Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Ana Cadde-Kurtuluş Yolu” Ehl-i Sünnet... (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
“Ana Cadde-Kurtuluş Yolu ”Ehl-i Sünnet...
cicek-046.jpg

İMÂN VE AMELDE MEZHEP



Mezhep, zan ve tahminden geliyor... Bu kelime, bellibaşlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çizdiği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi demek. Peygamber, “doğru yol”un doğrudan doğruya açıcısıdır. O’nun zan ve tahmin yâni mezhep kuruculuğu ile alâkası olamaz. Peygamber’de herşey berrak ve mutlak; ne “acaba”sı var, ne “belki”si...
·
İhtilâf... Çok defa aziz ve erdirici, çok defa da sefil ve kaybettirici bu fakültenin, kurtarıcılıktan öldürücülüğe sürüklenmesine mani “ferdî ve içtimaî nizâm” iklimini kurmak... İşte bütün mesele!..

"İhtilâf”ın “ayrılık” ifâdesi, bir yönüyle “halef olma”, diğer yönüyle de “aykırı olma” mânâsınadır... Birinci yön aziz ve erdirici, ikinci yön sefil ve kaybettirici... İşin tuhaf tarafı, mezhepleri parçalanma sanan başıbozuk alayı, mânânın ikinci yönünde bulunmakta olduğunu bilmiyor!..

Hayatın ARAZ’lardan yürüdüğü hikmetini anlayanların bayılacağı bir ölçü olarak “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” buyuran Kâinatın Efendisi, ruhî kıvam ve içtimaî nizâmın en üstün âhengi içinde, müsbet cephesiyle ihtilâfı ne güzel âbideleştirmişlerdi!..
·
"Topluluk hakikati"nin dağıldığı ve sapık kolların yelpazevârî açıldığı, modalaştığı ve bir cümbüş havası içinde tepindiği İkinci ve Üçüncü asırlar, “Sünnet ve Cemaat Ehli” caddesinden yolun bütün ölçülerini âbideleştiren iki zafer tâkına şahit oldu. Biri, İslâmî itikat esaslarıyla beraber iş ve amel kanunlarını istikametlendiren “dört geçitli”, diğeri, doğrudan doğruya imân ve itikat yönlerini perçinleyen “iki geçitli”, biri “iş ve amelde”, öbürü “imân ve itikatta” iki tâk...
İş ve amelde: Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri...
İmân ve itikatta: Maturidî ve Eş’arî yolları...

Bunlar "Doğru yol”un hudut bekçisi karakollarını temsil ve “sünnet ve cemaat ehli” zabıtasını teşkil ederler; bütün yönlerin mizâna vurulacağı dayanak noktaları... Meydana gelişleri Hicri 2. ve 3. Asırlar içinde başlar ve bütün sapıklıkların cümbüşleştiği devreye rastlar: “İş ve amel”e bağlı mezheplerin ilk iki kahramanı Birinci Asır sonlarında doğmuş ve eserlerini 2. Asırda vermiştir. Son ikisi de 2. Asır... İmâm Ahmed Bin Hanbel, eserini 3. Asır başlarına taşırıyor... “İmân ve itikat” mezheplerinin sahipleri, bunlardan sonra geliyor ve 3. Asrı dolduruyor.
·
"Metedoloji-usuliyet", en eskileri ve temel müçtehid İmâm-ı Azam’dan gelen ve hepsine birden hâkim olan: Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyas... Kitap: Kur’ân... Sünnet: Allah Resûlü’nün her sözü, her emri, her hareketi... İcmâ-ı ümmet: Ümmet’in, yâni ÜMMETLİK VASFINA EN LÂYIK VE EN ÜSTÜN DERECEDEKİ SAHABÎLER’in, üzerinde birleştikleri toplu hükümler... Kıyas: Bellibaşlı üstün vasıflardan din âlimlerinin NİSBET YOLU ile buluşları... Dereceler yukarıya doğru birbirinden erir ve nihâyet tek MUTLAK’ta toplanır: Allah’ın Kitabı ve yanıbaşında Peygamber’in Sünneti.

İşte SÜNNET VE CEMAAT EHLİ YOLU, bu kahramanların binbir fesat çizgisi arasında düpedüz meydana çıkardığı caddedir; ve bu caddede “iş ve amel”i itikat üzerinde yükseltecek MİMARLARIN DA ÇEKİRDEĞİNİ GETİRMİŞ olarak, dış cephenin en büyük mühendisleridir.

Dış cephe; yâni, Allah Resûlü’nün zâhiri, ŞERİAT... Allah Resûlü’nün zâhiri, ŞERİAT... Allah Resûlü’nün bâtını ise, Hicri 2. ve 3. Asırda müesseseleşecek ve resmi ifâdeye kavuşacak olan, TASAVVUF... Ve bu iki cephe, Gaye İnsan-Ufuk Peygamber’in içi ve dışı gibi birbirine tam mutabık... Bildirdiğimiz kahramanlar da, feyzlerini iç cepheden de almış olarak dışta sımsıkı bağlı, iç cephe perdesindeki tecelliler... Biri bâtın hissesiyle zâhirde, öbürüyse zâhir intibakıyla bâtında...
İşi ve ölçüyü böyle bildikten sonra, zâhirden yana görünüp bâtını ve bâtından yana görünüp zâhiri inkâr edenlerin felâketi kendi kendisine meydana çıkar; ve işte bütün sapık kollar, yâni “topluluk hakikati” çilesi çekmeyenler, “ana cadde-kurtuluş yolu”nun bu âhenkli kıvrım sırrından mahrum olanlardır.
·
"İş ve amel”de Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî, “imân ve itikat”ta da Maturidî ve Eş’arî mezhepleri arasında en küçük mikyasta bile esasa bağlı bir fark yoktur; ve bütün fark, iki tarafa da çekilmesi mümkün, fakat hangisinin doğru olduğu meçhul “fer’i-teferruat” üzerindedir... Ümmete rahmet olan ihtilâf!...

Orta yere bir çiçek vazosu koysalar, etrafındaki herkes onu başka başka noktalardan göreceğine ve hiç kimsenin gözbebeği içinden bakamayacağına göre, ihtilâf, insan yapısının zarurî bir neticesi... Elverir ki, bellibaşlı bir sınırı çatlattığı hissini vermesin ve ayrı uzuvlardan fili muayene eden körlerin hikâyesindeki gibi, TOPLAYICI HAKİKAT’İ kaybetmesin.

* Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA DİYALEKTİĞİ –Kurtuluş Yolu-, İBDA Yay., İstanbul, s. 137- 138- 139- 140
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
EHL-İ SÜNNET

"Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak "Ehl-i Sünnet" itikadıyla mümkündür...

Salih Mirzabeyoğlu...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Ehli Sünnet Alimleri toplantısı başladı



42 ülkeden yaklaşık 300 İslam âliminin katılımıyla düzenlenen Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu WOW otelde başladı.

23 Ekim 2010
Anadolu Haber



42 ülkeden yaklaşık 300 Ehli Sünnet İslam âliminin katılımıyla düzenlenen Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu WOW otelde başladı.

26.jpg



Marifet Derneği ve Hindistan AL MAHAD-UL-AALi AL-iSLAMi Üniversitesi tarafından düzenlenen sempozyuma İslam dünyasından birçok âlim katıldı.



Sempozyuma sağlık sorunları sebebiyle katılamayan ünlü İslam Âlimi Yusuf Karadavi’nin daha önce kameraya çekilen konuşması sinevizyon sunumuyla verildi. Karadavi konuşmasında İslam dünyasına birlik çağrısında bulundu. Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanlara karşı dört koldan mücadele ettiklerini, Müslümanların bu saldırılara karşı koyması için mutlaka birlikte hareket etmesi gerektiğini vurguladı.

27.jpg




İslam dünyasının bugün mağlup durumuna düştüğünü belirten Karadavi, “Bir avuç Yahudi bizi istediği hale getiriyor. Yahudiler, kanlarımızı akıtıyor, topraklarımızı işgal ediyor. Filistin toprakları kan ağlıyor, Mescid-i Aksa işgal altında. Filistin meselesi bütün Müslüman toplumların meselesidir. Kanayan yaralar hepimizindir.



Müslüman toplumların askeri, siyasi, iktisadi, kültürel ve dini olmak üzere her alanda mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu alanlarda düşmanlarımız bize saldırıyor. Türlü türlü planlar kuruyorlar ve bunları hayata geçiriyorlar. Bu noktada uyanık olmamız lazım.

28.jpg




Dünyada 1 milyar 600 milyon Müslüman var. Her dört insandan biri Müslüman. Bu çok önemli bir rakam. Bu gücümüzü harekete geçirmemiz lazım. Bunun için ihtiyacımız olan en önemli husus birleşmektir. Burada âlimlere düşen çok şey var. Size tavsiyem mensup olduğunuz toplumları sürekli uyarın” dedi.



Dr. Faruk Hamade, Şeyh Halid Seyfullah Rahmani, ve Dr. Yahya Abdurrahim da konuşmalarında İslam toplumlarına birleşme ve birlikte hareket etme çağrısında bulundular. Sempozyumun ilk gün tebliğleri sona erdi.

30.jpg




Ödül töreni yarın WOW Otelde, Sinan Erdem Spor Salonu iptal

Sempozyum yarın sabah saat 09.00’de yeniden başlayacak. Akşam saat 19.00’da ise WOW otelde Hindistan Hyderabad Al Mahad Ul Aaali Al-İslami Üniversitesi tarafından Mahmut Usta Osmanoğlu’na İslam’a Üstün Hizmet Ödülü takdim edilecektir.

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
EHL-İ SÜNNET ve HAK MEZHEBE İTTİBA ETMENİN ZORUNLULUĞU
Sedat Bulut
sedatbulut@furkandergisi.comPeygamber soluğu kesildikten itibaren otuz yıl içinde, üç halifenin şehid edilmesi de dahil olmak üzere, müslüman cemiyeti derinden sarsan kargaşalıklar vukû bulmuştur… Hz. Ali Radıyallahu Anh’ın şehid edilmesi arefesinde zuhur eden sapık Harici kollarla birlikte, takriben bir asır içerisinde siyasi hareketlerle kol kola yürüyen siyasi mezhepler ve ayrıca itidaki-imani ve ameli meselelerde, güya siyaset dışı hareket ettiği iddiasında bulunan ve binbir türlü sapık fikir ve kanaatlerin bağrından fışkırdığı yetmiş iki şu kadar sapık fırka-mezhep teşekkül etmiştir. Bu sapık fikir ve kanaat sahibi fırkaların bugünden beter bir hâlde tepindiği ve topluluklar içinde kendilerine taraftar aradıkları hengâmede, ölçüden kıl kadar şaşmaz usûl ve kaidelerden müteşekkil ilk fıkhî mezhebin mimarı, bilindiği üzere Ebu Hanife Hazretleridir. Ebu Hanife Hazretleri, sapık itikad sahibi sözde âlimlerin kusmuklarını birbir kendilerine yalatarak, meydan yerinden temizlemiş ve kan pahası-can pahası mücadele vererek, “doğru yolun sapık kolları” tarafından, müslüman fertlerin ruhî-manevî ve maddî dünyasının kirletilmesine müsaade etmemiştir… Dört hak mezhep imamlarının zuhurundan itibaren, kafalarını kuma sokan, yüzlerine binbir maske takan, karanlık katedrallere çekilen, kısaca, ortalıktan tüyen sapık fırka-mezhep mensupları fırsat kollayarak, nerede fitne-fesad varsa, nereden otorite boşluğu varsa, nerede nizam zaafiyeti varsa, nerede işgal varsa, kısaca, nerede eyyamcılık, başıbozukluk, belirsizlik varsa orada zuhur etmiş, meydan yerinde boy göstermiştir. Diğer bir ifadeyle, dört hak mezhebin zuhurundan itibaren, sapık fırka ve mensupları sadece fitne-fesadın devlet nizamı içine sızdığı ortamlarda; otorite ve nizam boşluklarında ve işgal orduları tarafından istila edilen müslüman vatanında boy atmışlardır. Özetle, Ehl-i sünnet âlimlerinin ortak kanaatleri bu minvaldedir. Moğol ve Haçlı istilaları, Osmanlı gerileme süreci ve bugün de açıkça görüldüğü gibi, meydan yerinde kıvırtarak cirit atan sapık fırka mensupları, bu tesbitin doğruluğuna delil teşkil eder…
İnsan cemiyetlerinde meslek ve zenaatların, müessese ve kurumların çokluğu, bunların faaliyetlerinin başkalığı ve her mesleğin temsilcisi, erbabı, takipçisi ve çalışanı olduğu aşikârdır. Yine, her ferdin bütün dalları temsil etmesi, erbabı veya çalışanı olması, kısaca, bütün ihtiyaçlarını kendi emeği ile üreterek karşılaması ve bütün meslek dallarının faaliyetlerine bizzat katılması bir tarafa, her müessese ve kurum-kuruluşun faaliyetlerinden haberdar olması bile mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, meslek ve zenaatlar, müessese ve kurumlar, gerek temsil bakımından ve gerekse istihdam bakımından insanlar arasında taksimata sebep olmuş ve her fert, kendi imkân, mizaç ve hususiyeti doğrultusunda bir meslek edinmiş, kendisini istihdam edecek müesseselere kabaca, kapağı atmıştır. Yine bir hakikattir ki, her meslek ve müessesenin bir kontrol mekânizması; bir otoritesi, bir patronu vardır. Misâllendirirsek, okulda; talebenin disiplin ve eğitiminden sorumlu müdür, öğretmen, dekan, prof vs. orduda; askerin disiplin ve eğitiminden sorumlu onbaşıdan generale kadar tutun da, savaş halinde taktik ve strateji uzmanları kurmay subaylara, hastanede; hasta bakıcıdan cerrah-doktor ve başhekime, resmi dairede; şefinden, müdür ve müsteşarına kadar, kısaca, insanların cemiyet halinde yaşadıkları her yerde, toplumsal istikrar ve asayişi sağlayan sorumlu, muğlak veya mutlak bir otorite vardır. Yine malûmu olunduğu üzere, insanların cemiyet halinde yaşamaları ve toplumsal istikrar ve asayişlerini sağlayan en büyük kurum Devlet’tir. Devlet, inanç ve fikir hürriyeti bir tarafa, vatandaşlarının can-mal ve ırz emniyetlerini sağlamak için, Pazar denetçisinden, Trafik polisine, Emniyet müdüründen Ordu komutanına kadar, kendi içinde belli bir hiyerarşiye sahip görevli kadrolardan müteşekkildir. Devletin en tepesinde de Kral, Sultan-Halife, Devlet Başkanı veya Cumhurbaşkanı diye adlandırılan bir şahıs bulunur. Her Devletin reayası ve tebaası-vatandaşı da, istese de istemese de görevini yerine getirmek ve Devletin yasalarına itaat etmekle yükümlüdür. (Eski yasaları yıkıp, yerine yeni yasalar getirmek isteyen inkılâpçıları ayrı tutalım.) Her vatandaşın, meslek erbabının görevini en iyi bir şekilde yerine getirdiği cemiyet ise, en huzurlu ve en müreffeh bir cemiyettir…
Huzur ve istikrarın en iyi bir şekilde sağlandığı cemiyetlerin mimarları Peygamberlerdir. Daha sonra, Peygambere tâbî olan Ulu’l-Emr; adil yöneticiler, askeri komutanlar ve âlimler bu vazifeyi yerine getirirler. Diğer taraftan, Peygambersiz; peygamber kabûl etmeyen veya ateist toplumlarda bile, adalet esas alındıktan ve zulüm olmadıktan sonra, kısmî olarak huzur ve istikrarın sağlanması mümkündür. Bu çerçevede ilim-fikir adamı, mazinin ve hâlin bütün meselelerine vakıf, bütün vakıaların vebalinden sorumlu; insanının bütün müşgülâtlarına çözüm üreten ve cemiyeti huzur ve istikrar içinde istikbâle taşıyan “büyük kafa”ya denir. İlim-fikir adamı, her türlü şartlar altında, milletini ve maziden intikâl etmiş irfan hazinelerini, düşman dünyaya-işgalcilere, işbirlikçilere ve soysuz yenileşme taklitçilerine karşı müdafaa ve muhafaza etmek zorundadır. Milletine karşı şefkat ve merhametli, düşmanlarının karşısında da “dik duruş” sahibi olmak zorunda olan ilim-fikir adamı, gerektiğinde en ufkî aksiyon hamlelerinde bulunur; hamleleri bizzat kendisi yaptığı gibi, yaptırtır da. Yine bu çerçevede ehl-i sünnet mensuplarına göre, en kabûle layık ilim-fikir adamları mutlak müctehid olan mezhep imamlarımızdır. “En büyük veli, en küçük sahabînin atının burnundaki toz dahi olamaz!” ölçüsünü başa alırsak, sahabilerin yerinin apayrı olduğunu, Ebu Hanife Hazretlerinden işaretlemiş oluruz. O Ebu Hanife Hazretleri ki, hocası Süleyman bin Hammad Hazretlerinin dizinin dibinden ayrılmamış, tam on sekiz yıl (otuz yıl rivayeti de var) O’nun rahle-i tedrisatında bulunmuş ve ayrıca çağının âlimlerinden fıkıh, kelâm, akaid, hadis ve tefsir gibi ilimleri tahsil etmeyi ihmâl etmemiştir. Ebu Hanife Hazretleri kırk küsür yaşlarına geldiği zaman, hocası Süleyman Bin Hammad Hazretlerini kaybetmiş, ilmi kariyeri, edep ve takvası, ticari dürüstlüğü, ahlâki ve siyasi dehası gibi özellliklerine binaen, içinde bulunduğu ilim halkası mensupları O’nu, hocasının makamına lâyık görmüşlerdir…Bir taraftan talebe yetiştiren ve diğer taraftan da ümmetin müşkilatlarına çözüm üreten Ebu Hanife Hazretleri, hayatının sonuna kadar seksen bin küsür fetva ve içtihadda bulunmuş, binlerce talebe yetiştirmiştir. Kendi ifadesine göre, yetiştirdiği talebelerden otuz altısının ilmi kariyeri çok yüksektir. Bunlardan, “ikisi mutlak müçtehid, altısı müçtehid ve yirmi sekizi hakimlik makamlarına uygun”, belli ölçüler çerçevesinde hareket eden, edep ve haya, şahsiyet ve takva sahibi ilim muhafızlarıdır ve bunlara, belli ölçüler çerçevesinde itaat edilmesi gerekir.
Fazla uzatmayalım!. Her akıl sahibi insan, insan cemiyetlerinde mesleklerin başkalığı dolayısıyla, yaptıracağı herhangi bir işi, mesleğinin erbabı olanlara yaptırması gerektiğini bilir, kabûl eder. Cemiyetin nizam ve istikrarı için de, muğlak veya mutlak herhangi bir otoriteye itaat edilmesi gerektiğini bilir, kabûl eder. Üstad Necib Fazıl’ın öz bir ifadesiyle: “Hoca karşısında talebenin, doktor karşısında hastanın, komutan karşısında askerin, ilanihaye…mutlak bir hürriyeti yoktur!”. Yoktur da, çayırda anıra anıra başıboş dolaşan eşekler, dilediği gibi hareket etmekte hür(!) olabilirler…Nice benzeri sebep ve misâllerden dolayıdır ki, tarih boyunca müslüman fertler ruhî-manevî hayatlarında, dünya ve ahiret saadetlerini temin için, kendilerine Ulu’l-emr de denilen mezhep imamlarının içtihadlara göre hareket etmeye azami derece gayret sarfetmiş, sapık fırka mensuplarının sapık fikir ve kanaatlerine hiçbir şekilde itibar etmemişlerdir. Veya, eşekler gibi, “kafalarına göre!” takılmamışlardır. Nasıl ki, her meslek erbabından; dalında uzman olanlardan öğrenilir, işlerin yapılması onlara havale edilirse, ilim de ehlinden öğrenilir, müşkilâtlar ehline havale edilir ve onların fikir ve kanaatlerine göre hareket etmenin daha emniyetli bir yol olduğu bilinir. Hayat-memat, koşturmaca-uğraş, işinden çıkılmaz binbir türlü meseleler, ilanihaye…insan bir başına hangi birine yetişsin, hangi birinin çözüm yollarını kendi bir başına bulsun, üstesinden gelsin? Kısaca, mezhep ve mezhep mutlak müctehidleri vazgeçilmezdir ve bunu, Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine intisab-ittiba eden her müslüman gayet iyi bilir…
Tarih boyunca fitne-fesat ortamları dışında yeşeremeyen, filiz açamayan sapık fırka ve taklitçileri, küffar tarafından İslâm topraklarının, insanlarının her türlü işgale maruz kaldığı bugünkü demde, ruhî-manevî ve maddi her türlü işgale karşı duracaklarına, işi iyice azıya alarak-azıtarak, neredeyse bütün silahlarını asırların dinamikleri olan mezheplere, mutlak müctehidlere doğrultmuşlardır. Asırlardır müslümanların ruhî-manevî ve maddi hayatını yönlendiren, biçimlendiren; itikad-iman, ibadet ve muamelât-siyaset ölçülerinin usûl ve kaidelerini, fıkhını oluşturan hak mezhepler, lâyık olmadıkları halde liyakat kürsüsüne kurulan bir alay donunu toplamaktan aciz şaklaban adamlar; mezhepsizler ve telfikçiler tarafından, haksız ithamlara maruz bırakılmakta, tahkir ve iftiralarla salya-kuduz saldırıya uğramaktadır. Bu mezhepsizler ve telfikçilerin en şenî-iğrenç saldırılarından bir tanesi: “Mülümanların herhangi bir mezhebe bağlanmaları yolunda ne nakli ve ne de akli bir delil yoktur. Her hangi bir mezhebe bağlanmak ne farzdır, ne vacip ve ne de sünnettir.” yollu, aslı-astarı olmayan atmasyondur. Bunun reddi çok basittir. Tekrar edelim: Böyle bir hükmün de, ne naklî ne aklî bir delili yoktur ve böyle bir hükmü kabûl etmek de ne farz, ne vacip ve ne de sünnettir. Aksine, hak bir mezhebe intisab-ittiba etmenin naklî ve aklî delilleri olduğu gibi –ki, aklî delillerin bir kısmını, her ne kadar şaklabanlar ve budalalar itibar etmese de yukarıda naklettik-, hak bir mezhebe intisab-ittiba etmenin sünnet, vacip ve hatta farz olduğunu, yine her ne kadar şaklabanlar ve budalalar itibar etmese de, bizzat yerinden nakledeceğim. Önce, çok basit bir misâl vereyim. Meselâ, herhangi bir devletin tebasından olan; hiçbir mesleği ve hiçbir özelliği olmayan bir şahıs, herhangi bir suç işlese ve suçun niteliğine göre, sorumlu yetkiye haiz olan bir memur tarafından tutuklanıp, suçlunun işlediği cürme nisbetle hakim tarafından muhakeme edilip cezalandırılsa, tebaa veya mesnetsiz şahıs, memura, hakime; “Siz kim oluyorsunuz? Bana, devletin en tepesindeki Kral-Devlet Başkanı’ndan başkası karışamaz! Ben, sadece O’na karşı sorumluyum! Vesaire” diye bir şey söyleyebilir mi? Söyler de, “kendu kendune” söyler!. Hiçbir aracı olmadan, kim onu muhatap alır? Bu mezhepsizler ve telfikçiler haşa-, “Allah’la nasıl ilişki kurabiliriz?” sorusunu, kendi kendilerine sorarlar ve hiçbir vesile olmadan “…ilişkinin nasıl kurulabileceğini” detaylandıracak kadar sapıktırlar. Peygamberlerin dahi büyük bir çoğunluğu arada elçi-vesile-vasıta olan Melek-Cebrail olmadan, ayrıca, “perde arkasından” gibi haller dışında, doğrudan Allah Tealâ hazretleriyle hiçbir şekilde herhangi bir irtibat -uydurukça; ilişki- kuramadığı halde bu sapıklar, bütün vesileleri bir kenara atarak doğrudan doğruya, pattadanak bir “…ilişkiden” bahsederler. Bu da ayrı bahs’ ve mesele anlaşılmıştır. Anlaşıldı mı?. Tek bir misâl; nasıl bir “dua”nın makbûl olacağının ölçüleri, Kur’an ve Sünnet’te belirtilmiştir.
Mezhepsizlerin ve telfikçilerin, sapık fırka mensuplarının ve aptalların anlamasından daha ziyade, hadlerinin bildirilmesi açısından ve ayrıca arada kaynayan garibanlar, (bütün samimiyetimle ifade edeyim ki, bana, uçurumun kenarından dönmek nasib oldu.) araştırma imkânı ve vakti olmayan samimi, hak mezhep mensupları için, mezhebin ne olduğunu tarif ve “hak olan bir mezhebe intisab-ittiba etmenin zorunluluğunu” bizzat yerinden nakledelim. Önce:

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Mezheb-Mezhep Nedir?
Mezheb:Yol…Gidilen yol…Tutulan çığır…Dinin esaslarında ve esas temel mes’elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes’eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden kendilerine tâbiî olunanların seçtikleri meslekleri. Fürûatta Hanefi ve Şâfiî ve Akaidde Maturidi ve Eş’ari gibi.. Bu “Mezheb” kelimesi, asıl ve esas mânâsına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve muhakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur’an-ı Kerimin esaslarından, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın emir ve sünnetlerinden ayrılmamış olan Dört Mezheb, Hak olarak seçilmiştir: Bunlar sırasıyla; 1- Hanefi Mezhebi. 2- Malikî Mezhebi. 3- Şâfiî Mezhebi. 4- Hanbeli Mezhebi. Diğerleri, “batıl” ve sapık olan mezheplerdir. Ayrıca, “kâfir!” hükmünün muhatabı olan, Batîniyye ve Gulat-ı Şia; galeyan eden, aşırı gidenler gibi -ki, Hazreti Ali’nin haşa, Tanrı olduğuna iddia eden- siyasi ve itikadi mezhepler vardır. İçlerinde birçok bid’at ve hurafe barındıran bu tür mezhepler kendilerinin, “İslâm mezhepleri” olduklarını iddia etmelerine rağmen, Abdulkahir Bağdadi Hazretleri, İmam-ı Gazali Hazretleri ve İmam-ı Rabbani Hazretleri gibi ümmetin seçkin âlimleri tarafından; İslâm mezhepleri değil, bizzat kaypaklıklarıyla “mürted” ve sapkınlıklarıyla “kâfir” olan mezhepler, kategorisine dahil edilir…
Mezhep, tarihî oluşumu ve Hak bir Mezheb’e intisap-ittiba etmenin gerekliliğini, çok kısa nakille, “toprağa bağlanmayla semâya yükselme berzahında kıvranan insanoğlunu-fikirlerini, hakikatin hakikatine nisbetle değerlendiren” Üstad Necib Fazıl’dan işaretleyelim:
“Mezhep, zan ve tahminden geliyor…Bu kelime, belli başlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çizdiği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi demek. Peygamberler, “doğru yol”un doğrudan doğruya açıcısıdır. O’nun zan ve tahmin yani mezhep kuruculuğu ile alâkası olamaz. Peygamberde her şey berrak ve mutlak; ne “acaba”sı var, ne “belki”si…
İhtilâf; fikir ayrılığı…Çok defa aziz ve erdirici, çok defa da sefil ve kaybettirici bu fakültenin, kurtarıcılıktan öldürücülüğe sürüklenmesine mâni “ferdi ve içtimai nizam” iklimini kurmak…İşte bütün mesele!..“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” Buyuran Kâinatın Efendisi, ruhî kıvam ve içtimaî nizamın en üstün ahengi içinde, müsbet cephesiyle ihtilâfı ne güzel abideleştirmişlerdi.
“Topluluk hakikati”nin dağıldığı ve sapık kolların yelparevari açıldığı, modalaştığı ve bir cümbüş havası içinde tepindiği İkinci ve Üçüncü Hicri asırlar, “Sünnet ve Cemaat Ehli” caddesinde yolun bütün ölçülerini abideleştiren iki zafer takına şahit oldu. Biri, İslâmi itikat esaslarıyla beraber iş ve amêl kanunlarını istikametlerinden “dört geçitli”, diğeri, doğrudan doğruya iman ve itikat yönlerini perçinleyen “iki geçitli” biri “iş ve amêlde”, öbürü “iman ve itikatta” iki tak…İş ve amêlde: Hanefi, Maliki, Şâfiî, Hanbeli mezhepleri. İman ve itikatta: Maturudi ve Eş’ari yolları…Bunlar, “Doğru Yolu”n hudud bekçisi karakollarını temsil ve “sünnet ve cemaat ehli” zabıtasını teşkil ederler; bütün yönlerin mizana vurulacağı dayanak noktaları…Meydana gelişleri Hicri İkinci ve üçüncü asırlar içinde başlar ve bütün sapıkların cümbüşleştiği devreye rastlar: “İş ve amêl”e bağlı mezheplerin ilk iki kahramanı Birinci asır sonlarında doğmuş ve eserlerini ikinci asırda vermiştir. Son ikisi de İkinci asır…İmam Ahmed bin Hanbel, eserini Üçüncü asır başlarına taşırıyor…“İman ve itikat” mezhaplerinin sahipleri bunlardan sonra geliyor ve Üçüncü Asrı dolduruyor.
“Metodoloji-usûliyet”, en eskileri ve temel müctehid İmam-ı Azam’dan gelen ve hepsine birden hakim olan: Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyas…Kitap, Kur’an…Sünnet, Allah’ın Resûlü’nün her sözü, her emri, her hareketi…İcmâ-ı ümmet, Ümmetin, yani ümmetlik vasfına en lâyık ve en üstün derece sahabilerin, üzerinde birleştikleri toplu hükümler…Kıyas, bellibaşlı üstün vasıflardan din alimlerinin nisbet yoliyle buluşları…Dereceler yukarı doğru birbirinde erir ve nihayet tek “mutlak”ta toplanır: Allah’ın kitabı ve yanıbaşında peygamberin sünneti.
İşte “sünnet ve cemaat ehli” yolu, bu kahramanların binbir fesat çizgisi arasında düpedüz meydana çıkardığı caddeddir, ve bu cadde de “iş ve amêl”i itikat üzerinde yükseltenler kendilerinden sonra ”iman ve itikat”ı iş ve amêl üzerinde yükseltecek MİMARLARIN DA ÇEKİRDEĞİNİ GETİRMİŞ olarak, dış cephenin en büyük mühendisleridir…“iş ve amêl”de Hanefi, Şâfiî, Maliki ve Hanbeli “iman ve itikat”ta da Maturudi ve Eş’ari mezhepleri arasında en küçük mikyasta bile esasa bağlı bir fark yoktur; ve bütün fark, iki tarafa da çekilmesi mümkün, fakat hangisinin doğru olduğu meçhûl “fer’i-teferruat” üzerindedir…Ümmete rahmet olan ihtilâf…
İslâm’ın yaradanla yaratık arasında açtığı ve “Sünnet ve Cemaat Ehli” diye isimlendirdiği mutlak yola aykırı ve iddiacılarının ruhundaki çıkmaz sokaktan ibaret yol…Sapıkların sapığı ana yolu büsbütün inkâr edenlerin sapıklığından daha sapık, güya yola bağlıyken onun içinden saptırıcı ve böylece fesad ve tehlikelerin en büyüğünü belirtici bir yol…İmam-Azam Hazretleri’ne gayet lâubalî ve edepten yoksun bir dille çatmalar, kendilerini yeni ictihadlara mezun ve memur bilmeler, içinde yaşanılan memleket ve idaresi altında bulunan hükümet hangi ölçü ve kanuna bağlıysa, İslâmiyetin de onlara baş eğeceğini iddiaya kadar gitmeler, nice mesele üzerine bağırsaktan fetva vermeler, neler ve neler!
Dalâletten hidayete yönelirken, hidayete girer gibi olduğu hâlde ters istikametlere sürüklenen ve şeytanın emrine geçen (karakter)ler her zaman görülmüşse de bu Yahudi ve münâfık mizaçlı kişiler daima meydana din hakim vaziyetteyken gizli gizli faaliyete geçmişler ve şu anda bizde olduğu gibi, küfre karşı imanın yekpare bir (blok) teşkil etmesi gereken ilk uyanış demlerinde ortaya çıkmışlardır…Köprülünün düşmana saldırmadan kendi öz ordusundaki hainleri temizlemesi ve yüzlerce kafa kesmesi gibi, bu mikropları DDT’den geçirmeksizin girişebileceğimiz hiçbir davranış düşünülemez…”
Bizi harekete geçiren asıl amillerden bir tanesi de, Üstad’ın bu ihtarı, hatta, emir ve talimatıdır.
Hakikatin bilinmesi, yaşanması ve hayata hakim kılınması için mutlaka ve mutlaka, edep ve haya sahibi üstün idrak ehli bir zümrenin olması gerekir. Bu hakikat, İmam Şatıbî tarafından: “Şayet geçerli olan insanlar değil de Hak ise, Hak da insanların aracılığı olmadan bilinmez. Aksine hakikate ancak insanlarla ulaşılır. Ve onlar hakk’ı taşıyan kovalardır.” şeklinde, öz bir ifadeyle dile getirilmiştir. Şurası da inkâr edilemez ki, Hakk’ı taşıyan zümrenin etrafında pervane olan bir topluluk, aynı zamanda bu topluluğu içeriden ve dışarıdan gelebilecek her türlü olumsuz müdahalelere karşı koruyan, onlara kol-kanat geren, “Emir Subayları-Fedailer” her zaman bulunmuştur. Geçmiş irfan hazineleri sözkonusu olduğunda adeta bir “Emir Subayı”, o hazineleri taşıyıcı olarak da “Hakk’ı taşıyan kova”, diyebileceğimiz birisi olan Enver Baytan Hocamız, “Sultan Hamid’i Olmayan Maskaralıklar” adlı eserinde, “Mezhepsizlik ve Mezheplerin Telfiki” adı altında fesat ateşi tutuşturan Efgani, Abduh, Şaltut ve R. Rıza gibileri yerden yere vurmuştur ve o eserden, “Hak bir mezhebe intisab-ittiba etmek, ayrıca mukallidlik” ve “telfikin batıllığı” hakkında kısa bir nakil:
“Başta Tahtavî ve İbn-i Abidin olmak üzere bütün fıkıh kitaplarında şöyle denilir: Avamm-ı nas’a müftünün fetvasıyla amel etmek vaciptir. (11) Avama vacip olan, eğer fetvasına güveniliyorsa, alim olan kimseye uymaktır. (12) Ami hakkında hüküm, müftüsünün fetvasıdır. Bu sebepten herhangi bir mezheple kayıtlanmadan aminin mezhebi müftüsünün mezhebidir.(13) Kendisinden fetva alınan kimsenin, bir ülkede itimad olunan, fıkhi bilgisine güvenilen emniyetli bir kişi olması şarttır.(14)
Şer’i delillerin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler (dört mezhepten birinde bulunanlar) için delil, hüccet, içinde bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nass’tan hüküm çıkaramaz. Bundan dolayı, bir mezhebin bir hükmü, nass’a uymuyor gibi görünse dahi, yine o mezhebe uymak lâzımdır. Zira nass, ictihad isteyebilir, te’vili gerekebilir, neshedilmiş olabilir. Bunu ise ancak müctehid anlar. (15)
(11) İbn-i Abidin. (12) Bahr-i Raık. (13) Fethu’l-Kadir. (14) Nihaye. (15) Berika.
“Hakaayık-ı Ezkar-i Mevlâna” adındaki eserde şunları okuyoruz:
“Dört hak mezhep imamı” dört halifenin (r.a) sırrı üzerine gelmiştir ki, her birinin zatında ilâhi vasıflardan bir vasıf galiptir ve kıyamet gününe kadar Hanefi mezhebi üzerine gelen velilerin başkanı İmamı Azam, Şafiî mezhebi üzerine gelen velilerin başkanı İmam Şafiî, Maliki mezhebi üzerine gelen velilerin başkanı İmam Malik, Hanbeli mezhebi üzerine gelen velilerin başkanı da İmam Ahmed’dir. Bunların herbirinin mezhebi üzerine büyük velilerden nice kâmiller ve din âlimi kimseler gelmiştir.
Mezheplerden bir mezhebi taklid etmek vaciptir. Zira mezhep sahibi ulu’l-emirdendir, ulu’l-emre itaat ise vaciptir. Cahil ve ictihad kudretinden mahrum bir mü’mine belli bir hak mezhebi seçmek vaciptir. Bu hususta ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şöyledir:
“Esahh olan, cahil ve ictihad mertebesine ulaşamamış kimselere, müctehidlerin mezheplerinden belli bir mezhebi seçmek vacip olur. Seçtiği mezhep aslında tercih edilir olmasa bile, onun diğer mezheplerden daha üstün veya onlara müsavi olduğuna inanacak, onu böyle kabul etmiş ve seçmiş olacaktır.” [Cem’ul-Cevami Şerhi ve Haşiyesi Ayat-ı Beyyinat.c.4 ,sayfa:279)
Dört hak mezhep imam ve fıkıhçılarının kitap ve görüşlerinden halka va zamana uygun olanları seçilip alınmak suretiyle yazılacak kitaptaki hükümler, bâtıl hükümler olur. Çünkü öyle mezheplerden halkın istediklerini bir araya toplamak suretiyle yazılacak hükümlerin yani telfikin bâtıl olduğunu âlimler açıkça bildirmişlerdir. Meselâ: Hanefi mezhebi fıkıhçılarının bu hususta sözleri şöyledir:
“Mezheplerden toplamakla verilen hüküm ittifakla bâtıldır. Meselâ: Abdestli olan bir kimsenin bendeninden kan aktı ve bir kadına da eli değdi, sonra da “benim abdestim var” diyerek o abdestle namaz kıldı. Şimdi bu namazın sahih olması nasıl olacak, kan akmakla abdest bozulmadığı hükmü Şafiî mezhebinden, kadına el dokunmakla abdest bozulmadığı hükmü de Hanefi mezhebinden alınıp, telfik edilmekle olacaktır ki, telfik batıldır, bu namaz da sahih değildir. (25) İşte her mezhepten halka ve zamana uygun olanları seçip almak böyledir, halkın işine gelen kolaylık da budur. Fakat caiz değildir. Hakikatte ise, o kimsenin her iki mezhebe göre abdesti yoktur. Diğer ihtilâflı meseleler de böyledir.
Şafiî mezhebi fıkıhçılarının bu mevzuudaki sözleri de şöyledir:
“Esahh olan kavilde mezheplerde kolaylık arayıp almak caiz değildir. Şöyle ki: Vukua gelen meselelerde her mezhepden ehven olanı seçip almak suretiyle amel etmek caiz olmaz…”(26)
(25)Dürrü’l-Muhtar ve Reddü’l-Muhtar, Cilt:1,Sayfa:69.
(26)Cem’u’l-Cevami’ Şerhi ve Haşiyesi Ayat-i Beyyinat. C:4,S.280.
İbni Abidin: “Ve amma, eğer bir gün bir mezhebe göre namaz kılsa, başka bir gün başka bir mezhebe göre namaz kılmak istese, bundan men olunmaz.” Yani caiz olur demektir. Zira biz, o mezhep sahibinin görüş ve ictihadına batıl demiyoruz. Fakat bir namaz veya bir abdest ve emsali bir ibadet, tamamen bir mezhebe göre olacaktır. İşte İmam Ebu Yusuf Hazretlerinin ve emsalinin yaptıkları budur. Yoksa, her mezhepden halka ve zamana uygun olanları seçip alarak birleştirmek suretiyle bir ibadetin yarısının bir mezhebe, diğer yarısının da başka bir mezhebe göre olması caiz olmaz. Bu, bütün mezheplere göre batıldır. (Reddü’l-Muhtar. C.1 S:69)
Enver Baytan Hocamızın dikkat çektiği önemli bir husus da şöyle: “Bazıları menkûl malın vakfedilmesine dair İmam Muhammed’in sözlerinden birer kısmının alınmasıyla verilen bir hükmü nakletmişler ve bunu Hanefilerde telfik olduğuna misâl göstermişlerdir. Fakat göstermiş oldukları misâl telfik olmadığı gibi, birbirine zıt iki hükmün bir meselede toplanması, telfikin caiz olacağına da delâlet teşkil etmez. Çünkü, bir müslüman kendi mezhebinin müctehid imamlarından hangisinin sözü ile amel etse mesul olmaz ve o mezhepten ayrılmış olmaz. Meselâ, Hanefi mezhebinden olan bir müslüman bazı meselede Ebu Hanife’nin, bazı meselerde Ebu Yusuf’un, diğer bazı meselelerde İmam Muhammed veya İmam Züfer’in sözleriyle amel edebilir. Bazı meselelerde de bunlardan ikisinin veya üçünün sözlerinden toplanıp çıkarılan bir hüküm ile amel edilebilir…Hatta bir meselede kendi mezhebinden başka bir mezhebin imamlarından birisinin sözünü tercih etmek dahi caiz olur. Meselâ, Hanefi mezhebinden olan bir müslüman, abdestli iken kadına eli dokununca, Şafiî mezhebinde abdestim bozuldu diyerek, tekrar abdest alırsa iyi olur. Zira böyle yapmak ihtiyat ve takvâlılıktır. Fakat buna telfik denilemez. Telfik; ayrı ayrı mezheplerce bir mesele hakkında verilmiş, birbirine zıt hükümleri bir araya getirmektir.”
Lûgat mânâsı olarak Telfik; iki parçayı birbirine ilâve ederek dikmek, biraraya getirmek, birleştirmektir. Fıkıhtaki hususi mânâsı da, çeşitli mezheplerden olur-olmaz, rastgele, işine gelir bir şekilde fetvalar alarak, güya bu fetvaları biraraya toplamaktır. Enver Baytan Hocamız burada konunun akışı içerisinde “telfik”in, -hani kurbağa diliyle derler ya-, “bir başka boyutu”na dikkat çekiyor. Yukarıda verilen misâller çerçevesinde bugün “telfikçiler”in yapmak istedikleri şey, en masum ifadeyle, “işin ucuzuna kaçmak”tır. Aslında telfikçilerin asıl gayesi, “fesat ateşi yakmak”tan başka bir şey değildir. Yoksa, “ölçüler yerli yerinde duruyor. Ya ona bakan göz nerede? İşte asıl mesele.. Bu meseleye bir misâl de özetle şöyle: Hanefi mezhebine göre Cuma Namazı’nın şartlarından bir tanesi Devlet Başkanı’nın kıldırması veya tarafından atanan imamlar tarafından kıldırılmasıdır…Şafiî mezhebine göre ise bir beldede akıl-baliğ, hür, kırk müslümanın bulunması ve içlerinden bir tanesinin imam atanarak Cuma Namazını kıldırması caizdir…Bu meselede Necib Fazıl özetle şöyle der: “İçinde bulunduğumuz şartlara binaen bir Hanefi, Şafiî mezhebini taklit ederek Cuma namazı kılabilir, sahih olur.” Anlayacağımız, hak bir mezhebe ittiba-intisap etmiş bir müslüman, kendi mezhebinde caiz veya sahih olmayan bir şeyden uzak durmakla kınanmayacağı gibi, diğer hak mezhebin hükmü çerçevesinde yapmasından men de edilmez. Bu da yine “telfik” değil de “ihtiyat ve takvâ” olur. Meselenin en nihayetinde ise, hak bir mezhebe ittiba-intiba etmiş bir müslüman, hiçbir çıkış yolu kalmamış ve hayat-memat meselesi olan bir meselede, “birbirine zıt hüküm” olmasına rağmen, kendi mezhebi haricinde bir başka hak mezhebin hükmüyle amel edebilir fakat, bu amel de azimet veya ruhsat üstünkörü, gelişigüzel değil, yine belli ölçüler çerçevesinde cereyan eder. Bu hüküm de özetle, Necib Fazıl tarafından böyle nakledilmiştir… İmam Şafiî veya İmam Hanbeli’nin bazen Ebu Hanife’nin, bazen İmam Malik’in veya Ebu Yusuf’un ictihadlarıyla amel etmelerine gelince, onlar, şimdi bazıları gibi, “naylon veya maskara” değil, ictihadlarıyla amel ettikleri İmamların malik oldukları şartları tamamen üzerlerinde bulunduran mutlak müctehidlerdir.
Bütün bunlar bir tarafa Hüseyin Avni Kansızoğlu Hocamız, bu mesele ve telfikçiler hakkında şöyle bir tesbitte bulunur: “Niçin telfik? “Mezhebi farklılığın veya ayrı ayrı mezheplerde olmanın zararı var.” onun için mi? Hayır, bu bir vehim, vesvese ve iftiradan ibarettir. Böyle bir yolu tervic ve teşvik edenler, bütün mezhepleri ortadan kaldıramayacaklarına göre, fazla gördükleri mezheplere bir yenisini daha ilâve etmekle, basiretsizlik ve samimiyetsizliklerini ispat etmiş olmuyorlar mı? İşin ilimle bağdaşır olmaması bir yana tabiî… Asırlardır bu mezhepler vakıasının bulunması, müctehid ve muhaddislerin onlara göre amel etmesi, ümmetin bu hususda icmaının olduğuna delil değil midir? İcmaa muhalefet, en hafifinden sapıklıktır. […] Şu anda ümmetin asıl meselesi, fıkhı geçerli kılıp-kılamamadır. Şu mezhebi değil..Veya şu mezhepten bunu, bu mezhepten şunu şeçerek türlü yapıp, bolkepçe dağıtma işgüzarlığı değil… Mezheplerin birleştirilmesi tartışmaları ile ümmetin meşgûl edilmesiyle, ümmetin şer güçlerce parçalanması hesaplarının aynı zamana rastlaması, cidden çok düşündürücüdür. Ümmetin malûm manzarası hengamesinde telfik ve benzeri mevzuların, -bilerek veya bilmeyerek- “uyutma” hususiyeti taşıdığı kanaatindeyim. Bilmeliyiz ki uyutmanın en müessiri İslâm ile uyutmadır. Sair uyuştucuların yanında uyutucu olarak İslâm’ın kullanılması çok tehlikelidir. “İslâm’ın afyon olduğu” saçmasıyla bu söylediğimizi karıştıracaklara bir şey demiyorum; değmez. […] “İş, ehlinden başkasına verildiğinde artık kıyametin kopmasını bekleyin.” (Buhari, Ebu Hureyre’den. Et-Teysir. 1/33) hadis-i şerifi, (sarahat ve delâleti bir yana) meseleler ve ilmi mevzular, ehil olmayan kimselerin elinde cidâl ve münakaşa malzemesi olduğunda, artık fikrî ve ilmî kıyametin kopacağına işaret ediyor.
Ümmetin bunca muhaddisleri, bunca büyük müfessirleri, bunca muktedir fakihleri (ezberinde otuz ciltlik bir fıkıh kitabı yazdırabilecek kadar) mezhepleri kabûl edebilmiş de biz edemiyoruz öyle mi? Kaç hadisi senetleriyle biliyoruz? Yedi günde Kur’an’ı ezberleyen İmam Muhammed’in yanında konuşursak, bizim için insaflı bir kişinin dudaklarından duyulan şu hadis olabilir: “Utanmıyorsan dilediğini yap!”
Baştan sona okuyalım desek, belki de ömrümüz boyunca sadece Suyûtî’nin, Tahâvî’nin, Sehâvî’nin, Aynî’nin, Zehebî’nin, Subkî’nin eserlerini okuyamayız. Mevlâ -kendisi daha iyi bilir ya- onları bu ümmetin helak olmaması için hususi gönderdi. Karınca cüssemizle içine düştüğümüz bardağın suyunu okyanus zannetmekte belki mazur kabûl edilebiliriz. Lâkin hakiki okyanusları inkâr etmekle ve mukayeseye gitmekle büyümek şöyle dursun, ancak küçülürüz. Haddimizi bilip, boyumuzdan büyük meselelere girmememiz herhalde hakkımızda en hayırlı olanıdır.”
Mezhep nedir? Hak olan bir mezhebe ittiba-intisap veya taklit etmenin zarureti ve telfikçilerin sallama ve sapıklığını, ehil olanlardan mümkün mertebe doğrudan kısaca naklettiğimiz gibi, bazen de özetle ve yorumlarımızla meseleler hakkında kanaatlerimizi belirttik. Bundan sonra güzide “Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaat” mezhebi mensuplarının bazı hususiyetlerini, Mutlak Müctehid İmamların herhangi birisinin mezhebine tâbiî olmanın zaruretini-vacibiyetini yine ehil olanlardan nakletmeye gayret göstereceğiz. Ki, müslümanların, “naylon veya maskaralara” itibar etmemesi gerektiğinin altını bir kez daha çizmiş olalım. Bu arada şunu da belirtelim ki, “Meseleler hakkında fikir ve kanaat belirtilirken, lâfız ve tâbirler, maksat ve mânâları ortadan kaldırmaz.” Bu ölçünün dahi bazı istisnaları, kaideleri bozabilir. Bunu bir hatırlatma olarak kabûl edin. Meselâ adam, İlletli-yeni damar gibi, “Allah demek illa ki anlam demektir!” veya, Ateist Apo gibi, “Bilim, (demek) en Büyük Allah demektir!” derse, maksat, başka istikametlere yönelir, mânâ tamamen değişir. Bir taraftan büyük bir cinayet, diğer taraftan ise küfrü ekber; en büyük küfür olur..

Furkan Dergisi, s.26
 

bir_umut

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Şub 2009
Mesajlar
2,564
Tepki puanı
4
Puanları
0
Yaş
41
“Ana Cadde-Kurtuluş Yolu ”Ehl-i Sünnet...


budur :)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
images

AYRILIK DEĞİL RAHMET KAPIMIZ HAK MEZHEBLER
Allah nazarında tek din İslâm’dır. Ona inananlar da tek bir ümmet... Bu ümmet arasında Kuran ve Sünnet’le çelişmeyen fikir ve görüş ayrılıkları, bu ümmetin bölük-pörçük bir topluluk olduğunu değil; aksine, düşünen, sıhhatli fikirler üreten, en doğruyu, en güzeli bulma yolunda gayretler sarfeden dinamik zekâya sahip bir topluluk olduğunu gösterir.
İslâm, göklerle kucaklaşan görkemli bir çınar. Kur’an ve Sünnet kökü üzerine yükselmiş, gövdesi Ehl-i Sünnet anlayışı, dalları ise bu anlayıştan doğmuş içtihatlar. Gölgesi, hayatın bütün alanlarını kucaklamakta, huzur ve sükûna kavuşturmakta.
Biz müminlerin Yüce Yaratıcımız’ın hoşnutluğu için yaptığımız hayır ve hasenatlarımız, salih amellerimiz, yüksek ahlâka uygun tavır ve davranışlarımız bu ulvî ağacın meyveleri. Bize ebedî rızık olacak meyveler...
Bir bütün bu ağaç... Ne köksüz olabilir, ne ne gövdesiz, ne de dalsız budaksız. Her biri Ehl-i Sünnet gövdesinden serpilip gelişen birer dal olan hak mezhepler olmasa, o huzur ve sükûn kaynağı gölge bütün hayatı nasıl kuşatabilir?
Bu ağacın dallanıp serpilmesi nasıl kökü tehdit eden bir ayrılık değilse, zannedilenin aksine, hak mezhepler de dinin temelini sarsan ayrılıklar olarak düşünülemez. Bu haliyle farklı mezhepler rahmetin bir gereğidir. Bu ayrılıklar düşmanlık ve inattan doğan yıkıcı ayrılıklar olarak asla mütalâa edilemez.
Bu sebepledir ki, hak mezheplerin birleştirilmesi veya kaldırılması yolunda yapılan çağrılar, meselenin özünü anlamamış olmanın bir ifadesidir.
Hakikate götüren yollar
Yüce Rabbimiz, eşref-i mahluk olan insanı, bütün yönleriyle kemâle erdirmeyi murad eder. O, kulunun ruh, akıl, fikir ve hisleriyle alemlerin en yüce, en kusursuz varlığı olmasını diler. Bu da Rab oluşun bir gereğidir. Çünkü Rab, terbiye eden, geliştirip kemâle erdiren manalarına gelir. O terbiyeye kapılarını açık tuttuğu sürece kul, Rabbinin eşsiz bir eseri olduğu kadar, kendi hür iradesinin de bir eseri olacaktır.
İlahî irşadın ışığında iman edip salih ameller işleyerek kalbini kemâle erdiren insan, hakikati ararken de doğru düşünce, ince seziş ve anlayışla da aklî yönünü yüceltir.
İnsan, yaratıcısı katında reddedilmiş işlerle, sapık ve tutarsız düşüncelerle de zihnî dünyasını küçültür.
Belki de insanı düşünce boyutuyla sınamak için, Yüce Rabbimiz kulunu bilinmezlikleri keşif ve anlama yoluna çağırır. Bazı hakikatleri açıkça gözlerimizin önüne sererken, bazı hakikatleri de perdeler. Mesela kendi varlığını eşsiz sanatı arkasında gizleyen, ötelerin de ötesinde olan Yüce Rabbimiz, her zihinde başka algılanmış ve ademoğlu ‘O’nun bilgisi’ hakkında da ihtilafa düşmüştür. Kimileri O’na şirk koşmuş veya aciz bir varlık mertebesine indirmişlerdir.
Ama akıllarına vahyi, peygamberleri yoldaş ederek düşünenler ise, O’nu uluhiyyet sıfatlarıyla tanımış, noksanlıklardan tenzih etmişlerdir. Varlığı da Allah’ın bildirdiği gibi bilmiş, hikmetle nasiplenmişlerdir. Böylece hakikati arama yolunda akıllar ya gerçeği bulmuştur ya da uzağına düşmüştür.
İşte mezhepler de, hakikati arama çabasının bir neticesidir. Ve gerçek şu ki, Ehl-i Sünnet ana dairesinde olanların her biri hakikatle kucaklaşan birer yoldur.
Aynı hakikati farklı usulle aramak
Evrende kapalılık oldukça merak, merak oldukça da düşünme, araştırma ve bulma arzumuz hep canlı kalacaktır. Kainatın hakikatını insanlara sunan Kur’an ve Sünnet’teki kapalılık ve gizlilikler de belki bu ilâhî sırrın bir tecellisi ve tecessüs sahibi insanoğlu için bir imtihan vesilesi.
Eğer ilâhî hikmet dileseydi müphem, müteşabih, müşkil ayetler indirmez, zihnimizi hiç yormadan hakikati gözlerimizin önüne sererdi. Ama bu durumda aklın fonksiyonu durur, insanı insan yapan tefekkür ortadan kalkardı.
Demek ki Yüce Rabbimiz, İslâmî düşüncenin, bu kutsi asıldan kopmamak kaydıyla dallanıp serpilmesini ve çeşitlenmesini istiyor. Böylece hak ölçülere göre düşünenle, asıldan koparak sapıklığa düşeni ayırdetmeyi murad ediyor.
Ehl-i Sünnet’in güzide alimleri, Kur’an ve Sünnet’in sükût ettiği veya ayrıntısına inmediği ve kapalı bıraktığı konular üzerinde hakikati arama yoluna koyulmuşlardır. İçtihat, kıyas, istihsan gibi yöntemlerle akıl yürütmüşlerdir. Kur’an’ın ve Sünnet’in verdiği ipuçlarından hareketle, Allah indindeki bilgiyi keşfe ve fethe koşmuşlar. Bunu yaparken de, önce akıllarını vahiyle, iştişareyle, şurayla takviye edip, eğildikleri konuyla ilgili her türlü bilgiyle de beslemeye gayret etmişlerdir. Nefislerini terbiye etmiş, akıllarını nefislerinin ve taassubun sultasından kurtararak hürriyete kavuşturmuşlar.
Böylece onların düşünceleri, yalnızca Allah’ın rızası talebiyle Kur’an ve hadis ufuklarında kanat çırpmış, ulvî bilgiyi arama yolunda olağanüstü titizlikle çabalar göstermiştir. O alimler, son sözlerini de, derin bir edep, ancak kula yakışan bir acziyet ifadesiyle; “bizim bu mevzuda kanaatimiz budur. En doğrusunu Allah bilir.” diyerek söylemiştir. Sonuçta, bütün bir İslâm tarihinin süzgecinden sağ ve salim olarak günümüze ulaşan bir itikad ve amel manzumesi ortaya koymuşlardır.
İşte böyle bir arkaplâna dayalı ve ulvî bir gayeye yönelik araştırma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan farklılıklara, yani mezheplere nasıl itiraz edilebilir?
Bilmeyenin bilene başvurması
Müslümanların büyük çoğunluğu, dinin aslî kaynaklarından hüküm çıkarmaya güç yetiremediği için, “bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz” mealindeki ayet-i kerimenin emrine uyarak dinlerini bu kâmil alimlerden öğrenmişlerdir. Ayrıca, “Alimlere tabi olun. Onlar dünya hayatının da ahiret hayatının da kandilleridir.” mealindeki hadis-i şerife uyarak alimlere tabi olmuşlardır. Böylece bir alimin içtihatlarına tabi olanlar, bir mezhebin bağlıları olarak zuhur etmiştir. Demek ki, bir mezhebe tabi olmak, tabiî ve sahih bir durum.
Hal böyleyken, müminlerin hak mezheplere olan itimatlarının sarsılmaya çalışılması doğru olabilir mi? Ayrıca, mezheplerin ortadan kaldırılmasını, her müslümanın doğrudan Kur’an’a başvurmalarını tavsiye edenler, aslında yeni bir ‘mezhep’ önermiş olmuyorlar mı? Bu görüşü ortaya atanları benimseyip taklit eden topluluk da bu mezhebin bağlıları olarak düşünülemez mi?
Oysa kendisi müctehid olmayan bir müminin dinini İmam-ı Azam’dan öğrenmesinde ne sakınca var? Onun içtihatlarına tabi olarak dinini yaşamasının kime zararı dokunur?
Diyebiliriz ki, dinîyle ilgili tatminkâr ilme sahip olmayan bir topluluğa mezhepsizliği tasviye etmek, yol göstericisiz ve öğretmensiz bir nesil yetiştirmeye yönelik bir gayret olmalıdır. Eğer böyle bir tavsiye kabul görürse, ancak ‘ben kendime yeterim’ diyen başıboş fertlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacak.
Mezhepler esas olan din kimliğinin yerini alıyor paranoyası da anlamsız ve yersizdir. Çünkü ne İslâm buna müsait, ne de ortada böyle bir tablo var.
Çünkü mezhepler koca bir tarih boyunca alimlerce tetkik edilmiş, doğru yoldan saptıran en küçük bir görüş bulunamamış. Koca bir tarihin tasdik mührünü taşıyan bu hak mezheplerin zararı bugün mü ortaya çıkmış bulunuyor? Ve binlerce alimin göremediği zararları gün yüzüne çıkarmak, acaba bugünkü alimlere mi kısmet olmuş?
Gerçek şu ki, modernist akademisyenler bu konuda haksızlar. Ehl-i Sünnet çerçevesindeki hiçbir mezhep, Allah’ın rızasına giden yolda engel teşkil etmemiştir.
Sonuçta din İslâm’dır. Ve İslâm, Alemlerin Rabbi’nin himayesindedir. Yani dinin koruyucusu, bizatihi onu gönderendir. O, dinini korumada hakiki alimleri vesile kıldı. Dinin sahibi, bindörtyüz sene onu nasıl koruduysa, kıyamete kadar öyle koruyacak. Ne ‘mezhepler dinin yerini aldı’ diyen mezhep karşıtları endişelenmeli, ne de mezheplerine saldırılan saf gönüllü müminler...
Din kıyamete kadar baki. Ve biz, onu yaşadığımız kadar bahtiyar olacağız...
Kaynak:Semerkand Dergisi
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Mezhepler ve Tarikatlar
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında tarîkat ve mezhep var mıydı?' diye çokça sorulmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında Cenâb-ı Hakk'ın emirleri Peygamberimiz (a.s.) ve O'nun sahâbîlerinin nefislerinde tatbik edilip yaşanıyordu. Ashâb-ı Kiram, ilâhî mesaj olarak gelen âyetleri onar onar ezberleyip nefislerinde uyguluyorlardı. Böylece onlar hem öğreniyor, hem de Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle amel ediyorlardı.
Bir gün sahabeden üç kişi Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'in evine gelerek, Hz. Âişe annemize sordular:
"Biz Rasûlullah (s.a.v.)'in bütün hallerine vakıf olamıyoruz. Bize evdeki hallerinden bahseder misin?"
Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle dedi:
"Siz Kur'ân-ı Kerîm'i okumuyor musunuz? O'nun bütün hali Kur'ân-ı Kerîm'dir, bilmiyor musunuz?"
Bu cevaptan sonra bu üç sahâbî şöyle dediler:
"Biz Rasûlullah (s.a.v.) gibi olamayız; bizim daha fazla ibadet yapmamız gereklidir."
Bundan sonra onlardan birisi ömür boyu oruç tutacağını, ikincisini ömür boyu hiç evlenmeyeceğini, diğeri de sabahlara kadar uyumayacağını, geceleri ibadetle geçireceğini söyleyerek ayrıldılar. Onlar gittikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz geldi ve Hz. Âişe (r.anhâ) olayı Efendimiz (a.s.)'a anlattı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de mescide gelerek bir hutbe irad etti. Hutbesinde şöyle buyurdu:
"Sizin içinizde Allah'ı (c.c.) en çok bilip korkan Ben olduğum halde, Benim sünnetimden kim yüz çevirirse, Benden değildir. Ben bazen oruç tutarım, bazen kadınlarımın yanına giderim, bazen de uyurum. İşte Benim yolum budur."(1) Böylece Peygamber (s.a.v.) Efendimiz meseleye açıklık getirmiştir.**
Tarikatlar ve Mezheplerin Menşei
Rasûlullah (a.s.), sahabe ve tabiin dönemlerinden sonra ikinci asrın başlangıcından itibaren Müslümanların arasına giren fitneler dolayısıyla hizipleşmeler, bid'atler ve çeşitli görüşler ortaya atıldı. İslâm dinini dejenere edip yıkmak için gerek Yahudiler, gerek hariciler ve gerekse de şia ve diğer guruplar tarafından çeşit çeşit inançlar ortaya konulmaya, ameller ihdas edilmeye başlandı.
Bunun üzerine İslâm âlimleri hurafe ve bid'atlere, mantar gibi biten çeşit çeşit bozuk inançlara sahip olan bu mezheplere karşı mücadele ettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetini ve sahabelerin kavillerini göz önüne alarak mezheplerin hak olanlarıyla batıl olanlarını birbirinden ayırdılar. Bunun dışında kalan, bozuk hurafe ve bid'atlerle dolu olan yolları va'zu nasihatle anlattılar. Böylece hak mezheplerin Müslümanlara yön vermesinde yardımcı oldular. Hak mezhep olarak en son, amelde; Hanefî, Şâfî, Mâlikî, Hanbelî, itikatta ise; Maturûdî ve Eş'arî mezhepleri tespit edildi.
İşte Peygamber Efendimiz zamanında yaşanan Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet esasları, birinci asrın sonuna kadar bozulmadan devam etmiş, ikinci asrın başlangıcından itibaren çeşitli fitnelerle bozulmaya başlamıştı ki, o anda İslâm âlimlerinin ittifakıyla, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin zamanında yaşanan fıkhî hayatın uzantısı olarak 'ehl-i sünnet ve'l cemaat' doğrultusundaki hak mezhepler etrafında toplandılar.
Böylece bu büyük İslâm âlimleri, Müslümanlara, kıyamete kadar uzanan büyük bir iyilikte bulunup onları tekrar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında yaşanan İslâmî hayatta birleştirdiler.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahlâkî yönden en üstün olduğuna dair Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Yâ Muhammed (a.s.), muhakkak ki Sen büyük bir ahlâk üzeresin."(2)
Yine Peygamberimiz (s.a.v.)'in güzel ahlâkıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:
"Mü'minlerden Sana tabi olanlara (iyilikle muamele et, merhamet) kanadını üzerlerine ger."(3)
Alâ' b. Es-Sıhhîr (r.a.)'den şöyle rivayet ediliyor:
"Bir gün Efendimiz (a.s.)'ın huzuruna bir arabî geldi ve:
'Yâ Muhammed (s.a.v.), İslâm nedir?' dedi. Efendimiz (s.a.v.) de cevaben:
'Güzel ahlâktır.' buyurdu. Aynı şahıs Efendimiz (a.s.)'ın sağından, solundan, önünden, arkasından dolanarak tekrar sordu. Efendimiz (s.a.v.) de:
'Güzel ahlâktır, öfkelenmemektir.' diyerek cevap verdi.(4)
Böylece İslâm dininin ahlâkî yönden de olgunluğa önem verdiği görülmektedir; fakat ne var ki insanlar, yaratılış itibariyle iyi ve kötü ahlâklarla birlikte yaratılmışlardır. Gadap, şehvet, kibir, ucup, cimrilik, riya, haset, kendini üstün görme gibi kötü özellikler, insanoğlunun nefsinde mevcuttur. Buna işaret olarak Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor:
"Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."(5)
Yine Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:
"Sonra da ona (nefse) iyilik ve kötülük kabiliyetini verene de and olsun ki, kendini (nefisini) arıtan saadete ermiştir."(6)
İnsanoğlu kötü ahlâklarla şeytana ve nefsine tabi olursa, o zaman cehennemin en alt tabakalarına kadar alçalır. Eğer güzel ahlâk sahibi olup Allah'a ve Rasûl'üne itaat ederse, en yüksek dereceye yükseltilir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı yaptık. Yalnız inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır."(7)
Şu âyet-i kerîme ise güzel ahlâklı Müslümanlar için bir müjdedir:
"İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde kibir ve fesat peşinde koşmayan kimselere tahsis ederiz. (İyi) sonuç muttakî olanlarındır.(8)
Asr-ı Saadet'te Ehl-i Suffe diye adlandırılan bir kısım sahabîler, Peygamberimiz (s.a.v.)'in yanında hem şerî ilimlerini geliştirir, hem de nefis tezkiyesi yaparlardı. Böylece onlar insanların Allah'ın hidayete kavuşmasına örneklik yapmaktaydılar. Allah'ın Rasûl'ü (s.a.v.) Hz. Muaz'ı Yemen'e vali (veya elçi olarak) gönderdiği zaman, ona aynen şöyle buyurdu:
"Allah'a yemin ederim ki, senin irşadınla tek bir kişinin hidayete kavuşturulması, senin için kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır."(9)***
--------------------------------------------------
* Bu makale Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) Hazretlerinin 'İslâm'da Zikir ve Râbıta' (Ankara 1997) adlı eserinden (s.115-122) iktibas edilmiştir.
** Hadîs-i şerifte bariz bir şekilde görülmektedir ki Efendimiz (s.a.v.) ashâbını irşâd etmiş, onlara doğruları telkin etmiş ve Sahabe-i Güzin efendilerimiz de kendilerine telkin edilen dinin tüm emirlerini nefislerinde yaşamışlardır. Efendimiz (s.a.v.)'in ashabına irşadı bazen; onlara bilmediklerini öğretmek, kötülüklerden sakındırmak, iyilikleri emretmekle, bazen de aşırılıklardan korumakla yani orta yolu telkin etmekle olmuştur. Rahmetli Üstadımız bu hadisle Efendimiz (a.s.)'ın ashabını nasıl irşad ettiğini ifade etmiş ve tasavvufun Asr-ı Saadet'te yaşanışına dair bir örnek sunmuştur.
*** Rahmetli Üstadımız makalesinde mezheplerin çıkışını anlattıktan sonra Rasûlullah Efendimizin güzel ahlâkından bahsetmektedir. Daha sonra ise insanların bu güzel ahlâkları, nefislerinin kötülüğe meyyal olması sebebiyle hayata geçirme noktasında büyük güçlüklere maruz kaldıklarını anlatarak, Rasûlullah (s.a.v.)'den sonra ahlâkların da bozulduğu ve takva üzere yaşantının terk edildiğini işaret etmektedir.
İşte insanların hidayetleri için diğer amelî ve itikadî mezhepler nasıl zorunlu olarak ortaya çıkmışsa, bir ahlâk okulu olan tasavvuf mektepleri de zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü severek, aşk üzere ihlâsla kulluk yapabilecek, olgun ruhlu, sâlih insanlar yetiştirmek için Rasûlullah (s.a.v.)'in bâtın yönlü irşadına varis olan âlim ve âriflerin ümmet-i Muhammed içerisinde hep var olmak zorundadır.
Kaynakça:
1. Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5.
2. el-Kalem, 68/4.
3. eş-Şuara, 26/215.
4. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden naklen İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, 6/169 ; Benzer rivayetler için bkz. Buhârî, Birr 62.
5. Yûsuf, 12/53.
6. eş-Şems, 91/8, 9.
7. et-Tîn, 95/4, 5, 6.
8. el-Kasas, 28/83.
9. Buhârî, Cihad 102, 143 ; Fedâilü Ashâbi'n-Nebî 9 ; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 35.
Kaynak:Rehber Dergisi
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KURTULUŞ YOLU* (FIRKA-I NACİYE )
Allah'ın Resûlü, etraflarında sahabîleri, ince bir değnekle kum üzerine
derince ve dümdüz bir çizgi çektiler ve sonra bu çizginin iki yanına
kırk-ayağa benzer birtakım kısa hatlar ekleyerek buyurdular

-"Şu dosdoğru çizgi kurtuluş yoludur; ondan kopma küçük hatlarsa felâket
yönleri..."

Ve daha nice hadîs... Bir tanesi daha:
-"Musa Peygamber'in ümmeti 71 fırkaya ayrıldı. Biri nur, 70'i ateş
yolunda... İsâ'nın ümmeti de 72 bölüm... Biri nur, 71'i ateş
istikametinde... Benim ümmetimse 73 fırka olacak; biri nura, 72'si ateşe
yönelecek."

Bu hadîsler karşısında gerçek imân hassasiyetinin ne olduğunu da İmâm-ı
Gazalî Hazretlerinin ağzından sunalım:

-"Şüphesiz ki insanların çeşitli din ve milletlerde bulunuşu, daha sonra
ümmetin çeşitli fırkalara ayrılması keyfiyeti, içinde birçok insanın
boğulduğu engin bir denizdir. Pek az insan bu denizden kendini
kurtarabilmiştir. Her fırka da kendisinin doğru yolda olduğunu zanneder.
Nitekim âyette, "Her zümre kendi inancından memnundur" buyuruluyor. Evet; bu
ümmet içinde de yolları birbirine zıt birçok fırkaların zuhur edeceğini,
doğru söyleyenlerin en doğrusu Peygamberimiz buyurmuştur ve haber verdiği
gibi de olmuştur... Gençliğimin başından itibaren henüz 20 yaşıma varmadan,
yani bülûğ çağına yaklaşan bir zamandan beri -ki şimdi 50 yaşımı geçmiş
bulunuyorum- daima bu derin denizin dalgalarıyla mücadele etmekte, korkmadan
ve cesaretle derinliklerine dalmaktayım. Her türlü karanlık meselelerle çok
meşgul oluyorum. Her müşküle göğüs gerer ve her uçurumu atlamaya çalışırım.
Her fırkanın akidesini dikkatle araştırırım. Hak ile bâtılı, sünnete uygun
olanla bid'atı ayırmaya ve her taifenin mezheplerinin sırlarını keşfe
çalışırım."

Bir ân için, gerçekten yırtınan, çırpınan ve "ben doğru olduğumu nereden
bileyim?" diye vicdanları infilâk hâlinde kaynayan bir insan topluluğu
içinde olduğumuzu farzedelim; yâni imânı babadan kalma âdet gibi kabullenen
değil de, imân zaruretine eren ve İslâm içindeki yollardan hangisinin doğru
olduğunu arayan... Hiç kimse "ben yanlış yoldayım!" demeyeceğine, herkese
kendi hakikatinden daha aziz birşey olmayacağına göre, hakikatin hakikati
nerde?..

·
Habercilerin En Doğrucusunun kurtuluş fırkası üzerinde işaret buyurdukları
bir delil vardır:

-"Kurtuluş fırkasının kadrosu içindekiler şunlardır ki, TEK YOL
üzerindedirler... Ben de o yol üzerindeyim. SAHABÎLERİM DE O YOL
ÜZERİNDEDİR."

Ölçü bu kadar açıkken, sahabîye dil uzatan ve onun rolü ve mânâsını bilmez
bir takım ayı zümrelerin kurtuluş yolu dışındaki sapıklığı temsil etmelerini
anlamamak ve hâlâ onlara karşı "hoşgörü"den dem vurmak, ayılığın tâ kendisi
değil midir?..

·
Rahman Sûresi'nde, "ALLAH KUR'ÂN'I ONA ÖĞRETTİ" âyetinden anlaşılıyor ki,
Kur'ân'ın tefsirini yine Allah'tan dinlemek gerektir; bunu Hak'tan
başkasından dinleyemezsin. O yorumcuların tefsiri, onların kendi hâlidir,
Kur'ân'ın tefsiri değil; yoksa dışyüzden sözlü tercümesini beş yaşındaki
çocuklar bile yapabilirler... İş, ölçüsüz endazesiz herkesin kendi keyfine
kaldı mı, herhangi bir Arap çocuğunun Kur'ân'ı kemâliyle anlamakta olduğu
neticesine kadar gider!..

Vahy'in ilk muhatabı olan Allah Sevgilisi bile, Kur'ân'ı bizzat Allah'ın
öğrettiği şekilde öğrenmiştir ve O'nun sünnet ve hadîsleri bu cümledendir...
Onun vârisleri mevkiindekiler de, "davet ve irşâd" bahsinde temas olunan
bâtın kahramanları zümresindendir ki, bu zümrenin bâtın hissesiyle zâhirde
tecelli eden kahramanları da, Allah'tan dinledikleri kadarıyla tefsir işi
üzerindedir... Meselenin özü şu:

-"Bir insan Kur'ân'ı ben aklımla tefsir ederim dese ve bu Beyzavî Tefsirine
eşit olsa, küfürdür!"

İSLÂM'IN KALBİN YOLU olduğuna dair âyeti ortada dururken, kuru akılla
"kaynaktan yapmalıyız" tekerlemesine sarılan ahmak, bizim ölçülerle
ölçülerin mânâsına yaklaşabilme çetinliğini yaşamakta olduğumuzu görmez de,
-hissiz bir ayı ya!-, utanmadan "aman Kur'ân'dan uzak durun!" demekte
oluşumuzu ilân eder... İşin tuhaf tarafı, "kaynaktan yapmalıyız!"
tekerlemecilerinin ölçüleri dışyüzden bile tanımadıkları, dış yüzden bile
mânâlarını göremedikleri işaretlediğimiz ölçüleri görememelerinden belli;
öküz gibi bakmakla, en iptidaî insan idrakının bile görebileceği arasındaki
fark... İşin insan hafsalasını çatlatan misâllerinden biri de şu: Adam
oturmuş iki dergi sayfası kadar yazı yazıyor ve "içinde âyet bulunmayan
sözler boş sözlerdir!" diyor, fakat yazısı içinde âyet yok... Bizim bir
seferine mahsusunu işaretlediğimiz bu hususu, haftalar, aylar, yıllarca
tekerleyenlere ne demek gerektiğini izâha, lûgatte kelimeler âciz kalıyor!..


* Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA DİYALEKTİĞİ –Kurtuluş Yolu-, İBDA Yay., 3 Basım,
s. 123-126
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
images


Sünniler Niçin Haklarını Aramıyor?
Bu ülkede her kesim haklarını veya hak sandıkları şeyleri ararken, çoğunluğu oluşturan Sünniler sessizlik içinde. Sanırsınız ki, bizde İngiltere'ye, İsveç'e, Avusturya'ya benzeyen bir din, inanç, inandığı gibi yaşamak, dini teşkilat kurmak hürriyeti var da bu yüzden susuyorlar.

Soruyorum:

1. Sünnilerin, Ortodoks Rumlar, Gregoryen Ermeniler, Sefarad ve Eşkenaz Yahudiler, şu veya bu locanın mensubu Farmasonlar, Süryaniler gibi devletten bağımsız bir teşkilatları var mıdır?

2. Sünniler, dini işlerin ve hizmetlerin başına bağımsız bir Din Başkanı seçebiliyor mu?

3. Sünniler, devletten bağımsız bir Ümmet Teşkilatı kurabiliyor mu?

4. Sünnilerin, icazetli ulema yetiştirecek medreseleri var mıdır?

5. Sünnilerin zikrullah yapacak, olgun insan yetiştirecek tekkeleri ve tasavvuf kurumları var mıdır?

6. Sünniler Cuma günleri hafta tatili yapabiliyor mu?

7. Sünniler, bu milletin bir yıldan fazla kullanmış olduğu milli alfabe ile kitap ve gazete çıkartabiliyor, eğitim yapabiliyor mu?

8. Sünniler özel din ve Kur'an dershaneleri açarak 15 yaşından küçük çocuklarına din dersi verdirebiliyor mu?

9. Sünniler, bağımsız İslam okulları açabiliyor mu?

10. Sünniler başları örtülü kadın doktorlarını duruşma salonlarına sokabiliyor mu?

11. Sünniler başları örtülü hanım doktorlarını devlet hastanelerinde çalıştırabiliyor mu?

12. Sünniler Büyük Millet Meclisi'ne başı örtülü kadın milletvekili sokabiliyor mu?

13. Sünniler Evkaf-ı İslamiyeyi (İslam Vakıflarını) idare edebiliyor mu?

14. Sünniler din işlerini devletten bağımsız olarak tanzim ve teftiş edebiliyor mu?

Hayır, bunların hiçbirini yapamıyorlar. Vesayet sistemi onları sömürge yerlisi haline getirmiştir.

Viyana üniversitesinde okumuş, başarıyla diploma almış, ardından Heidelberg üniversitesinde doktora yapmış, son derece kültürlü bir İslam hanımı, sırf başında zarif bir eşarp bulunduğu için bizim Meclisimize giremez.

Milletvekili seçilen ve Meclis'ten hakaretlerle kovulan Merve Kavakçı'nın macerasını biliyorsunuz.

En son Bolu'da bir devlet hastanesine tayin olunan dahiliye uzmanı Dr. Zeliha hanım, başı örtülü olduğu için kovuldu.

Tesettürlü hanım avukatlar mesleklerini icra edemiyor.

Sünni Müslümanların, yasal hudutlar içinde haklarını enerjik ve yoğun bir şekilde aramaları gerekmez mi?

Yasal hudutlar diyorum... Elbette şiddete ve teröre karşıyım.

Bu memlekette medya hürriyeti yok mu?

Toplanma hürriyeti yok mu?

Haksızlıkları ve adaletsizlikleri protesto etmek hürriyeti yok mu?

Bazıları yüzde yüz olmasa bile bu hürriyetlerin hepsi var ama Sünniler bunları kullanamıyor.

Alevi kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız çalıştay yapıyor, Cem Evlerinin ibadet yeri olarak tanınmasını istiyor, başka haklar talep ediyor. Sünni kesimin buna paralel istekleri yok.

Katoliklerin ülkemizde Saint Joseph, Saint Benoit, Sainte Pulcherie gibi aziz ve azizelerin isimlerini taşıyan liseleri var ama Müslümanlar bir İmamı Gazali, bir Abdülkadir Geylani, bir Ahmed er-Rufai lisesi açamıyorlar.

Beyazların, orada oturmayanların kapılarından hüviyet göstererek girebildiği, bazen giremediği komünleri, siteleri var ama Müslümanların böyle hakları yok.

Çoğunlukta olmalarına rağmen Sünni Müslümanlar bu memlekette sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor.

Yakın tarihimizde bu memlekette Kürtlere, Alevilere, şu veya bu kesimlere zulm edilmiştir ama en fazla zulüm Sünni Müslümanlara yapılmıştır ve maalesef oldukça hürriyet bulunmasına ve herkesin hakkını aramasına rağmen Sünnilerde hak arama yok denecek kadar azdır.

Muhalefette iken yeri göğü inleten birtakım İslamcılar Sünnilerin haklarını niçin aramıyor?

Doğrusu, utanç verici bir pasiflik içindeyiz.

Üzerimize ölü toprağı serpilmiş.

Afyonlanmış zombilere dönmüş birileri...

Birtakım Sünniler bozuk düzen/sistemle haşir neşir olmuşlar.

Herkesi suçlamam ama bozuk düzenin haram nimetleri bazılarına pek tatlı gelmiş ve onlara çok şeyleri unutturmuş vaziyette...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
-"Kurtuluş fırkasının kadrosu içindekiler şunlardır ki, TEK YOL
üzerindedirler... Ben de o yol üzerindeyim. SAHABÎLERİM DE O YOL
ÜZERİNDEDİR."
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
‘’ORTALIK KARIŞIP, YALANLAR YAYILIP, DİNDEN OLMAYAN ŞEYLER ORTAYA ÇIKINCA, ADETLERE KARIŞTIRILINCA VE ESHABIMA DİL UZATILINCA, DOĞRUYU BİLENLER HERKESE BİLDİRSİN. ALLAH-U TEALA'NIN, MELEKLERİN VE BÜTÜN İNSANLARIN LANETİ, DOĞRUYU BİLİP DE, GÜCÜ YETTİĞİ HALDE BİLDİRMEYENLERE OLSUN.ALLAH-Ü TEALA BÖYLE ALİMLERİN FARZLARINI VE DİĞER İBADETLERİNİ KABUL ETMEZ."
(Mektubat-ı Rabbani-ks- c.I,251;Ebu Nuaym, Deylemi)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
"Metedoloji-usuliyet", en eskileri ve temel müçtehid İmâm-ı Azam’dan gelen ve hepsine birden hâkim olan: Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyas... Kitap: Kur’ân... Sünnet: AllahResûlü’nün her sözü, her emri, her hareketi... İcmâ-ı ümmet: Ümmet’in, yâni ÜMMETLİK VASFINA EN LÂYIK VE EN ÜSTÜN DERECEDEKİ SAHABÎLER’in, üzerinde birleştikleri toplu hükümler... Kıyas: Bellibaşlı üstün vasıflardan din âlimlerinin NİSBET YOLU ile buluşları... Dereceler yukarıya doğru birbirinden erir ve nihâyet tek MUTLAK’ta toplanır: Allah’ın Kitabı ve yanıbaşında Peygamber’in Sünneti.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt