Hâtim (r.a.) bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir.

Fakat Yahudiler gazaba uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki (mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz.

Bunda bizi düşündürecek çok önemli noktalar vardır. Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve İsa (a.s.)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı. Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler ve darma dağınık olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları yerine ta Hz. Süleyman (a.s.) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı. Bununla beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı.

Hıristiyanlara gelince: O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran (devleti) vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle değil idiler. Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri gerçekten tehlikeli idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış değildiler. Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı yok değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç idi. Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı. Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî bir kavram değil idi. Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir ilgisi yoktur. (Druva) başka, (verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın irâdesine de bağlı değildi. Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin koymuş olduğu prensipler idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir karışımı idi. İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu büyük çöküşlere hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman derhal sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları) coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır. Burada inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir. Bu şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi. Bu ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve sapıklığın neticesi de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ve yüce Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam, gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti. Ve bunlar, dünyaya en son ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir. İşte anlaşması ile bu gerçeği dile getiriyor. ÖZETLE: Fâtiha sûresi baş tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin konusunu, prensiplerini; orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve gayesini ve İslâm dininin başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan Allah'la bağlılıkları ile bütün sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri tebliğ ve kaydettikten sonra üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını câmi (fertlerini içine alan), ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin sınırını, tasvirine doyulmaz bir belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir belağatlı cümlesinde toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan etmiştir.

İslâm dininin bu tarifi şu oluyor: Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun" dedirten ve bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş, öfkeye uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih tarafından görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve istikamet yolu.

Bu dini kabul etmenin, dindarlığın başlangıcı ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan sonra da tam bir sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak ve vazifelerin bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle yürünmek mümkün olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel olarak doğru yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu şuurlu isteğin cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır.

Demek ki istemek ve dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır. Ve bu hidayet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik) olan Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur'ân, ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı da bu irşadı kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana gelecektir.

İşte İslâm dini böyle bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki aklî ve kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi gösterivermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.

Bunda şüphe edenler gözlem ve tecrübe ile sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizle yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah nimetlerinin büyüklük ve mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. Elhamdülillah Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde mevcut ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin hakikatında hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır. Bunun için Kur'ân, Hazreti Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna, davasının doğruluğuna şahittir. Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve nakil ile karışıktır. Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan toplumların tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe etmek için hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve hakkıyla dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Halbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır. Ve bu fark bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır. Demek ki sadıklar yükselmiş, sadık olmayanlar gerilemişlerdir. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın olur ve zararına katlanan da insandır. Allah'ın gazabı ilk önce bunu bilerek yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda o akibete mahkumdurlar. Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din hususunda hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş görünmektedir. İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir.

"Allahım! Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazabına uğrayanların ve sapanlarınkine değil." Âmin, "kabul et" mânâsına gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına gelen isim)dir. Âmin demeye de te'min (emniyet hissi vermek) denilir. Bu Kur'ân nazmının bir parçası değildir. Bunun için Mushaf'a yazılmaz. Fakat Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir." Diğer mevkuf bir hadiste de: "Dünya halkının saflarının hizasında göktekilerin safları bulunur." Bundan dolayı yerdeki "âmin" gökteki "âmin"e rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir." buyurulmuştur. Bundan dolayı "âmin" sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Acaba her ikisinin en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla ilgili deliller vardır. Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce Kur'ân'da "....Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl, 16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir." (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61) gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, açıkça ifade buyurmuştur.

Bununla beraber yahudiler ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden, dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın yakın zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden sakınılmış olur. Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir Taberî epeyce hadis nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir.

Nassın görünürde bu genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak kabul etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim:

Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar da sapıklardır." buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz. Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat: "İşte bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak." buyurmuştu. Daha sonra kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve: "Bizim sana ihtiyacımız var." dediler. Onlarla beraber kalkıp onların ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu. Ben de huzurunda oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur." demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra biraz konuştuktan sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu. Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler". Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir zatın yanına verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum. Yine bir akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise vardı. Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı. Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa' olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz Allah'a varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der. O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her biriniz yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa, tatlı sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu, nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla değildir." buyurdu.

Adî b. Hâtim (r.a.) bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir.

Fakat Yahudiler gazaba uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki (mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz.

Bunda bizi düşündürecek çok önemli noktalar vardır. Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve İsa (a.s.)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı. Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler ve darma dağınık olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları yerine ta Hz. Süleyman (a.s.) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı. Bununla beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı.

Hıristiyanlara gelince: O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran (devleti) vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle değil idiler. Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri gerçekten tehlikeli idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış değildiler. Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı yok değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç idi. Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı. Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî bir kavram değil idi. Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir ilgisi yoktur. (Druva) başka, (verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın irâdesine de bağlı değildi. Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin koymuş olduğu prensipler idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir karışımı idi. İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu büyük çöküşlere hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman derhal sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları) coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır. Burada inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir. Bu şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi. Bu ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve sapıklığın neticesi de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ve yüce Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam, gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti. Ve bunlar, dünyaya en son ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir. İşte anlaşması ile bu gerçeği dile getiriyor. ÖZETLE: Fâtiha sûresi baş tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin konusunu, prensiplerini; orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve gayesini ve İslâm dininin başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan Allah'la bağlılıkları ile bütün sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri tebliğ ve kaydettikten sonra üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını câmi (fertlerini içine alan), ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin sınırını, tasvirine doyulmaz bir belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir belağatlı cümlesinde toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan etmiştir.

İslâm dininin bu tarifi şu oluyor: Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun" dedirten ve bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş, öfkeye uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih tarafından görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve istikamet yolu.

Bu dini kabul etmenin, dindarlığın başlangıcı ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan sonra da tam bir sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak ve vazifelerin bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle yürünmek mümkün olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel olarak doğru yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu şuurlu isteğin cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır.

Demek ki istemek ve dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır. Ve bu hidayet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik) olan Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur'ân, ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı da bu irşadı kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana gelecektir.

İşte İslâm dini böyle bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki aklî ve kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi gösterivermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.

Bunda şüphe edenler gözlem ve tecrübe ile sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizle yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah nimetlerinin büyüklük ve mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. Elhamdülillah Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde mevcut ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin hakikatında hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır. Bunun için Kur'ân, Hazreti Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna, davasının doğruluğuna şahittir. Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve nakil ile karışıktır. Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan toplumların tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe etmek için hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve hakkıyla dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Halbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır. Ve bu fark bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır. Demek ki sadıklar yükselmiş, sadık olmayanlar gerilemişlerdir. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın olur ve zararına katlanan da insandır. Allah'ın gazabı ilk önce bunu bilerek yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda o akibete mahkumdurlar. Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din hususunda hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş görünmektedir. İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir.

"Allahım! Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazabına uğrayanların ve sapanlarınkine değil." Âmin, "kabul et" mânâsına gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına gelen isim)dir. Âmin demeye de te'min (emniyet hissi vermek) denilir. Bu Kur'ân nazmının bir parçası değildir. Bunun için Mushaf'a yazılmaz. Fakat Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir." Diğer mevkuf bir hadiste de: "Dünya halkının saflarının hizasında göktekilerin safları bulunur." Bundan dolayı yerdeki "âmin" gökteki "âmin"e rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir." buyurulmuştur. Bundan dolayı "âmin" sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Gazaba Uğrayanlar ve Sapıklar


Sahabiler den Adiy b. Hatem (Sahabi'nin büyüklerinden olan Adîy bin Hâtem'in asıl adı, Adî bin Hâtem bin Abdullah bin Sa'd El-Tâîd'ir. Câhiliye döneminde iyilik ve cömertliğiyle ünlüydü. H. 10. Yılında müslüman oldu. Câhiliye döneminde de Müslüman olduktan sonra da kabilesin in lideriydi . Riddet günü, -İslamdan dönmelerin olduğu dönem- müslüman kaldı. Irak ve diğer ülkelerin fethinde bulundu. Daha sonra Kûfe'de yaşamını sürdürdü. Sıfiîyn olayında Hz. Ali'nin yanında yer aldı. H. 68'de 120 yaşında öldü. Bkz. El-İsâbe, Fî Temyiz El-Sahabe, c. 2, sh. 468-469.) -Allah ondan razı olsun- diyor ki:

“Bir gün Rasûlüllah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) yanına girdim. O sırada mescidde oturuyord u. Yanındakiler kendisine “Bu Adiy b. Hatim'dir” dediler. Elimde ne emannâme ve nede bir tavsiye mektubu vardı.

Yanına götürüldüğümde elimi tuttu. -Daha önce bir defasında benim için “Allahdan onun elini benim elime koymasını dilerim” demişti- Elimi tutarak ayağa kalktı, birlikte Mescidden çıktık. Yolda önüne bir kadınla bir çocuk çıktı. Kadın:

“Sen'den bir dileğimiz var” dedi. Bunun üzerine elimi bırakıp onların yanına gitti ve dilekleri ni yerine getirdi.

Arkasından yine elimden tutarak beni evine götürdü. Cariyesi Velide'nin getirdiği bir yer minderi üzerine oturdu. Ben de karşısında oturdum. Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra bana:

“Lâilahe illallah (Allahdan başka ibadete layık ilâh yoktur) demekten mi kaçınıyorsun? Yoksa Allah'dan başka ibadete layık ilâh olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Kendisine “Hayır, yok” diye cevap verdim. Bu cevabım üzerine bir süre konuştuktan sonra bir ara yine bana dönerek:

“Allahüekber (Allah en büyüktür) demekten mi kaçmıyorsun? Yoksa Allah'dan daha büyük bir şey olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Ben kendisine yine “Hayır, böyle bir bilgim yok” diye karşılık verince sözlerine:

“Yahudiler, gazaba uğramışlar ve hristiyan lar da sapıklardır” diye devam etti. Ben kendisine “Ben dosdoğru yolu benimsemiş (Hanif) bir müslümanım” deyince yüzünün sevinçle parladığını gördüm.”

Daha da uzun olan bu hadis Tirmizî'de yer almış ve “Hasen” ve “Garib” olarak nitelenmiştir. (Sünen El-Tirmîzi, Kitab'u Tefsir El-Kur'an, Fatiha Sûresinin Açıklaması Babı, H. No: 2953, c. 5, s. 202, 203,204. Tirmizî, hadisin “Hasen” ve “Garip” olduğunu, Simak bin Harb'den başkasının rivayet ettiğim bilmediğini söylüyor. Hadisin başka tanıkları ve çoğu kısaltılmış diğer bir takım rivayet yollan da vardır. Bkz. Ahmed'in Müsned'i, c. 4, s. 378.)

Bu hadisin anlamını pekiştiren Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruluy or:

“De ki, Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın kendileri ne lanet ve gazab eylediği ve aralarından bir kısmını maymun, domuz veya tağut tapıcısı yaptığı kimseler. ..” (Mâide: 60)

Ayetin daha öncesinden kolayca anlaşılabileceği üzere burada yahudiler kasdedilm ektir.

Yine Cenab-ı Allah (c.c.) başka bir ayette şöyle buyuruyor:

“Allah'ın gazabına uğramış bir kavmi dost edinenler i görmüyor musun? Onlar ne sizdendir ler ve ne de onlardan” (Mücâdele: 14.)

Burada sözü edilenler in yahudiler i dost edinen münafıklar olduğu tefsir alimlerin in sözbirliği ve bu ayetin daha öncesinin işareti ile sabittir.

Başka bir ayette de şöyle buyuruluy or:

“Nerede olurlarsa olsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak Allah'dan ve insanlard an eman alarak bu zilletten kurtulabi lirler. Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” (Âl-i İmrân: 112)

Aynı ifade Bakara sûresinde “Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” ve “Onlar gazab üstüne gazaba uğradılar” (Bakara: 61, 90.) şeklinde iki yerde tekrar edilmiştir.

Bu ayetler yahudiler in “gazaba uğramışlar” olduklarını açıkça belirtmek tedirler. Öte yandan Cenab-ı Allah (c.c.) hristiyan lar hakkında da şöyle buyuruyor:

“Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikl e kâfir olmuşlardır. Oysa, tek ilâhdan başka hiç bir ilâh yoktur. Onlar bu dedikleri nden vazgeçmedikleri takdirde aralarındaki kâfirler kesinlikl e acı bir azaba çarpılacaklardır.

Onlar hâla tevbe edip Allah'ın mağfiretine sığınmayacaklar mı? Allah bağışlayıcı ve esirgeyic idir.

Mesih oğlu İsa sadece bir peygamber dir. O'ndan önce de bir çok peygamber ler gelip geçmiştir. Annesi de doğru yolda idi. Her ikisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerim izi nasıl açıklıyoruz da sonra onlar nasıl iftiralar düzüyorlar.?

De ki, Allah'ı bırakıp ne fayda ve ne de zarar verme gücü olmayan nesnelere mi tapıyorsunuz? Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

De ki, ey kitaplılar (ehl-i kitab) dininizde hiç bir haklı gerekçeye dayanmaksızın aşırılığa düşmeyiniz; daha önceleri sapmış, bir çoklarını saptırmış ve doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyfine uymayınız.” (Mâide: 73-77)

Bu ayetler sözün gelişinden kolayca anlaşılacağı üzere hristiyan lara sesleniyo r. Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah onları aşırılıktan, yani sınırı aşmaktan sakınmaya çağırıyor. Nitekim aynı çağın şu ayette de tekrarlanıyor:

“Ey kitaplılar, sakın dininizde aşırılığa düşüp, Allah hakkında aslı olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah'ın rasûlü, Meryem'e sunulmuş kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur.” (Nisa: 171)

Buna göre yahudiler hakkın (gerçeğin) gerisinde, berisinde kalanlar, hristiyan lar da gerçek çizgisini aşanlar,ötesine taşanlardır.

Bu arada yahudiler in “gazaba uğramışlık” ve hristiyan ların “sapıtmışlık” damgaları ile damgalanm alarının gerek kolayca anlaşılabilecek (zahirî) ve gerekse derinliğine düşünmeyi gerektire n (batini) bir çok sebebi vardır ki, ele alınmalarının yeri burası değildir.

Sözün kısası, “yahudiler in kâfirliği”, bildikler ini uygulamam alarından ileri gelir. Onlar gerçeği bildikler i halde kimi zaman ya söz ya da davranışları ile kimi zaman da ne söz ve ne de davranışları ile buna uymamakta dırlar.

Bunun yanında “hristiyan ların kâfirliği” ilme dayalı olmayan amelleri yüzündendir. Çünkü onlar, Allah katından gelen bir şeriatın kılavuzluğuna bağlı olmaksızın bir çok ibadetler yapıyor ve Allah ile ilgili aslını bilmedikl eri çeşitli iddialar ileri sürüyorlar.

Bu yüzdendir ki, aralarında Süfyan b. Uyeyne'nin de bulunduğu bazı İslâm büyükleri şöyle demişlerdir: (Selef imamlarından olan Süfyan bin Uyeyne'nin asıl adı, Süfyan bin Uyeyne bin Ebi İmran'dır. Benî Hilalin dostudur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. 107 h.'de Kûfe'de doğdu. Rivayet ettiği hadisleri n bir çoğu delil olabileceği kanıtlanmış Sika (sağlam) bir ravidir. Mekke'de yaşadığı dönemde Hicaz'ın Muhaddisi (hadisçisi)ydi. İmam Şafiî hakkında, “Eğer İmam Mâlik ve Süfyan olmasaydı Hicaz'da ilim yok olurdu.” der. Mekke'de yaşadı ve orada vefat etti. (198. H). Bkz. El-Tabakat El-Kübrâ, İbn Sa'd, c. 5, s. 497; ayrıca, Zerkelî El- Âlâm, c. 3, s. 105.)

“Alimlerim iz arasında kim yoldan çıkarsa bazı bakımlardan yahudiler e benzemiş, buna karşılık ibadetle uğraşanlarımız arasında yoldan çıkanlar da kısmen hristiyan lara benzemiş demektir.” Bu görüşü açıklamanın yeri de burası değildir.

Cenab-ı Allah (c.c.) bizleri yahudiler le hristiyan lara özenmeyelim, onların peşlerine takılmayalım diye uyardığı halde bu konudaki takdiri geçerli olmaktan geri kalmamış ve ezeli bilgisini n kavramış olduğu bu takdiri vaktiyle Peygamber imize (salât ve selâm üzerine olsun) bildirmiştir.

Nitekim Ebu Said-i Hudrî'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre Rasûlüllah bir gün sahabiler e:

“Sizden öncekilerin gelenekle rine kılı kılına kesinlikl e uyacaksınız. Öyle ki, onlar kertenkel e deliğine girse siz de (mutlaka bir hikmeti vardır) diyerek oraya gireceksi niz.” buyurunca sahabiler:

“Ya Rasûlüllah, bizden öncekilerden kasdınız yahudiler le hristiyan lar mıdır?” diye sordular. Peygamber imiz de kendileri ne:

“Başka kimler olabilir” diye karşılık vermiştir. (Bu hadis, yaygın sahih hadis kitaplarında (Buhâri Müslim) Sünenlerde (Süneni Ebû Davud, S. Tirmizi, S. Nesâi S. İbn Mâce) ve Müsned'lerde (Ahmed İbn Hanbel'in müsnedi) nakledilm iştir. Buhari, Müslim, hadisi bir takım yollardan rivayet ediyorlar . Neki, orada “Hazvel kuzaeti bil-kuzze” ibaresine rastlanılmadı. Sahihayn'in (Buhâri -Müslim) söz birliğiyle rivayet ettikleri sözcükler Ebu Said El-Hudri'nin rivayetid ir. O da “Le tetbe 'anne sünene men kâne kableküm şibran bi şibrin ve zira'an bi zira in...” -Yani, (Sizden öncekilerin gelenekle rine karış karış adım adım uyacaksınız- kelimeler ini içeren rivayetti r.

Bkz. Sahih el Buhârî, Kitab el-İ'tisam, Peygamber in:

“Sizden öncekilerin gelenekle rine mutlaka uyacaksınız” hadisi Babı, H.No: 7320, Feth El-Bâri, c. 3, s. 200. Müslim, Kitab El-İlim, Yahudi Ve Hıristiyanların Yollarına Uyma Babı. H. No: 2669, c. 4, s. 2054.

Hadisi yukarıda geçen metniyle Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c. 4, s. 125'de tahriç etti. Ayni sözcüklerle İbn el Esir, Cami El-usûl isimli eseri, c. 10, s. 34'de anlatmış.)

Diğer yandan Buharî'nin Ebu Hureyre'de (Büyük Sahabiler den olan Ebû Hureyre'nin asıl adı, Abdurrahm an bin Sahra El-Dûsî'dir. Hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Çoğunlukla Rasûlüllah'la birlikte olduğu ve onun hizmetind e bulunduğu için çok hadis rivayet etti. Ayrıca Ashab-i Suffa'dandı. Rasûlüllah'a (salât ve selâm üzerine olsun) unutkanlığından yakındı. Rasûlüllah gömleğini yaymasını emretti. O da yaydı sonra topladı. Ebû Hureyre bu olaydan sonra hiçbir hadisi unutmadığını söyledi. Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) onu Bahreyn'e gönderdi. Oradan döndükten sonra Medine'de yaşadı ve orada öldü. (H. 59). Bkz. El-Bidaye Ve El-Nihâye, İbn Kesir, c. 9, s. 103-114; Esed El-Ğâbe, c. 5, s. 315-316.) -Allah ondan razı olsun- rivayet ederek kaydettiği bir hadise göre Peygamber imiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir defasında:

“Ümmetim karış karış ve kulaç kulaç eski devirleri n adet ve gelenekle rini benimseme dikçe kıyamet kopmayaca ktır.” buyurmuş ve sahabiler in:

“Ya Rasûlüllah, Bizans ve Pers, devirleri ni mi kasdediyo rsunuz” şeklindeki sorularına

“Onlardan başka kim olabilir ki?” diye cevap vermiştir. (Sahih El-Buhâri, Kitab El-İtisam, “Sizden öncekilerin Yollarına Mutlaka Uyacaksınız” Bölümü, H. No: 7319, Feth El-Bâri, c. 3, s. 300.)

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) hem ehl-i kitap olan yahudiler ile hristiyan lara ve hem de Bizanslılar ile eski İranlılara benzeyece klerini, onların yaşama tarzlarına özeneceklerini vaktiyle açık açık bildirmiştir. Bu yüzden Peygamber imiz hayatı boyunca müslümanlara hem berikiler e ve hem de ötekilere benzemeye kalkışmayı kesinlikl e yasaklamıştır.

Yalnız Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) çok önceden haber verdiği bu tehlike ümmetin tümünü kapsamaz. Çünkü bu hadisler yanında O'nun şöyle buyurduğunu da biliyoruz:

“Kıyamet gününe kadar ümmetim arasında hakkı tutup destekley enler her zaman varolacak tır.”

(Bu hadis, ünlü hadis kitaplarının hemen hepsinde nakledili yor. Biz burada sadece Sahihayni n -Yani, Buhari ve Müslimin rivayetle rine değinmekle yetineceğiz. Buhârî hadisi, Kitab El-Menakib, bab, 27, H. No: 3640'da tahriç ediyor. Bkz. Feth El-Bârî, c.6, s. 632 H. No: 7311: Aynı hadis 7459 numara ile Muğîre bin Şu'be'den rivayet ediyor. Muaviye'den de başka sözcüklerle tahriç etmektedi r. Feth El-Bârî, H. No: 3641. Müslim bu hadisi Kitab El-İmâre, Peygamber in “Ümmetimden Bir Topluluk. ..” sözü babında naklediyo r. Hadis numaraları, 1920, Sevban'dan, 1921. Mugîre'den, 1037, Muaviye'den.)

Şu hadisler de aynı anlamdadır:

“Hiç şüphesiz Allah bu ümmeti sapıklıkta birleştirmez.”

(Hadisi Tirmizî İbn Ömer'den naklediyo r. (Allah onlardan razı olsun) Cenabı Rasûl (salât ve selâm üzerine olsun) buyurdu: “Kuşkusuz Allah ümmetimi -Ya da Muhammed ümmetini- sapıklık üzerine birleştirmez. Allah'ın eli toplulukl a birlikted ir. Kim toplulukt an (cemaat) ayrılırsa ateşe yaklaşır.” Bkz. Tirmizî, Kitap El-Fiten, Cemaatin Gerekliliği babı, H. No: 2167, c. 4, s. 466. Tirmizî, hadis bu yönüyle “gariptir” diyor. Hâkim'in Müstedrek'inde hadisin başka râvileri de vardır. Bkz. c. 1, s. 115-116. ibn Ebî Âsım'ın Sünne'sinde hadis şu numaralar la nakledili yor. 80, 82, 83, 84, 85, s. 39,41,42; Aynı hadisi Süyûtî, Cami El-Sağîr isimli eserinde -Allah'ın eli cemaat üzerindedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe yaklaşır- fazlalığıyla anlatıyor. Ve hadisin “Hasen” olduğunu söylüyor. El-Câmi El-Sağîr, c. 1, s. 278, H. No: 1818; Hadis Müsned'de başka ravi'den nakledili yor. Ebû Zer şöyle anlatıyor Peygamber'den “Kuşkusuz Allah azze ve celi kesinlikl e ümmetimi hidayette n başka bir şeyde toplamaz.” Müsned, c. 5, s. 145. Sünen El-Dâremî, c. 1, s. 29. Giriş kısmında, Peygamber e Verilen Üstünlükler Babı. Burada “Onlar sapıklık üzerine birleşmezler” ibaresi kaydedilm iş.)

“Hiç şüphesiz Allah her dönemde bu dinin toprağına yeni fidanlar diker ve onları kendisine ibadet etmeye, yöneltir.”

(İbn Mâce hadisi, eserine giriş kısmında tahriç ediyor. Bkz. S. ibn Mâce, Rasûlüllah'm Sünnetine Uyma Babı, H. No: 8, c. 1, s. 5. Ebi Unbe El-Havlânî (Allah ondan razı olsun) anlatıyor: Rasûlüllah'dan şöyle duydum. Diyordu: “Allah her zaman bu dinin toprağında, kendisine itaatte kullanacağı fidanlar diker. (Yetiştirir). Ahmed'in Müsned'inde aynı raviden, buna benzer bir şekilde rivayet ediliyor. El-Müsned, c. 4, s. 200. Hadisten söz eden imamlara rastlanılmadı. Ancak hadisin râvileri, hadisi reddedece k ölçüde zayıf değillerdir.)

Demek ki, Peygamber imizin verdiği doğruluğu kesin bu haberlerd en açıkça anlaşılıyor ki, bu ümmetin bir kesimi O'nun katıksız İslâm dini demek olan rehberliğine sımsıkı bağlı kalırken, diğer bir kesimi “yahudi dininin” bazı unsurlarına başka bir kesimi de “hristiyan dininin” bazı gelenekle rine sapacaktır.

Her ne kadar kimi durumlard a insan bu sapma yüzünden kâfir, hatta fasık (günahkâr mümin) olmasa bile, bazan bu sapma, sahibini kâfirlik veya fasıklığa sürükler. Bazan bu sapma günah ve bazan da hata niteliği taşır.

Bu sapma insan tabiatının hoşuna giden ve şeytan tarafından göze alımlı gösterilen bir hastalıktır. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) kullarından bizleri ne yahudiliğe ve ne de hristiyan lığa hiç bir şekilde sapmayan dosdoğru yola iletmesi için kendisine dua etmemizi istemiştir.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Gazaba Uğrayanlar ve Sapıklar


Sahabiler den Adiy b. Hatem (Sahabi'nin büyüklerinden olan Adîy bin Hâtem'in asıl adı, Adî bin Hâtem bin Abdullah bin Sa'd El-Tâîd'ir. Câhiliye döneminde iyilik ve cömertliğiyle ünlüydü. H. 10. Yılında müslüman oldu. Câhiliye döneminde de Müslüman olduktan sonra da kabilesin in lideriydi . Riddet günü, -İslamdan dönmelerin olduğu dönem- müslüman kaldı. Irak ve diğer ülkelerin fethinde bulundu. Daha sonra Kûfe'de yaşamını sürdürdü. Sıfiîyn olayında Hz. Ali'nin yanında yer aldı. H. 68'de 120 yaşında öldü. Bkz. El-İsâbe, Fî Temyiz El-Sahabe, c. 2, sh. 468-469.) -Allah ondan razı olsun- diyor ki:

“Bir gün Rasûlüllah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) yanına girdim. O sırada mescidde oturuyord u. Yanındakiler kendisine “Bu Adiy b. Hatim'dir” dediler. Elimde ne emannâme ve nede bir tavsiye mektubu vardı.

Yanına götürüldüğümde elimi tuttu. -Daha önce bir defasında benim için “Allahdan onun elini benim elime koymasını dilerim” demişti- Elimi tutarak ayağa kalktı, birlikte Mescidden çıktık. Yolda önüne bir kadınla bir çocuk çıktı. Kadın:

“Sen'den bir dileğimiz var” dedi. Bunun üzerine elimi bırakıp onların yanına gitti ve dilekleri ni yerine getirdi.

Arkasından yine elimden tutarak beni evine götürdü. Cariyesi Velide'nin getirdiği bir yer minderi üzerine oturdu. Ben de karşısında oturdum. Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra bana:

“Lâilahe illallah (Allahdan başka ibadete layık ilâh yoktur) demekten mi kaçınıyorsun? Yoksa Allah'dan başka ibadete layık ilâh olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Kendisine “Hayır, yok” diye cevap verdim. Bu cevabım üzerine bir süre konuştuktan sonra bir ara yine bana dönerek:

“Allahüekber (Allah en büyüktür) demekten mi kaçmıyorsun? Yoksa Allah'dan daha büyük bir şey olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Ben kendisine yine “Hayır, böyle bir bilgim yok” diye karşılık verince sözlerine:

“Yahudiler, gazaba uğramışlar ve hristiyan lar da sapıklardır” diye devam etti. Ben kendisine “Ben dosdoğru yolu benimsemiş (Hanif) bir müslümanım” deyince yüzünün sevinçle parladığını gördüm.”

Daha da uzun olan bu hadis Tirmizî'de yer almış ve “Hasen” ve “Garib” olarak nitelenmiştir. (Sünen El-Tirmîzi, Kitab'u Tefsir El-Kur'an, Fatiha Sûresinin Açıklaması Babı, H. No: 2953, c. 5, s. 202, 203,204. Tirmizî, hadisin “Hasen” ve “Garip” olduğunu, Simak bin Harb'den başkasının rivayet ettiğim bilmediğini söylüyor. Hadisin başka tanıkları ve çoğu kısaltılmış diğer bir takım rivayet yollan da vardır. Bkz. Ahmed'in Müsned'i, c. 4, s. 378.)

Bu hadisin anlamını pekiştiren Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruluy or:

“De ki, Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın kendileri ne lanet ve gazab eylediği ve aralarından bir kısmını maymun, domuz veya tağut tapıcısı yaptığı kimseler. ..” (Mâide: 60)

Ayetin daha öncesinden kolayca anlaşılabileceği üzere burada yahudiler kasdedilm ektir.

Yine Cenab-ı Allah (c.c.) başka bir ayette şöyle buyuruyor:

“Allah'ın gazabına uğramış bir kavmi dost edinenler i görmüyor musun? Onlar ne sizdendir ler ve ne de onlardan” (Mücâdele: 14.)

Burada sözü edilenler in yahudiler i dost edinen münafıklar olduğu tefsir alimlerin in sözbirliği ve bu ayetin daha öncesinin işareti ile sabittir.

Başka bir ayette de şöyle buyuruluy or:

“Nerede olurlarsa olsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak Allah'dan ve insanlard an eman alarak bu zilletten kurtulabi lirler. Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” (Âl-i İmrân: 112)

Aynı ifade Bakara sûresinde “Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” ve “Onlar gazab üstüne gazaba uğradılar” (Bakara: 61, 90.) şeklinde iki yerde tekrar edilmiştir.

Bu ayetler yahudiler in “gazaba uğramışlar” olduklarını açıkça belirtmek tedirler. Öte yandan Cenab-ı Allah (c.c.) hristiyan lar hakkında da şöyle buyuruyor:

“Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikl e kâfir olmuşlardır. Oysa, tek ilâhdan başka hiç bir ilâh yoktur. Onlar bu dedikleri nden vazgeçmedikleri takdirde aralarındaki kâfirler kesinlikl e acı bir azaba çarpılacaklardır.

Onlar hâla tevbe edip Allah'ın mağfiretine sığınmayacaklar mı? Allah bağışlayıcı ve esirgeyic idir.

Mesih oğlu İsa sadece bir peygamber dir. O'ndan önce de bir çok peygamber ler gelip geçmiştir. Annesi de doğru yolda idi. Her ikisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerim izi nasıl açıklıyoruz da sonra onlar nasıl iftiralar düzüyorlar.?

De ki, Allah'ı bırakıp ne fayda ve ne de zarar verme gücü olmayan nesnelere mi tapıyorsunuz? Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

De ki, ey kitaplılar (ehl-i kitab) dininizde hiç bir haklı gerekçeye dayanmaksızın aşırılığa düşmeyiniz; daha önceleri sapmış, bir çoklarını saptırmış ve doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyfine uymayınız.” (Mâide: 73-77)

Bu ayetler sözün gelişinden kolayca anlaşılacağı üzere hristiyan lara sesleniyo r. Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah onları aşırılıktan, yani sınırı aşmaktan sakınmaya çağırıyor. Nitekim aynı çağın şu ayette de tekrarlanıyor:

“Ey kitaplılar, sakın dininizde aşırılığa düşüp, Allah hakkında aslı olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah'ın rasûlü, Meryem'e sunulmuş kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur.” (Nisa: 171)

Buna göre yahudiler hakkın (gerçeğin) gerisinde, berisinde kalanlar, hristiyan lar da gerçek çizgisini aşanlar,ötesine taşanlardır.

Bu arada yahudiler in “gazaba uğramışlık” ve hristiyan ların “sapıtmışlık” damgaları ile damgalanm alarının gerek kolayca anlaşılabilecek (zahirî) ve gerekse derinliğine düşünmeyi gerektire n (batini) bir çok sebebi vardır ki, ele alınmalarının yeri burası değildir.

Sözün kısası, “yahudiler in kâfirliği”, bildikler ini uygulamam alarından ileri gelir. Onlar gerçeği bildikler i halde kimi zaman ya söz ya da davranışları ile kimi zaman da ne söz ve ne de davranışları ile buna uymamakta dırlar.

Bunun yanında “hristiyan ların kâfirliği” ilme dayalı olmayan amelleri yüzündendir. Çünkü onlar, Allah katından gelen bir şeriatın kılavuzluğuna bağlı olmaksızın bir çok ibadetler yapıyor ve Allah ile ilgili aslını bilmedikl eri çeşitli iddialar ileri sürüyorlar.

Bu yüzdendir ki, aralarında Süfyan b. Uyeyne'nin de bulunduğu bazı İslâm büyükleri şöyle demişlerdir: (Selef imamlarından olan Süfyan bin Uyeyne'nin asıl adı, Süfyan bin Uyeyne bin Ebi İmran'dır. Benî Hilalin dostudur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. 107 h.'de Kûfe'de doğdu. Rivayet ettiği hadisleri n bir çoğu delil olabileceği kanıtlanmış Sika (sağlam) bir ravidir. Mekke'de yaşadığı dönemde Hicaz'ın Muhaddisi (hadisçisi)ydi. İmam Şafiî hakkında, “Eğer İmam Mâlik ve Süfyan olmasaydı Hicaz'da ilim yok olurdu.” der. Mekke'de yaşadı ve orada vefat etti. (198. H). Bkz. El-Tabakat El-Kübrâ, İbn Sa'd, c. 5, s. 497; ayrıca, Zerkelî El- Âlâm, c. 3, s. 105.)

“Alimlerim iz arasında kim yoldan çıkarsa bazı bakımlardan yahudiler e benzemiş, buna karşılık ibadetle uğraşanlarımız arasında yoldan çıkanlar da kısmen hristiyan lara benzemiş demektir.” Bu görüşü açıklamanın yeri de burası değildir.

Cenab-ı Allah (c.c.) bizleri yahudiler le hristiyan lara özenmeyelim, onların peşlerine takılmayalım diye uyardığı halde bu konudaki takdiri geçerli olmaktan geri kalmamış ve ezeli bilgisini n kavramış olduğu bu takdiri vaktiyle Peygamber imize (salât ve selâm üzerine olsun) bildirmiştir.

Nitekim Ebu Said-i Hudrî'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre Rasûlüllah bir gün sahabiler e:

“Sizden öncekilerin gelenekle rine kılı kılına kesinlikl e uyacaksınız. Öyle ki, onlar kertenkel e deliğine girse siz de (mutlaka bir hikmeti vardır) diyerek oraya gireceksi niz.” buyurunca sahabiler:

“Ya Rasûlüllah, bizden öncekilerden kasdınız yahudiler le hristiyan lar mıdır?” diye sordular. Peygamber imiz de kendileri ne:

“Başka kimler olabilir” diye karşılık vermiştir. (Bu hadis, yaygın sahih hadis kitaplarında (Buhâri Müslim) Sünenlerde (Süneni Ebû Davud, S. Tirmizi, S. Nesâi S. İbn Mâce) ve Müsned'lerde (Ahmed İbn Hanbel'in müsnedi) nakledilm iştir. Buhari, Müslim, hadisi bir takım yollardan rivayet ediyorlar . Neki, orada “Hazvel kuzaeti bil-kuzze” ibaresine rastlanılmadı. Sahihayn'in (Buhâri -Müslim) söz birliğiyle rivayet ettikleri sözcükler Ebu Said El-Hudri'nin rivayetid ir. O da “Le tetbe 'anne sünene men kâne kableküm şibran bi şibrin ve zira'an bi zira in...” -Yani, (Sizden öncekilerin gelenekle rine karış karış adım adım uyacaksınız- kelimeler ini içeren rivayetti r.

Bkz. Sahih el Buhârî, Kitab el-İ'tisam, Peygamber in:

“Sizden öncekilerin gelenekle rine mutlaka uyacaksınız” hadisi Babı, H.No: 7320, Feth El-Bâri, c. 3, s. 200. Müslim, Kitab El-İlim, Yahudi Ve Hıristiyanların Yollarına Uyma Babı. H. No: 2669, c. 4, s. 2054.

Hadisi yukarıda geçen metniyle Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c. 4, s. 125'de tahriç etti. Ayni sözcüklerle İbn el Esir, Cami El-usûl isimli eseri, c. 10, s. 34'de anlatmış.)

Diğer yandan Buharî'nin Ebu Hureyre'de (Büyük Sahabiler den olan Ebû Hureyre'nin asıl adı, Abdurrahm an bin Sahra El-Dûsî'dir. Hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Çoğunlukla Rasûlüllah'la birlikte olduğu ve onun hizmetind e bulunduğu için çok hadis rivayet etti. Ayrıca Ashab-i Suffa'dandı. Rasûlüllah'a (salât ve selâm üzerine olsun) unutkanlığından yakındı. Rasûlüllah gömleğini yaymasını emretti. O da yaydı sonra topladı. Ebû Hureyre bu olaydan sonra hiçbir hadisi unutmadığını söyledi. Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) onu Bahreyn'e gönderdi. Oradan döndükten sonra Medine'de yaşadı ve orada öldü. (H. 59). Bkz. El-Bidaye Ve El-Nihâye, İbn Kesir, c. 9, s. 103-114; Esed El-Ğâbe, c. 5, s. 315-316.) -Allah ondan razı olsun- rivayet ederek kaydettiği bir hadise göre Peygamber imiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir defasında:

“Ümmetim karış karış ve kulaç kulaç eski devirleri n adet ve gelenekle rini benimseme dikçe kıyamet kopmayaca ktır.” buyurmuş ve sahabiler in:

“Ya Rasûlüllah, Bizans ve Pers, devirleri ni mi kasdediyo rsunuz” şeklindeki sorularına

“Onlardan başka kim olabilir ki?” diye cevap vermiştir. (Sahih El-Buhâri, Kitab El-İtisam, “Sizden öncekilerin Yollarına Mutlaka Uyacaksınız” Bölümü, H. No: 7319, Feth El-Bâri, c. 3, s. 300.)

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) hem ehl-i kitap olan yahudiler ile hristiyan lara ve hem de Bizanslılar ile eski İranlılara benzeyece klerini, onların yaşama tarzlarına özeneceklerini vaktiyle açık açık bildirmiştir. Bu yüzden Peygamber imiz hayatı boyunca müslümanlara hem berikiler e ve hem de ötekilere benzemeye kalkışmayı kesinlikl e yasaklamıştır.

Yalnız Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) çok önceden haber verdiği bu tehlike ümmetin tümünü kapsamaz. Çünkü bu hadisler yanında O'nun şöyle buyurduğunu da biliyoruz:

“Kıyamet gününe kadar ümmetim arasında hakkı tutup destekley enler her zaman varolacak tır.”

(Bu hadis, ünlü hadis kitaplarının hemen hepsinde nakledili yor. Biz burada sadece Sahihayni n -Yani, Buhari ve Müslimin rivayetle rine değinmekle yetineceğiz. Buhârî hadisi, Kitab El-Menakib, bab, 27, H. No: 3640'da tahriç ediyor. Bkz. Feth El-Bârî, c.6, s. 632 H. No: 7311: Aynı hadis 7459 numara ile Muğîre bin Şu'be'den rivayet ediyor. Muaviye'den de başka sözcüklerle tahriç etmektedi r. Feth El-Bârî, H. No: 3641. Müslim bu hadisi Kitab El-İmâre, Peygamber in “Ümmetimden Bir Topluluk. ..” sözü babında naklediyo r. Hadis numaraları, 1920, Sevban'dan, 1921. Mugîre'den, 1037, Muaviye'den.)

Şu hadisler de aynı anlamdadır:

“Hiç şüphesiz Allah bu ümmeti sapıklıkta birleştirmez.”

(Hadisi Tirmizî İbn Ömer'den naklediyo r. (Allah onlardan razı olsun) Cenabı Rasûl (salât ve selâm üzerine olsun) buyurdu: “Kuşkusuz Allah ümmetimi -Ya da Muhammed ümmetini- sapıklık üzerine birleştirmez. Allah'ın eli toplulukl a birlikted ir. Kim toplulukt an (cemaat) ayrılırsa ateşe yaklaşır.” Bkz. Tirmizî, Kitap El-Fiten, Cemaatin Gerekliliği babı, H. No: 2167, c. 4, s. 466. Tirmizî, hadis bu yönüyle “gariptir” diyor. Hâkim'in Müstedrek'inde hadisin başka râvileri de vardır. Bkz. c. 1, s. 115-116. ibn Ebî Âsım'ın Sünne'sinde hadis şu numaralar la nakledili yor. 80, 82, 83, 84, 85, s. 39,41,42; Aynı hadisi Süyûtî, Cami El-Sağîr isimli eserinde -Allah'ın eli cemaat üzerindedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe yaklaşır- fazlalığıyla anlatıyor. Ve hadisin “Hasen” olduğunu söylüyor. El-Câmi El-Sağîr, c. 1, s. 278, H. No: 1818; Hadis Müsned'de başka ravi'den nakledili yor. Ebû Zer şöyle anlatıyor Peygamber'den “Kuşkusuz Allah azze ve celi kesinlikl e ümmetimi hidayette n başka bir şeyde toplamaz.” Müsned, c. 5, s. 145. Sünen El-Dâremî, c. 1, s. 29. Giriş kısmında, Peygamber e Verilen Üstünlükler Babı. Burada “Onlar sapıklık üzerine birleşmezler” ibaresi kaydedilm iş.)

“Hiç şüphesiz Allah her dönemde bu dinin toprağına yeni fidanlar diker ve onları kendisine ibadet etmeye, yöneltir.”

(İbn Mâce hadisi, eserine giriş kısmında tahriç ediyor. Bkz. S. ibn Mâce, Rasûlüllah'm Sünnetine Uyma Babı, H. No: 8, c. 1, s. 5. Ebi Unbe El-Havlânî (Allah ondan razı olsun) anlatıyor: Rasûlüllah'dan şöyle duydum. Diyordu: “Allah her zaman bu dinin toprağında, kendisine itaatte kullanacağı fidanlar diker. (Yetiştirir). Ahmed'in Müsned'inde aynı raviden, buna benzer bir şekilde rivayet ediliyor. El-Müsned, c. 4, s. 200. Hadisten söz eden imamlara rastlanılmadı. Ancak hadisin râvileri, hadisi reddedece k ölçüde zayıf değillerdir.)

Demek ki, Peygamber imizin verdiği doğruluğu kesin bu haberlerd en açıkça anlaşılıyor ki, bu ümmetin bir kesimi O'nun katıksız İslâm dini demek olan rehberliğine sımsıkı bağlı kalırken, diğer bir kesimi “yahudi dininin” bazı unsurlarına başka bir kesimi de “hristiyan dininin” bazı gelenekle rine sapacaktır.

Her ne kadar kimi durumlard a insan bu sapma yüzünden kâfir, hatta fasık (günahkâr mümin) olmasa bile, bazan bu sapma, sahibini kâfirlik veya fasıklığa sürükler. Bazan bu sapma günah ve bazan da hata niteliği taşır.

Bu sapma insan tabiatının hoşuna giden ve şeytan tarafından göze alımlı gösterilen bir hastalıktır. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) kullarından bizleri ne yahudiliğe ve ne de hristiyan lığa hiç bir şekilde sapmayan dosdoğru yola iletmesi için kendisine dua etmemizi istemiştir.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Gazaba Uğrayanlar ve Sapıklar


Sahabiler den Adiy b. Hatem (Sahabi'nin büyüklerinden olan Adîy bin Hâtem'in asıl adı, Adî bin Hâtem bin Abdullah bin Sa'd El-Tâîd'ir. Câhiliye döneminde iyilik ve cömertliğiyle ünlüydü. H. 10. Yılında müslüman oldu. Câhiliye döneminde de Müslüman olduktan sonra da kabilesin in lideriydi . Riddet günü, -İslamdan dönmelerin olduğu dönem- müslüman kaldı. Irak ve diğer ülkelerin fethinde bulundu. Daha sonra Kûfe'de yaşamını sürdürdü. Sıfiîyn olayında Hz. Ali'nin yanında yer aldı. H. 68'de 120 yaşında öldü. Bkz. El-İsâbe, Fî Temyiz El-Sahabe, c. 2, sh. 468-469.) -Allah ondan razı olsun- diyor ki:

“Bir gün Rasûlüllah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) yanına girdim. O sırada mescidde oturuyord u. Yanındakiler kendisine “Bu Adiy b. Hatim'dir” dediler. Elimde ne emannâme ve nede bir tavsiye mektubu vardı.

Yanına götürüldüğümde elimi tuttu. -Daha önce bir defasında benim için “Allahdan onun elini benim elime koymasını dilerim” demişti- Elimi tutarak ayağa kalktı, birlikte Mescidden çıktık. Yolda önüne bir kadınla bir çocuk çıktı. Kadın:

“Sen'den bir dileğimiz var” dedi. Bunun üzerine elimi bırakıp onların yanına gitti ve dilekleri ni yerine getirdi.

Arkasından yine elimden tutarak beni evine götürdü. Cariyesi Velide'nin getirdiği bir yer minderi üzerine oturdu. Ben de karşısında oturdum. Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra bana:

“Lâilahe illallah (Allahdan başka ibadete layık ilâh yoktur) demekten mi kaçınıyorsun? Yoksa Allah'dan başka ibadete layık ilâh olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Kendisine “Hayır, yok” diye cevap verdim. Bu cevabım üzerine bir süre konuştuktan sonra bir ara yine bana dönerek:

“Allahüekber (Allah en büyüktür) demekten mi kaçmıyorsun? Yoksa Allah'dan daha büyük bir şey olduğuna dair bir bildiğin mi var?” diye sordu.

Ben kendisine yine “Hayır, böyle bir bilgim yok” diye karşılık verince sözlerine:

“Yahudiler, gazaba uğramışlar ve hristiyanlar da sapıklardır” diye devam etti. Ben kendisine “Ben dosdoğru yolu benimsemiş (Hanif) bir müslümanım” deyince yüzünün sevinçle parladığını gördüm.”

Daha da uzun olan bu hadis Tirmizî'de yer almış ve “Hasen” ve “Garib” olarak nitelenmiştir. (Sünen El-Tirmîzi, Kitab'u Tefsir El-Kur'an, Fatiha Sûresinin Açıklaması Babı, H. No: 2953, c. 5, s. 202, 203,204. Tirmizî, hadisin “Hasen” ve “Garip” olduğunu, Simak bin Harb'den başkasının rivayet ettiğim bilmediğini söylüyor. Hadisin başka tanıkları ve çoğu kısaltılmış diğer bir takım rivayet yollan da vardır. Bkz. Ahmed'in Müsned'i, c. 4, s. 378.)

Bu hadisin anlamını pekiştiren Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyuruluy or:

“De ki, Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın kendileri ne lanet ve gazab eylediği ve aralarından bir kısmını maymun, domuz veya tağut tapıcısı yaptığı kimseler. ..” (Mâide: 60)

Ayetin daha öncesinden kolayca anlaşılabileceği üzere burada yahudiler kasdedilm ektir.

Yine Cenab-ı Allah (c.c.) başka bir ayette şöyle buyuruyor:

“Allah'ın gazabına uğramış bir kavmi dost edinenler i görmüyor musun? Onlar ne sizdendir ler ve ne de onlardan” (Mücâdele: 14.)

Burada sözü edilenlerin yahudileri dost edinen münafıklar olduğu tefsir alimlerin in sözbirliği ve bu ayetin daha öncesinin işareti ile sabittir.

Başka bir ayette de şöyle buyuruluy or:

“Nerede olurlarsa olsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak Allah'dan ve insanlard an eman alarak bu zilletten kurtulabi lirler. Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” (Âl-i İmrân: 112)

Aynı ifade Bakara sûresinde “Onlar Allah'ın gazabına uğramışlardır” ve “Onlar gazab üstüne gazaba uğradılar” (Bakara: 61, 90.) şeklinde iki yerde tekrar edilmiştir.

Bu ayetler yahudiler in “gazaba uğramışlar” olduklarını açıkça belirtmek tedirler. Öte yandan Cenab-ı Allah (c.c.) hristiyan lar hakkında da şöyle buyuruyor:

“Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikl e kâfir olmuşlardır. Oysa, tek ilâhdan başka hiç bir ilâh yoktur. Onlar bu dedikleri nden vazgeçmedikleri takdirde aralarındaki kâfirler kesinlikl e acı bir azaba çarpılacaklardır.

Onlar hâla tevbe edip Allah'ın mağfiretine sığınmayacaklar mı? Allah bağışlayıcı ve esirgeyic idir.

Mesih oğlu İsa sadece bir peygamber dir. O'ndan önce de bir çok peygamber ler gelip geçmiştir. Annesi de doğru yolda idi. Her ikisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerim izi nasıl açıklıyoruz da sonra onlar nasıl iftiralar düzüyorlar.?

De ki, Allah'ı bırakıp ne fayda ve ne de zarar verme gücü olmayan nesnelere mi tapıyorsunuz? Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

De ki, ey kitaplılar (ehl-i kitab) dininizde hiç bir haklı gerekçeye dayanmaksızın aşırılığa düşmeyiniz; daha önceleri sapmış, bir çoklarını saptırmış ve doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyfine uymayınız.” (Mâide: 73-77)

Bu ayetler sözün gelişinden kolayca anlaşılacağı üzere hristiyan lara sesleniyo r. Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah onları aşırılıktan, yani sınırı aşmaktan sakınmaya çağırıyor. Nitekim aynı çağın şu ayette de tekrarlanıyor:

“Ey kitaplılar, sakın dininizde aşırılığa düşüp, Allah hakkında aslı olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah'ın rasûlü, Meryem'e sunulmuş kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur.” (Nisa: 171)

Buna göre yahudiler hakkın (gerçeğin) gerisinde, berisinde kalanlar, hristiyan lar da gerçek çizgisini aşanlar,ötesine taşanlardır.

Bu arada yahudiler in “gazaba uğramışlık” ve hristiyan ların “sapıtmışlık” damgaları ile damgalanm alarının gerek kolayca anlaşılabilecek (zahirî) ve gerekse derinliğine düşünmeyi gerektire n (batini) bir çok sebebi vardır ki, ele alınmalarının yeri burası değildir.

Sözün kısası, “yahudiler in kâfirliği”, bildikler ini uygulamam alarından ileri gelir. Onlar gerçeği bildikler i halde kimi zaman ya söz ya da davranışları ile kimi zaman da ne söz ve ne de davranışları ile buna uymamaktadırlar.

Bunun yanında “hristiyan ların kâfirliği” ilme dayalı olmayan amelleri yüzündendir. Çünkü onlar, Allah katından gelen bir şeriatın kılavuzluğuna bağlı olmaksızın bir çok ibadetler yapıyor ve Allah ile ilgili aslını bilmedikleri çeşitli iddialar ileri sürüyorlar.

Bu yüzdendir ki, aralarında Süfyan b. Uyeyne'nin de bulunduğu bazı İslâm büyükleri şöyle demişlerdir: (Selef imamlarından olan Süfyan bin Uyeyne'nin asıl adı, Süfyan bin Uyeyne bin Ebi İmran'dır. Benî Hilalin dostudur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. 107 h.'de Kûfe'de doğdu. Rivayet ettiği hadislerin bir çoğu delil olabileceği kanıtlanmış Sika (sağlam) bir ravidir. Mekke'de yaşadığı dönemde Hicaz'ın Muhaddisi (hadisçisi)ydi. İmam Şafiî hakkında, “Eğer İmam Mâlik ve Süfyan olmasaydı Hicaz'da ilim yok olurdu.” der. Mekke'de yaşadı ve orada vefat etti. (198. H). Bkz. El-Tabakat El-Kübrâ, İbn Sa'd, c. 5, s. 497; ayrıca, Zerkelî El- Âlâm, c. 3, s. 105.)

“Alimlerimiz arasında kim yoldan çıkarsa bazı bakımlardan yahudilere benzemiş, buna karşılık ibadetle uğraşanlarımız arasında yoldan çıkanlar da kısmen hristiyanlara benzemiş demektir.” Bu görüşü açıklamanın yeri de burası değildir.

Cenab-ı Allah (c.c.) Bizleri yahudiler le hristiyanlara özenmeyelim, onların peşlerine takılmayalım diye uyardığı halde bu konudaki takdiri geçerli olmaktan geri kalmamış ve ezeli bilgisinin kavramış olduğu bu takdiri vaktiyle Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) bildirmiştir.

Nitekim Ebu Said-i Hudrî'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre Rasûlüllah bir gün sahabilere:

“Sizden öncekilerin gelenekle rine kılı kılına kesinlikle uyacaksınız. Öyle ki, onlar kertenkel e deliğine girse siz de (mutlaka bir hikmeti vardır) diyerek oraya gireceksiniz.” buyurunca sahabiler:

“Ya Rasûlüllah, bizden öncekilerden kasdınız yahudilerle hristiyanlar mıdır?” diye sordular. Peygamberimiz de kendileri ne:

“Başka kimler olabilir” diye karşılık vermiştir. (Bu hadis, yaygın sahih hadis kitaplarında (Buhâri Müslim) Sünenlerde (Süneni Ebû Davud, S. Tirmizi, S. Nesâi S. İbn Mâce) ve Müsned'lerde (Ahmed İbn Hanbel'in müsnedi) nakledilm iştir. Buhari, Müslim, hadisi bir takım yollardan rivayet ediyorlar . Neki, orada “Hazvel kuzaeti bil-kuzze” ibaresine rastlanılmadı. Sahihayn'in (Buhâri -Müslim) söz birliğiyle rivayet ettikleri sözcükler Ebu Said El-Hudri'nin rivayetid ir. O da “Le tetbe 'anne sünene men kâne kableküm şibran bi şibrin ve zira'an bi zira in...” -Yani, (Sizden öncekilerin geleneklerine karış karış adım adım uyacaksınız kelimelerini içeren rivayettir.

Bkz. Sahih el Buhârî, Kitab el-İ'tisam, Peygamber in:

“Sizden öncekilerin geleneklerine mutlaka uyacaksınız” hadisi Babı, H.No: 7320, Feth El-Bâri, c. 3, s. 200. Müslim, Kitab El-İlim, Yahudi Ve Hıristiyanların Yollarına Uyma Babı. H. No: 2669, c. 4, s. 2054.

Hadisi yukarıda geçen metniyle Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c. 4, s. 125'de tahriç etti. Ayni sözcüklerle İbn el Esir, Cami El-usûl isimli eseri, c. 10, s. 34'de anlatmış.)

Diğer yandan Buharî'nin Ebu Hureyre'de (Büyük Sahabiler den olan Ebû Hureyre'nin asıl adı, Abdurrahm an bin Sahra El-Dûsî'dir. Hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Çoğunlukla Rasûlüllah'la birlikte olduğu ve onun hizmetind e bulunduğu için çok hadis rivayet etti. Ayrıca Ashab-i Suffa'dandı. Rasûlüllah'a (salât ve selâm üzerine olsun) unutkanlığından yakındı. Rasûlüllah gömleğini yaymasını emretti. O da yaydı sonra topladı. Ebû Hureyre bu olaydan sonra hiçbir hadisi unutmadığını söyledi. Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) onu Bahreyn'e gönderdi. Oradan döndükten sonra Medine'de yaşadı ve orada öldü. (H. 59). Bkz. El-Bidaye Ve El-Nihâye, İbn Kesir, c. 9, s. 103-114; Esed El-Ğâbe, c. 5, s. 315-316.) -Allah ondan razı olsun- rivayet ederek kaydettiği bir hadise göre Peygamber imiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir defasında:

“Ümmetim karış karış ve kulaç kulaç eski devirlerin adet ve geleneklerini benimsemedikçe kıyamet kopmayacaktır.” buyurmuş ve sahabilerin:

“Ya Rasûlüllah, Bizans ve Pers, devirlerini mi kasdediyorsunuz” şeklindeki sorularına

“Onlardan başka kim olabilir ki?” diye cevap vermiştir. (Sahih El-Buhâri, Kitab El-İtisam, “Sizden öncekilerin Yollarına Mutlaka Uyacaksınız” Bölümü, H. No: 7319, Feth El-Bâri, c. 3, s. 300.)

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) hem ehl-i kitap olan yahudiler ile hristiyan lara ve hem de Bizanslılar ile eski İranlılara benzeyece klerini, onların yaşama tarzlarına özeneceklerini vaktiyle açık açık bildirmiştir. Bu yüzden Peygamber imiz hayatı boyunca müslümanlara hem berikilere ve hem de ötekilere benzemeye kalkışmayı kesinlikle yasaklamıştır.

Yalnız Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) çok önceden haber verdiği bu tehlike ümmetin tümünü kapsamaz. Çünkü bu hadisler yanında O'nun şöyle buyurduğunu da biliyoruz:

“Kıyamet gününe kadar ümmetim arasında hakkı tutup destekleyenler her zaman varolacaktır.”

(Bu hadis, ünlü hadis kitaplarının hemen hepsinde nakledili yor. Biz burada sadece Sahihayni n -Yani, Buhari ve Müslimin rivayetle rine değinmekle yetineceğiz. Buhârî hadisi, Kitab El-Menakib, bab, 27, H. No: 3640'da tahriç ediyor. Bkz. Feth El-Bârî, c.6, s. 632 H. No: 7311: Aynı hadis 7459 numara ile Muğîre bin Şu'be'den rivayet ediyor. Muaviye'den de başka sözcüklerle tahriç etmektedi r. Feth El-Bârî, H. No: 3641. Müslim bu hadisi Kitab El-İmâre, Peygamber in “Ümmetimden Bir Topluluk. ..” sözü babında naklediyor. Hadis numaraları, 1920, Sevban'dan, 1921. Mugîre'den, 1037, Muaviye'den.)

Şu hadisler de aynı anlamdadır:

“Hiç şüphesiz Allah bu ümmeti sapıklıkta birleştirmez.”

(Hadisi Tirmizî İbn Ömer'den naklediyo r. (Allah onlardan razı olsun) Cenabı Rasûl (salât ve selâm üzerine olsun) buyurdu: “Kuşkusuz Allah ümmetimi -Ya da Muhammed ümmetini- sapıklık üzerine birleştirmez. Allah'ın eli toplulukl a birlikted ir. Kim toplulukt an (cemaat) ayrılırsa ateşe yaklaşır.” Bkz. Tirmizî, Kitap El-Fiten, Cemaatin Gerekliliği babı, H. No: 2167, c. 4, s. 466. Tirmizî, hadis bu yönüyle “gariptir” diyor. Hâkim'in Müstedrek'inde hadisin başka râvileri de vardır. Bkz. c. 1, s. 115-116. ibn Ebî Âsım'ın Sünne'sinde hadis şu numaralar la nakledili yor. 80, 82, 83, 84, 85, s. 39,41,42; Aynı hadisi Süyûtî, Cami El-Sağîr isimli eserinde -Allah'ın eli cemaat üzerindedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe yaklaşır- fazlalığıyla anlatıyor. Ve hadisin “Hasen” olduğunu söylüyor. El-Câmi El-Sağîr, c. 1, s. 278, H. No: 1818; Hadis Müsned'de başka ravi'den nakledili yor. Ebû Zer şöyle anlatıyor Peygamber'den “Kuşkusuz Allah azze ve celi kesinlikl e ümmetimi hidayette n başka bir şeyde toplamaz.” Müsned, c. 5, s. 145. Sünen El-Dâremî, c. 1, s. 29. Giriş kısmında, Peygamber e Verilen Üstünlükler Babı. Burada “Onlar sapıklık üzerine birleşmezler” ibaresi kaydedilmiş.)

“Hiç şüphesiz Allah her dönemde bu dinin toprağına yeni fidanlar diker ve onları kendisine ibadet etmeye, yöneltir.”

(İbn Mâce hadisi, eserine giriş kısmında tahriç ediyor. Bkz. S. ibn Mâce, Rasûlüllah'm Sünnetine Uyma Babı, H. No: 8, c. 1, s. 5. Ebi Unbe El-Havlânî (Allah ondan razı olsun) anlatıyor: Rasûlüllah'dan şöyle duydum. Diyordu: “Allah her zaman bu dinin toprağında, kendisine itaatte kullanacağı fidanlar diker. (Yetiştirir). Ahmed'in Müsned'inde aynı raviden, buna benzer bir şekilde rivayet ediliyor. El-Müsned, c. 4, s. 200. Hadisten söz eden imamlara rastlanılmadı. Ancak hadisin râvileri, hadisi reddedece k ölçüde zayıf değillerdir.)

Demek ki, Peygamber imizin verdiği doğruluğu kesin bu haberlerd en açıkça anlaşılıyor ki, bu ümmetin bir kesimi O'nun katıksız İslâm dini demek olan rehberliğine sımsıkı bağlı kalırken, diğer bir kesimi “yahudi dininin” bazı unsurlarına başka bir kesimi de “hristiyan dininin” bazı gelenekle rine sapacaktır.

Her ne kadar kimi durumlard a insan bu sapma yüzünden kâfir, hatta fasık (günahkâr mümin) olmasa bile, bazan bu sapma, sahibini kâfirlik veya fasıklığa sürükler. Bazan bu sapma günah ve bazan da hata niteliği taşır.

Bu sapma insan tabiatının hoşuna giden ve şeytan tarafından göze alımlı gösterilen bir hastalıktır. Bu yüzdendir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) kullarından bizleri ne yahudiliğe ve ne de hristiyanlığa hiç bir şekilde sapmayan dosdoğru yola iletmesi için kendisine dua etmemizi istemiştir.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
Her türlü eksiklikten arınmış olan Allah, her namazımızda doğru yola; kendilerine "gazab edilmiş ve sapmış" olanlardan farklı olan ve Allah'ın kendilerine "nîmet verdiği" "peygamberlerin", "sıddîkların", "şehîdlerin" ve "salihlerin" yoluna iletmesini dilememizi emrettiğine göre:
Bu: kulun; "gazab edilmiş" ve sapmışların" yoluna düşmesinin korkulacak bir şey olduğunu gösterir.
Nitekim Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in de haber verdiği gibi, bu durum vâki olmuştur. O, şöyle buyurmaktadır:
"Sizden öncekilerin yollarını tıpatıp takip edeceksiniz. Öyle ki, bir kelerin deliğine girmiş, olsalar, siz de ona gireceksiniz."
Ashab; Yahudi ve hıristiyanları mı? Ya Resûlâllah, diye sorunca:
"Başka kim olabilir ki"(Buhari, Enbiyâ 50), buyurdu. (Hadîs sahihtir)
Selef:
- doğru yoldan ayrılan "âlimlerde" "yahudilere bir benzerlik",
- "âbidlerde" ise, "hıristiyanlara bir benzerlik" bulunduğu görüşündeydi.
Gerçekten;
- Sapan ilim adamlarında; sözlerin anlamını değiştirme, kalb katılığı, ilimde cimrilik, büyüklenme, başkalarına doğru olanı söylemesine rağmen kendisinin bunu uygulamaması gibi şeylerin bulunduğu; - Sapan ibadet ehlinde ise; peygamberlerle salihler konusunda aşırılık, ibadetlerde ruhbanlık, şekilcilik ve müziğe dalma gibi bid'atler görülmektedir.
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27
Masaallah guzel bir tefsir ve anlatim...
Ben aynisini baska bir hocamizinkiyle okumustum. Gayet acik ve net... Allah razi olsun.
 

hudavendigar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
6 Kas 2006
Mesajlar
735
Tepki puanı
1
Puanları
0
DİNLERARASI DİYALOGÇULAR: ALLAH'IN GAZABINA UĞRAYANLAR VE DELALETTE OLANLARA (YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARA) KARŞI SEMPATİ DAVRANMALARI KENDİLERİNİN NE KADAR DA GAFİL OLDUKLARININ KANITIDIR.BUNLAR KAŞ YAPACAĞIZ DERKEN GÖZ ÇIKARANLARDANDIR.

Dinlerarası diyalog esasen İslam'ı asimilasyon yapmanın bir oyunudur.Tevhid inancını taşımayanlarla diyalog kurulmaz.Bunlar iman ve itikada halel getirecek çalışmalarından başka birşey değildir.

Gavurların, asırlar boyu müslümanlara karşı iyi niyetli oldukları asla görülmemiştir.Osmanlı'ya ihanet eden ve yıkılmasına sebep olan iç ve dış düşmanları unutmayınız.Bunlar fırsat kollayan siyonistlere karşı uyanık ve teyakkuzda kalınız.Zira su uyur düşman uyumaz.
 

elifimbenim(MERHUME)

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 Kas 2007
Mesajlar
1,642
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
63
selamün aleyküm kardeşim eline ,emeğine sağlık güzel bir konuya eklemişşin
 

demirads

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Tem 2012
Mesajlar
69
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
12
Web Sitesi
kulturelf.blogspot.com
Allah razı olsun, bilmediğim şeyler olduğunu fark ettim... Bu güzel paylaşımınız için teşekkür ederim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt