Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Âfetler ve çareleri (İmam Gazali) (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
HASEDİN KÖTÜLÜĞÜ
Hased, içte beslenen düşmanlığın sonucudur. Bu iç düşmanlık da, bir Öfkenin sonucudur. Hasedin kötülüğünü şu hadîs-i şerif bize iyi anlatır: «Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi, hased de. iyilikleri yer bitirir.»
Hasedin gerçek mânâsı, bir Müslüman kardeşin elinde bulunan ilâhî nimetin zevalini istemektir. Ondaki nimeti, görmeyen zevalini istemez, kendisi için de aynı şeyin olmasını temenni eder... Böyle olunca hasedin adı değişir, gıpta olur. Bunu da şu hadîs-i şeriften anlıyoruz:
«Mümin gıpta eder, münafık ise hased eder.»
Arz edeceğimiz âyet-i kerime ile hasedin mânâsını daha iyi anlamaktayız:
«Ehî-i kitaptan birçoğu şu isteği hased olarak kalbinde besler: Ne olurdu sizi imandan sonra, küfre döndürebilselerdi...» (Bakara, 109). Allahü Teâlâ onların bu isteğini bir hased olarak bildiriyor...
«Allahü Teâlâ, bazılarınıza daha değerli ihsanda bulunmuştur. Aynı şeyin size gelmesini temenni etmeyin.» (Nisa. 32).
Bu âyet-i kerimede yasak olan nimetin aynen intikalini temenni etmektir. Ama onun elindekîni değil, ona benzer bir nimetin verilmesini, Allahü Teâlâ'dan niyaz yollu istemek, kötü değildir. Eğer dinî bir meselede ise çok iyidir
Hasedin birçok sebebi olduğunu bilmen gerekir. Başta geleni şunlardır: Düşmanlık, kendini üstün görmek, buğuz, büyüklenmek, kendini beğenmek, bazı sevilen şeylerin elden çıkmasından korkmak, baş olmayı sevmek, nefsin kötülüğü ve cimriliği... Bu sayılan vasıfların hepsi kötüdür ve hased doğurur.
Hasedden kurtulmanın yegâne ilâcı, onun dünya ve âhirette sana zararlı olacağını bilmendir.
Hasedin dünyadaki zararı, ezâ vermesidir. Onun verdiği sıkıntı daima seni üzer. Hased âdeta yatak arkadaşındır. Gece gündüz senden ayrılmaz. Sıkıntısı da onunla devam eder.
Dinî bakımdan, yani öbür âlemdeki zararına gelince Allah'ın verdiği nimete kin tutmaktasın. Bu halin, nimete sahip olan kimse için sevap yazdırır, sana da günah... Bunu böyle bilirsen, senin için düşman olan hasedle dost olmazsın... Elbette onu içinden söküp atmaya gayret edersin...
Hz. Hasan r.a. bizzat Peygamber s.a. efendimizden duyduğu bir hadîs-i şerifi şöyle anlatır:.
«Üç şey vardır, ne iman sahibi onlardan kurtulabilir, ne de onlar iman sahibini terkeder. Ancak bazı kurtuluş çareleri de yok değildir: Meselâ hasedden kurtulmak, bir başkasının elindekini arzu etmemektir.»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
DÜNYANIN KÖTÜLÜĞÜ
Şunu bilmen gerekir ki, dünya Allah'ın sevmediği ve istemediği bir düşmandır. Allah'ın dostları için de bir düşmandır. Allah'ın düşmanları için de bir düşmanlık âletidir.
Allahü Teâlâ dünyayı sevmez. Çünkü sevdiklerinin zatına ulaştıracak yolunu keser. Bu yüzden, dünyayı yarattığından bu yana, ona iyi nazarla bakmamıştır.
Dünya, Allah dostlarına zararlıdır. Onlara süslü çıkar. Süsü ve taze görünüşü ile aldatır. Onlar bu hale aldanmaz, ama onu yenmek için hayli sabır acılığı çekerler.
Dünya, Allah'ın düşmanları için de zararlıdır. Şöyle ki: Onlara belli etmeden, hilesini, mekrini yutturur. Onları farkına varmadan tuzağına kaptırır, bu yüzden onlar da varsa, yoksa dünya der, bağlanırlar. Onunla hemhal olur, bir aile gibi geçinmek zorunda kalırlar. Dünya onları rezil eder, yapılan işin sonu bundan başka bir şey olamaz.
Bilmelisin ki, peygamberler, insanları dünyadan âhirete çevirmek için gönderildiler. Kitaplar, bunun için indirildi. Çoğu âyetler de bu duruma işaret etmektedir.
Şöyle bir rivayet vardır:
Bir gün Peygamber s.a. efendimiz ashapla giderken civarda bir ölü koyun gördü ve ashaba dönerek;
«Bunu görüyor musunuz, sahibi için bir yarar hali kalmış mı?»
Ashab, hayır, bir iyiliği kalmamıştır, dedi.
Bunun üzerine Peygamber s.a. efendimiz:
«İşte bu lâşe, sahibi için ne kadar arzu edilmez bir şey ise, Allah katında dünya, ondan daha fazla arzu edilmez bir şeydir. Eğer Allah katında dünya; bir sivrisinek kanadı kadar değer taşısaydı, ondan hiçbir kâfire bir içim su vermezdi.»
Aşağıda anlatacağımız hadîs-i şerifler de bu konuda önemlidir:
«Dünya, müminin zindanı, kâfirin cennetidir.»
«Dünya mel'undur. İçindekiler de aynıdır, ancak Allah için olanlar hariç.»
«Bir kimse, dünyasını severse, âhîretine zarar verir. Âhiretini severse dünyasına zarar verir. Bu duruma göre, baki olanı fani'ye tercih ediniz.» Bu hadîs-i şerifi, Ebû Musa'l-Eş'arî r.a. rivayet etmiştir.
«Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır.»
Zeyd b. Erkam r.a. tarafından yapılan şu rivayet de Önemlidir
Diyor ki:
Bir gün Ebu Bekir'in r.a. yanındaydık. îçmek İçin şerbet istedi, bal şerbeti getirdiler. Ağzına yaklaştırıp içeceği zaman, ağlamaya başladı. Orada bulunan ashap da
ağlamaya başladı. Ashabın ağlaması dindi, fakat o durmadı, ağladı. Az duracak oldu, yine ağlamaya koyuldu. Ashab r.a. Hazret-i Siddık'ı, ağlayış sebebini anlatmayacak sandı. Hayli sonra ağlaması dindi, gözlerini sildi...
Bu durumu gören ashab r.a. şöyle sordu:
Ey Resûl'ün halifesi, seni ağlatan ne oldu?..
Hazret-i Sıddık r.a. anlatmaya başladı:
Bir gün Hazret-i Peygamberle beraberdim. Bir şeyi eliyle kendinden uzaklaştırır gibi yaptığım gördüm, fakat zahirde görünen nesne yoktu. Bunun üzerine, yâ Allah'ın Resulü kendinden uzaklaştırmak istediğin şey nedir dedim. Şöyle buyurdu:
«Dünya şekle bürünüp bana geldi. Benden uzak ol, dedim. Tekrar geldi ve şöyle dedi: Sen beri yana atıp, kurtuluyorsun, ama senden sonra gelenler benden kurtulamaz. Ve beni bırakmaz...»
Su hadis-i şerifleri de anlatmakta fayda görüyoruz:
«Şaşılır ve hayret edilir şu adama ki, ebedî âlemin varlığını tasdik eder, oraya gidileceğine inanır. Bununla beraber, şu aldatıcı dünya için hadden aşkın çalışır.»
«Dünya tatlı yeşildir. Allahü Teâlâ sizi, geçmişlerin yerine bırakmıştır ve nasıl amel edeceğinize bakmaktadır. İsrail oğullarına, dünya nimetleri önlerine serildiği ve yeryüzü istifadelerine arz edildiği zaman, hile yolunu tuttular. Kokular sürünüp, süslü elbiseler giyip kendilerini avuttular.»
Hazreti İsa'nın a.s. buyurduğu şu hikmetli cümleyi de anlatalım: Dünyaya, Rabbımızmış gibi tapmayınız, sonra sizi kölesi kılar. Hazinelerinizi, telefinden korkmayacağınız kimsenin yanında saklayınız. Dünyalık sahibinin elindeki mala âfet gelmesinden korkulur. Fakat.Allah'ın hazinesinde malını biriktiren için endişe ve korku olmaz.
Bir başka hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulur: «İman sahibi için takdir olunan iki durum vardır. Biri geçmiş durum. Allahü Teâlâ, o olmuşlar için neler edecek bilinmez. Bir de baki kalan durum, bunun için de ilâhî hükmün ne olacağı malûm değildir. Herhalde kul, nefsini kendisi için hazırlamalı. Dünyasından bir miktar âhireti için ayırmalı. Hayat devam ederken ölüm için hazırlık yapmalı. Gençlik elde iken ihtiyarlık için bir şeyler tedarik etmeli.
Dünya sizin için yaratıldı. Sîz de âhiret için yaratıldınız. Nefsimi kudreti ile tutana yemin olsun, inanınız; ölüm yorgunluğundan sonra yorgunluk olmayacak... Dünya hayatı bitince de iki şey ortaya çıkacak: İlâhî nimetin timsali olan Cennet, ya da hakkın Celâl sıfatını canlandıran şiddet, ateş. Cehennem...»

Yine buyuruyor: «Allahü Teâlâ şunu zatına hak sayar: Dünyadan neyi yükseltirse, tekrar aynı yerine indirmek...»
İsa Peygamber a.s. diyor ki: Deniz dalgalarına maruz bir yerde kim ev yapmaya kalkar. Dünyada yerleşmek işiniz buna benzer. Orada karar kılacak gibi davranmayınız.
İsa Peygamber a.s. diyor ki: Dünyalık için çalışanların, dinin azı ile dünyanın selâmetine razı oldukları gibi, siz de dinin selâmeti ile dünyanın azına razı olunuz.
îbn Abbas r.a. diyor ki: Allahü Teâlâ dünyayı üçe böldü: Bir parçasını, iman ehline; bir parçasını, münafıklara; bir parçasını da, küfür ehline verdi...
İman sahibi, dünyasından âhireti için faydalanır, azık hazırlar.
Münafık, süslenir, bezenir, gezer.
Küfür ehli de varsa burası, yoksa burası deyip toplamaya bakar.
Dünya için bir şair şöyle demiş:
Ey dünyayı, nefsine nişanlayan; Ayrıl ondan, selâmeti ararsan. O odur ki, hiledir bil nişanı; Ölümdür, zifafa yakın anı.
Bir başka şair de şöyle demiş:
Akıllı adam, dünyayı sınadı,
Bildi ki, o dost görünen düşmandır...
Şu şiiri söyleyen de ne güzel söylemiş:
Ey gecenin ilk vaktinde neşeli yatan, Bil ki, olaylar gece yarısından sonra artar, Geceler nice bollukları yokluk etti, Nice mülkleri de mahvu perişan...
Bazı hakîm zatların konumuzu aydınlatacak güzel sözleri vardır, onlardan da biraz anlatalım, faydalı olur:
Günler birer oktur, hedefi de insanlardır. Düşün ki zaman, sana her gün torbasından bir ok alarak atmaktadır. Zaman gece ve gündüzüyle üzerine yüklenmektedir. Bütün duygularını sarıp seni boğmak istemektedir. Geceler üzerinden süratle geçip giderken, günler birer ok gibi üzerine atılırken, bu âlemde selâmetini nasıl devam ettirebilirsin ki... Üzerinden geçip giden hergün, sende ne gibi aksak hal meydana getirdiğini bir bilsen ve bu durum sana açılsa vahşet duyar, korkarsın. Geçmekte olan anları dahi ağır bulur, inlersin. Hal böyle olmasına rağmen, ilâhî tedbir her şeyin üstündedir. Dünya gailesinden beri olup, ancak kanaat sahibi olmak, onun tadını verir. Aslında o dünyanın tadı, Ulkum - Hanzale diye bilinen bir acı karpuzdan daha acıdır. Hakîm bir zat onun terkibini çözseydi, durum anlaşılırdı ve dünyanın zahirde görünen işleri, tenkitçileri yormadan ne olduğu kolayca meydana çıkardı...
Diğer bir zat ise şöyle buyuruyor:
İnsan için dünyanın kandırıcı şeylerine aldanması, düşte görülen şeylere kanmasına benzer ki, ondan iflâs edince halâs bulur. Aslında dünya hali karmakarışık rüyalardan başka bir şey değildir.
Peygamber s.a. efendimizin buyurduğu su hadîs-i şerif de önemlidir: «Dünya bir karışık rüyadan ibarettir. İçindekiler de ya ondan azap görecek, helak olacak, ya da mükâfat alacaktır.»
Hazreti Ali r.a. bir mektubunda Selman-ı Farisî'ye dünyanın halini şöyle anlatmıştır: Dünya, üzeri yumuşak bir yılan gibidir. Zehiri öldürücüdür. Onun çoğuna değil, az bir şeyine sahib olmaktasın; aldanmaman için, hoşuna giden tarafı varsa bırak, nasıl olsa ondan ayrılacağına kanaat sahibi olduğun için sıkıntılarından kendini beri al. Dünyada en mesrur kimse ol. Ve onda olanlara karşı en çok sakınan ol... Dünyalık sahibi ne zaman ona dayanır ve güvenirse, mutlaka bir kötülükle karşılaşır, vesselam...
Şu hadîs-i şerifleri de zikredelim:
«Dünyalık adam, su içinde yürüyene benzer. O kimse için mümkün müdür ki, suda yürüsün ve ayaklarını ıslatmasın.»
«Âhirete göre dünya bir hiçtir. Dünyaya dalanın misalini suya sokan gibidir. Elini sudan çektiği zaman, bir baksın, ne kazanıyor.»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
DÜNYANIN GERÇEK HALİ VE MAHİYETİ

Dünya ve âhireti kendin için, iki halden ibaret bil...
Dünya, sana yakın ve dönük olan haldir. Ölümden evvel içinde bulunduğun bütün işler, dünyadan sayılır.
Bu dünya hayatının devamı dolayısiyla bir müddet tehir edilen bir âlem var ki, ona âhiret ismi verilir. Buda ölümden sonra başlayan hayattır.
Dünyada seninle olan ilim, amel, âhiretten sayılır. Çünkü bunlar âhirete ait olan şeylerdir. Buradaki İnceliği şu hadîs-i şerifin derin mânâsı bize anlatmaktadır: «Bana dünyanızdan güzel koku, kadın ve gözümün nuru namaz sevdirildi.» Zahir görünüşü ve his alemindeki hareketleri sebebi ile namaz da dünya tadlarmdan sayıldı... Bu tadlara karşılık bazı şeyler var ki, onların tadı burada çıkarıldığı için'öbür âleme bir şey kalmaz. Ölümden sonra hiçbir faydası görülmez. Hatta ve lüzumsuz işlenen mubah hareketleri, öbür âlemde iyilik getirmeyen işler meyanda sayabiliriz.
Dünya ve âhiret için sayılan iki halin dışında bir üçüncü hal daha var. O da, yukarda sayılan iki hal arasında olan işlerdir. Niyete, yerine, kullanılışına göre zararlı veya faydalı olur; âhirete dair işleri yapabilmek için yeteri kadar yemek, içmek ve evlenmek gibi... Bunlar yukarıda anlatılan kısım gibi dünyalık sayılmaz.
Anlatılan bütün kısımları içine alan ve izah eden şu cümleyi, bazı zatlar çok güzel söylemiştir:
Her. ne ki seni Allah'tan uzaklaştırıyor, o senin için dünyadır.
Allahü Teâlâ dünyanın boş şeylerini beşe ayırdı ve şöyle buyurdu:
«Dünya hayatı; oyuncak, oyalanma, süs, aranızda böbürlenme, mal ve evlâd çoğunluğu kazanmaya çabalamaktan ibarettir.» (Hadid, 20). Bu sayılan beş şeyden yedi hâl hasıl olmaktadır; bu da şu âyet-i kerime ile tesbit edilmiştir:
«İnsanlara şehvet olarak sevdirilen şeyler; kadınlar, erkek çocuklar, altın ve gümüş cinsinden birikmiş paralar, biçimli hoş atlar, deve, sığır, koyun, keçi cinsinden mal ve ekindir... Bunlar dünya metaı ve geçici şeylerdir.»
(Âî-i İmran, 14).
Bir kul bu âlemde gideceği yeri ve Özünü gaflete daldırmaması icab eder. Bu âlemde gideceği yeri unutan, özünü yitiren için aşağıda vereceğimiz misal gayet yerinde olacaktır, bilmiş ol. Durumu; arz edildiği gibi olan kimse bir hacıya benzer ki:
Her uğradığı durakta uzun müddet durur. Devesini yemler, sağını solunu düzeltir, temizler, çeşitli şeyleri giydirir. Çeşit çeşit ot toplar önüne yığar. Hatta kar bulur, soğuk su yapar içirir. İşin sonunda kafileyi kaçırır. O, gaflet deryasında yüzerken hacılar gider, orada yalnız başına kalır. Belki de yırtıcı hayvanların yemi olur. Böyle bir hal karşısında akıllı olan, devesinin işiyle haddinden fazla meşgul olmaz. Aynı şekilde akıl ve basiret sahibi olan, âhiret yolculuğu devam ederken, lüzumundan fazla nefsiyle olmaz ve dünyaya dalmaz. Yolculuğuna yetecek kadar dünyalık alır ve nefsini ıslah etmeye bakar.
Bu âlemde birtakım kimseler var ki, onları şehvet ve gaflet sardı. Çalışmaları, sırf yemek ve giymek için olur. Yemeleri ve giymeleri de yalnız dünyalık şöhret yapmak içindir. Bu sınıfın dışında bir zümre vardır ki, bunlar yaratılış hikmetlerini idrak eder, ona göre hazırlık yaparlar. Bunun dışında kalan işleri, ihtiyaç ve zarurî sebepler İcabı yaparlar. Bir zaruret olmadığı takdirde, âhiret İşlerini dünya işine tercih etmezler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
MAL SEVGİSİ VE CİMRİLİĞİN İYİ OLMADIĞI
Dünya malını sevmenin İyi olmadığı şu âyet-i kerimelerle sabittir:
«Ey iman sahipleri, sizi evlâd ve mallarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şey yapan kimse, şu iflâs etmiş, varını yitirmiş kimselere dahildir» (Münafikun, 9).
«Evlâdınız, ve mallarınız size birer imtihan için verilen fitnedir.» (Teğabün, 15).

Zikredeceğimiz hadîs-i şerifler dünya ve dünya malına, şöhret sevgisine işaret edip kötülüğünü anlatmaktadır.
«Fani mal ve şöhret düşkünlüğü nifak doğurur. Tıpkı su, geçtiği yollarda yeşillik bitirdiği gibi...»
«Koyun ağılına dalan iki hırslı kurdun yapacağı zararı düşünün. Müslüman kimsenin dünya malını ve şöhretini sevmesi sonunda, dini için hasıl olacak zarar, o 'kurtların yaptığından daha fazla olur.»
«Mal toplayanların çoğu helak oldu. O malları yerinde kullanıp, şu şuraya, şu şuraya diyebilen hariç... Bunlar da azdır.»
Şu hadîs-i şerif de Önemlidir:
«Benden sonra bir cemaat gelecek. Dünyanın en güzel ve çeşitli yemeklerini yiyecek, en güzel kadinları ile evlenecek ve en iyi, renkli elbiselerini giyecekler... Allı pullu ve iyi süzülen atlara da binecekler...
Onların Öyle mideleri vardır ki, asla doymak bilmez. Öyle nefisleri vardır ki, çoğa da kanaat etmez. Dünyaya kapanırlar. Akşamları, sabahları onunla geçer. Onu ilâh kabul eder, kendilerini asıl yaratanı unuturlar. Dünyayı Rab tanır, kendi Rab'larını düşünmezler.
Hiçbir yasak emri tanımaz, boş arzuları peşine koşarlar.
Abdullah oğlu Muhammed'in vasiyeti olsun; kim o devre yetişir, anlatılan hal içinde olan kimseleri görürse, onlara selâm vermesin ve yaşlılarına saygı göstermesin... Hastalarını ziyaret etmesin. Cenaze törenlerine katılmasın. Bu yapılmaması gereken işleri kim yapmaya kalkarsa, İslâm Dini'nin yıkılmasına yardım etmiş olur.»
«İnsanoğlu, malım malım der, titrer. Zavallı senin ne malın var ki... Verdiğin sadaka varsa öbür âlemde işine yarar. Yoksa; giydin, eskittin ve yedin, bitirdin...»
Bir kimse geldi, Peygamber s.a. efendimize şöyle sordu:
Ya Allah'ın Resulü! Bana ne oldu bilmiyorum, Ölümü sevemez oldum.
Buna şu cevabı aldı:
«Malın var mı?.»
O kimse evet, var; deyince, Peygamber s.a. efendimiz şöyle buyurdu:
«Malını önden gönder. Müminin kalbi malına bağlıdır.

Geri kalırsa onunla kalmak ister. Önden giderse kavuşmak ister.» Efendimiz, bu emri ile o kimseye malını, Allah yolunda dağıtmasını bildirmiştir.
«Adem oğlunun dostu üçtür: Birincisi ruhunu teslim edene kadar yanında bulunur. İkincisi, kabre kadar gelir. Üçüncüsü de, mahşer yerine kadar gider.
Ruhunu teslim edinceye kadar yanında olan, malıdır.
Kabre kadar giden, ehli ve evlâdıdır.
Mahşere kadar giden ise, yaptığı iyi işleridir.»

MALIN BİR BAKIMDAN İYİ, BİR BAKIMDAN DA KÖTÜ OLUŞU
Bazı yerlerde iyi mal için hayırlı, tabiri kullanılır. «Ana babasına ve yakınlarına bir hayır bırakırsa...» (Bakara, 180) âyetinde; mal hayır olarak tavsif edildiği gibi, birçok hadîs-i şeriflerde de iyi olarak belirtilmiştir. «İyi mal, iyi kimse için ne kadar hoştur» buyurmak suretiyle Peygamber s.a. efendimiz, malın iyiliğini anlatmak istemiştir.
Sonra, her ne zaman, hac ve sadaka övülse; malın Övüldüğü mânâsı çıkar. Çünkü onlar malsız yapılamaz. O yollara harcanan mal ise, en iyi maldır.
Bilesin ki, en iyi gayeleri ve ebedî saadetin güzelliğini bulmak için mal bir vesiledir.
Bazı defa mal biriktirilir, ibadete, takvaya yardımı olsun diye harcanır.
Bazı defa mal, sadaka olarak âhireti kazanma yolunda verilir.
Sayılanlar, malın iyi tarafıdır. Kim dünya rahatı için mal toplar, ya da şehvet veya isyan yolunda harcarsa, o, onun için fenadır.
Şu misâl dünya malı içindir, bil:
O bir yilana benzer ki, onda hem zehir, hem de tiryak bulunur. Faydalı olan tarafları onun tiryakı, zarar vede zehirleridir. Kim yılanın halini bilirse, mümkün olduğu kadar, zehirli yanını bırakır, tiryakından faydalanır. Dolayısıyla hakkında iyi olur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
HIRS - TAMA IN KÖTÜLÜĞÜ - KANAATİN İYİLİĞİ İNSANLARIN ELİNDEKİNE GÖZ DİKMEMEK
Haline razı olan bir fakirin hali iyidir. Fakire gereken en önemli iş, insanların elinde olana göz dikmemek, tok görünmektir. Böyle bir hali bulmak için gerekli kanaat sahibi olup, zarurî miktar yemek, içmek ve giymektir. Az bir şeyle yetinmeli ve alt dereceli yemekler yemeli. İhtiyacını günlük veya aylık temin etmeye bakmalı. Haddi aşmak ve bol bol harcamak yolunu tutup nefsi bu yolda zorlamak doğru olmaz. Sonra hırs ve tama başlar. Sağdan, soldan taleb ve zenginlere el açmak, önlerinde eğilmek durumuna düşer ki, bu hiç yakışık almaz.
Peygamber s.a. efendimizin şu hadîs-i şerifi konumuzu ne kadar güzel aydınlatır:
«Ruhü'l-Kudüs —bir rivayete göre Cebrail— özüme şunu üfledi: Hiçbir kimse, rızkını ikmal etmeden ölmeyecek... Hal böyle olunca, Allah'tan korkun, bir yerden talebiniz olursa, gayet güzel ve vakur bir şekilde yapın.»
Ebu Hüreyre, r.a. hazretlerine, Peygamber s.a. efendimizin buyurduğu şu hadis-i şerif ne kadar güzeldir:
«Ya Eba Hüreyre, açlık sıkıntısına düşersen, sana bir parça ekmek ve bir tas su kâfi gelir. Dünya nedir ki, Ölüm dünyanın başına...»

HIRSIN VE TAMA HASTALIĞININ İLÂCI KANAATKAR OLMANIN ÇARESİ
Hırs ve tama hastalığı için ilâç, üç şeyden İbarettir: Sabır, ilim ve amel... Kanaat sahibi olmak için, üç yol var. İlki amel... Yanı, yapılacak iş... Bu umurda çıkar yol, orta halli geçim yolunu aramak ve sadaka verirken de orta halli davranmaktır. Kim iyi kanaat sahibi olup geçinmek isterse, bol harcamasın ve haddinden fazla sadaka verme yolunu bıraksın... Tedbirli olmak iyidir, İyi tedbir geçimin temini işinde, yarı başarı sayıldığı rivayet edilmiştir.
İkincisi, az emel... Yani. ümitleri, temennileri kısmak... Az emelli olmak gerek ki, ikinci sıkıntı başlamasın. üçüncüsü, bilmek... Yani, kanaat sahibi olmakla aziz olmak, dilencilikten kurtulmak hali elde edileceğini bilmek...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
CÖMERTLİĞİN FAZİLETİ
Bil ki, elde mevcut mal olmayınca, kula düşen, kanaatkar olmaktır. Şayet elde mal varsa, iş değişir. O zaman kula, yalnız kendisini düşünmemek, cömert olmak, cimrilikten uzak kalmak düşer.
Peygamber s.a. efendimiz şöyle buyurur: «Cömertlik, Cennet ağaçlarından sayılır. Onun dalları, yeryüzüne yayılmıştır. O dallardan birine yapışan doğruca Cennete gider. Aynı şekilde —cimriliğin bir çeşidi sayılan — Şuh'da; Cehennem ağaçlarından bir tanedir. Kim cimriliği alırsa, o dallardan birine yapışmış olur ve tâ ateşe girinceye kadar o dal, o cimri şahsı bırakmaz.»
Bir başka hadîs-i şerifinde ise, Peygamber s.a. efendimiz, şöyle buyurur:
«Cebrail bana şöyle dedi: Allah’ü Teâlâ buyurdu ki: Şu İslâm dini var ya, onu zatım için seçtim. Ona, iyi huy ve cömertlik yaraşır... Bu iki huyu gücünüzün yettiği kadar, benimseyip ona ikram ediniz». «Gücünüzün yettiği kadar» cümlesi bir rivayete göre şöyledir: «Sahip olduğunuz şeyi vererek...»
Bir başka hadîs-i şerif ise, şöyledir: «Allahü Teâlâ Hazretleri yarattığı her veliyi, ancak cömertlik ve iyi huy üzerine yaratmıştır.»
Cabir r.a. bir hadîs-i şerifi şöyle arılatır: İmanın daha faziletli tarafını öğrenmek isteyen bir zata, Peygamber s.a. efendimiz şöyle buyurdu: «Sabır ve cömertlik...»
Hz. Aişe'ye r.a. dair şöyle bir rivayet var: «Bir gün ,ona Tbn Zubeyr, iki çuval dünyalık göndermişti. Bir kab istedi, halka dağıtmaya başladı. Akşam olunca cariyesine, tiftarlıgırnı getir, dedi. Hizmetçisi, biraz zeytinyağı ile ekmek getirdi ve şöyle dedi: Bu gün bütün geleni dağıttın, ondan bir dirhem ayıramaz miydin? Et alır, onunla iftar ederdik... Bunun

CİMRİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: «Kim nefsinin cimrilik sıfatını yok ederse, işte o iflah olan zümreye dahildir.» (Haşr, 9).
Bir başka âyet-i kerimede ise, şöyle buyurulur: «Allahü Teâlâ tarafından verilen şeyler için cimrilik yoluna sapanlar, yaptıkları haklarında hayırlı olacak sanmasınlar; bilâkis şerli olacak ve kıyamet günü yaptıkları cimriliğin kötü yaftası boyunlarına asılacaktır.» (Al-i îmran, 180).
Cimriliğin kötülüğünü şu hadîs-i şerif ne kadar güzel anlatır: «Sizi, bilhassa cimrilik âdetinden sakındırmak isterim. O, sizden önce gelenleri helak etti. Onları, birbirinin kanını akıtmaya kadar götürdü. Aralarında haram olan şeyleri, helâl gösterdi...»
Hazret-i îsa a.s. şöyle buyurur: Cimri, hilekâr, hain ve kötü idareli kimseler. Cennete giremez.
 

xmemoli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2008
Mesajlar
85
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
selamun aleykum
emeğinize sağlık kardeşim.
Rabbimiz razı olsun. değerli paylaşım için.
selametle...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İHTİYAÇ DUYULAN BİR ŞEYİ BAŞKA MUHTACA VEREBİLMEK VE FAZİLETİ
Böyle bir şeye, fıkıh dilinde İşar tâbiri kullanılır. Tarifi şöyledir: Aynı şeye ihtiyaç duyulduğu halde başka kardeşi tercih edip vermek... Cömertlik buna benzemez. Cömertlik, ancak ihtiyaçtan artanı vermeye derler.
Allahü Teâlâ; ashab-ı kiramı şu vasıfla anlatmıştır: «İhtiyaç duydukları bir şey olsa dahi, diğer kardeşlerini kendilerine tercih ederler.» (Haşr, 9).
Peygamber s,a. efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurur: «Kim herhangi bir şeye istek duyar, diğer mümin kardeşini bu isteğine tercih ederse, hataları bağışlanır.»
Yukarıda zikri geçen hadîs-i şeriften önce anlatılan
âyet-î kerimenin iniş sebebi şöyle hikâye edilir:
Bir gün Peygamber s.a. efendimize misafir geldi. Fakat onlara ikram edeceği bir şeyi yoktu. Ensar'dan bir zat geldi misafirleri evine götürdü. Önlerine yemeği koydu; hanımına da, lambayı söndürmesini daha önce emir verdiği için, lamba da söndü. Yemeğin, hepsine
ellerini indirip boş kaldırıyorlardı. Onlar bir şey yemedi, misafirler doydu... Sabah olunca, bu misafirleri evine götüren sahabe Peygamber s.a. efendimizin huzuruna geldi ve şu iltifat-ı Nebiye nail oldu: Allahü Teâlâ misafirlerinize yaptığınız hareketten memnun kaldı ve şu âyet nazil oldu: «İhtiyaç duydukları bir şey olsa dahi, o tam iman sahipleri, diğer kardeşlerini nefislerine tercih ederler.» (Haşr, 9).

CİMRİLİĞİN İLÂCI
Cimriliğin tek sebebinin mal sevgisi olduğunu bilesin... Mal sevgisinin sebebi de ikidir:
Birincisi: Şehvet düşkünlüğü ve dünyada ebedî kalma hayali... Tabiatıyla o gibi şeylere yetişmek için para lâzım. Bu sebepten olanca hızıyla para yığar. Şehvet yolunda nefsinin arzularını yerine getirmeye gayret eder... Mal toplarken, nefsanî istekleri peşinden giderken aklına ölüm gelmez. Eğer, bir gün veya bir ay sonra o sevdiği şeylerden ayrılacağını aklına getirseydi, elbette bol bol cömertlik yapmaktan kaçınmazdı....
Bol hayal ve ümitler arasına çocukların istikbali de girebilir
Bundandır ki, Peygamber s.a. efendimiz, bu hususta «Çocuk sahibi olmak, insanı cimriliğe iter. Malının biteceği korkusunu verir. Allah'ın rızka kefil olduğunu unutturur, cehalete sevkeder.»
Çok kere çocuk sahibi olmak, insana fakirlik korkusu verir, Allahü Teâlâ'nın rızka kefil olduğuna inanma duygusu zayıflar, dolayısıyla cimrilik vasfı kuvvet bulur. Halbuki, Allah ona da, çocuğuna da rızık ihsan eder ve
buna kefildir.
İkincisi: Cimriliğin diğer bir sebebi de bizzat malı sevmektir. Bu vasıf da çoğunlukla çocuksuz, yaşlı kimselerde bulunur. Bu tipler malı çok sever. Sanki, o mal hiç erimeyecek, ve cimrilik etmekle ona hiç muhtaç olmayacak... Bu gibi mal sevgisinden hasıl olacak cimrilik, kalbe yerleşen bir hastalıktır. Allah korusun... Böyle bir hastalık çok kötüdür.
Mala, paraya dayanıp asıl vereni unutana misal şudur:
Biri, bir şahsa âşık olur; âşık olduğu kimseden elçi gelince, maşukunu unutur, elçiyi sevmeye başlar. Bu âlemde o maldan, paradan garaz; asıl maksudu bulmaktır. paraya pula dayanan kimse, asıl gayeden ayrılmış sayılır. Onlar birer vesile ve vasıta sayılır. Onlara âşık olup, sahibini unutmak yakışmaz.
Aslında altınla değersiz taşlar arasında ayrılık gören kimse, bu ayrilığı arzusuna kavuşturdukları veya kavuşturamadıkları için görmelidir. Ayrılığı bu ölçü dışında gören ve bilen aldanmış olur ve bilgisiz sayılır.
Cimrilikten kurtulmanın bazı yolları var. Biraz da ondan anlatalım...
Cimrilik hastalığının başta gelen ilâcı, şehvet duygularını azaltmak ve Ölümü çok düşünmektir. Bu âlemden göçüp giden arkadaşları düşünmek, kabir ziyareti yapmak da faydalıdır. O kabirlerdeki, et yiyen böcekleri ve diğer acıklı halleri düşünmek de bu cimrilik hastalığı için faydalıdır.
Kalbin, çocuğa iltifat edip cimriliğe sapmasını da şu ilâçla tedavi etmeli... Düşünmeli ki, Allah onu yaratırken rızkını da beraber yaratmıştır. Bilmeli ki, birçok çocuklar vardır ki, mirasa konar ama onda rızkı olmadığı için zerresini yiyemez. Birçok çocuklar da vardır ki, mirasa sahip olamaz. Fakat, Allahü Teâlâ ona hazinesinden verir, zengin eder.
Düşünmeli, eğer geride bırakılan yavru salih kimse ise, onun sahibi Allah'tır. Şayet fasık, bozuk bir kimse ise, —Allah böylelerini eksik etsin— zaten hayrı yoktur. Yığılan malı alır, kötü yollara harcar.
Cimrilik illetinden beri olmak için bir çare de, insanları dinleyip cimri kimseleri nasıl kötülediklerini görmektir. Ve gözler onlara nasıl nefretle bakıyorlar, seyretmeli... Sonra da, halkın cömert kimseleri nasıl sevdiğini ve rağbet ettiğini görmek de bu sevimsiz hastalıktan kurtulmak için bir çare sayılır.
Şüphesiz cömertliği, Allah'ın sevdiği ve övdüğü bir huy bilmeli ve Allah'ın cimriliği sevmediğini, buna dair bir fikir geldiği zaman, şeytan tarafından geldiğini anlamalı... Çünkü Allahü Teâlâ şeytanın iğvasını, kandırmasını, kötü vaadini bize haber verir:
«Şeytan, size fakirlik vaad eder ve kötülüğe dair emir verir.» (Bakara, 268).
Burada anlattığımız şeyleri, cimrilikten kurtulmak için ilâç kabul eder, özünde tatbik edersen, fayda bulacağın ümit edilir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ZENGİNLİĞİ KÖTÜLEMEK - FAKİRLİĞİ ÖVMEK
Konuyu, İsâ a.s. tarafından söylenen bir hitabe ile açalım...
Şöyle buyuruyor: Ey kötü bilginler! İnsanlar, emrinize uyarak oruç tutar, namaz kılar ve sadaka verir. Size gelince; emrettiğiniz şeyi yapmaz ve bilginiz dışındaki şeylerie dair ders verirsiniz. Verdiğiniz hüküm ne kadar kötü... Sözde tevbe eder, boş arzulara uyarak işler yaparsınız. Gerçekten kalbiniz kirli-paslı olduğu halde, dışınızın temizliği, cildinizin parlak oluşu size ne fayda sağlar ki?..
- Size sözüm: Elek gibi olmayınız. Ondan ince, pâk un elenir gider, kendine kepeği kalır. Siz bu halinizle ona benzemektesiniz. Ağzınızdan hikmeti çıkarırsanız, kalbinizde ise hased, kin cinsinden şeyler kalır.
Ey dünya kulu! Dünyalık şehveti bitmeyen ve ondan rağbeti kesilmeyen kimse, âhiretin İyiliğine nasıl kavuşur?
Sözüm hakkı için, kalbleriniz, yaptığınız işler için ağlıyor. Dünya dilinizin altında. Yapmanız gereken işleri de ayak altında tutmaktasınız.
Sözüm hakkı için, âhiretinizi berbat ettiniz. Dünyayı iyi geçirmek sizin için, âhiretin iyi olmasından daha sevimli... Ah, bir halinizi anlayabilseniz, sizden daha ziyanlı, insanların hangisi olabilir.
Gece yolcuları için yolları, daha ne zamana kadar ayıklayacak ve siz şaşkın kimseler makamında kalacaksınız. Sanki siz, dünya ehlini, dünyalıklarını size bırakmaya davet etmektesiniz. Hele bekleyin, bekleyin; neticeyi göreceksiniz.
Düşünün, damında bulunan bir lamba, karanlık eve ne fayda sağlar? Bu halde onun içi hep karanlık kalacaktır. Bunun gibi, ilim nuru ağzınızda olur, içinizi ona alıştaramadığınız için vahşet duyar, âtıl bâtıl durursa, o ilmin ne faydasını görebilirsiniz?
Ey dünyanın köleleri! Sizin bu haliniz, ittika sahibi kulların haline benzemediği gibi, kerem sahibi —nefsin elinden kurtulmuş— hür kulların haline de benzemez. Korkulur ki, yakında dünya tutunduğunuz dallardan sizi koparır, yüz üstü serer... Ve burnunuz yere sürtülür. Hatalarınız alnınıza yazılır, peşinizden gelene teslim eder. O da sizi alır; zavallı, kimsesiz, perişan bir halde o hesap gününün sahibi sultana çıkarır... Yaptığınız kötü işlerin cezasını görürsünüz...
Gerek Hz. îsâ'nın yukarıda zikri geçen sözleri gerekse daha önce anlattığımız ve şimdi anlatacağımız şeyler, sabırla devam eden bir fakirlik halinin, mağrur zenginlikten daha değerli olduğunu sana anlatacaktır... Aksini iddiaya kalkışan, Peygamberimizi diğer peygamberleri ve geçmişte gelen büyük salih zatlari yalancılıkla itham etmiş olur. Böyle bir şeyi yapmaktan Allah'a sığınırız. Bazı nefsine kapılan ve şekavet hali galip gelenler, ashaptan Abdurrahman b. Avf'ı r.a. bir hüccet olarak ele alıp, kurtuluş yolu aramışlardır. O bir sahabe idi. Onunla boy ölçüşmek, mağrur, nefsine kapılmış zengine düşer mi?.. Kaldı ki, ashabdan bazıları-onu dahi hoş görmemişlerdi. Yeri gelmişken buna dair bir hikâyeyi anlatalım.
Abdurrahman bin Avf r.a. vefat edince bazıları, geride bıraktığı serveti konusunda dedikodu yaptılar. «Bu kadar servet onun hakkında iyi değildir» şeklinde konuştular. Kâ'b r.a. ise: «Subhanallah! Onun hakkında endişe etmenize sebep ne? Temiz kazandı, sadaka ve zekât verdi, bıraktığı da temizdir...» dedi.
Kâab r.a. Hz. nin bu sözünü Ebu Zer r.a. duyunca müthiş kızdı. Bir devenin kocaman çene kemiğini ele geçirdi ve Kâab'ı r.a. aramaya başladı... Onun bu halini görenler Kâab'a haber verdiler:
— Seni, celalli halde Ebu Zer şiddetle arıyor, dediler.
Bunu duyan Kâab r.a. bulunduğu yerden kaçtı, Hz. Osman'a r.a. sığındı. Halini anlattı. Ebu Zer'in, kendisine malûm sözü için kızıp aradığını bildirdi, yardım istedi. Ebu Zer r.a. birçok yeri aradıktan sonra, nihayet Osman r.a. Hz. nin evinde olduğunu haber aldı ve oraya gi¬ti... îçeri girince, Kâab hemen yerinden fırladı, Hz. Osman'ın arkasına geçti... Bunu gören Ebu Zer r.a. şöyle
dedi:
— Hıh, şimdi yakaladım seni, dedi...
Sonra devamla".
— Duydum ki, sen Abdurrahman b. Avf'm hayatında
tam dağıtmadığı malların, ölümünden sonra kalanında bir
mahzur olmadığı kanaati taşıyormuşsun.., Anlatacağımı
iyi dinle, düşün:
Bir gün Allah'ın Resulü s.a. Uhud tarafına gitmek üzere yola çıktı. Ben de onunla beraberdim.
Bana:
— «Ya Eba Zer!»
diye hitab etti. Buyurun, ya Allah'ın resulü dedim. Şöyle buyurdu:
— «Dünyada, pek çok mala sahib olanlar, Öbür âlemde pek az şeylere sahip olacaklardır. Ancak onların içinde, sağken şu şuna, şu da şuna diyerek; sağını solunu, önünü arkasını gözetenler hariç...»
Daha sonra:
— «Ya Eba Zer!»
buyurunca, anam babam sana feda, buyur ey Allah'ın
Resulü dedim. Devam etti:
— «Şu Uhud Dağı kadar altuna sahip olsaydım, hepsini Allah yoluna bir günde dağıtıp sonra da Ölseydim,geride de iki kırat — tahminen on arpa ağırlığı — benden
sonraya kalsaydı, o sadakamın çokluğu beni mesrur etmezdi.»
İki kırat hiç ya Resûlullah, iki kantar —tahminen yüz kırk bin altun— kadar olursa üzülün deyince, şöyle
buyurdu:
— «Hayır dediğim gibi iki kırat.»
Devamla:
— «Ya Eba Zer, sen çoğu diyorsun, halbuki ben azdan bahsediyorum.» buyurdu.
Resûlullah s.a. efendimiz bu şekilde buyuruyor, halbuki sen, Abdurrahman b. Avfın geride bırakıp gittiği dünyalık mallarda bir mahzur yoktur, diyorsun... Pey¬gamber s.a. efendimizin bu emri karşısında sen de, bir çekinme duymadan böyle konuşan kimse de yalancıdır.
Bundan sonra Ebu Zer r.a. ayrılıp gitti...
Abdurrahman b. Avf'e r.a. dair şöyle bir hadise rivayet edilir:
Yemen cihetinden ona ait dünyalık yüklü bir kafile gelmişti. Medine o hal içinde çınlıyordu. Hz. Aişe r.a. gürültüyü duyunca dişarda neler oluyor diye sordu, Abdurrahman b. Avf'e r.a. bir yüklü kafile geldi, dediler. Dünyalık şeyler için şehrin bu şekilde şenlenmesine üzüldü ve:
— Peygamber s.a. efendimiz doğru buyurmuş, dedi.
Fakat bu sözün mânâsını anlayan olmadı. Abdurrahman b. Avf'e r.a. durumu anlattılar. Hz. Aİşe'ye r.a. gitti ve söylediği sözden ne kasdettiğini sordu. Bunun üzerine Hz. Aişe r.a. Peygamber s.a. efendimizden duyduğu şu hadîs-i şerifi anlattı:
«Ben Cennet ehlini gördüm. Muhacirin ve Müslüman fakirleri Cennete koşarak gider gördüm. Abdurrahman b.Avf hariç... Aralarında ondan başka hiçbir zengine rastlamadım
Abdurrahman b. Avf bu hadîs-i şerifi dinledikten sonra adamlarına şöyle dedi: «Bütün kafile, yüküyle birlikte Allah yolunda dağıtılsın, köleler de artık hürdür, belki bu .? sayede o koşarak Cennete girenlerle beraber olabilirim.» -
Ashabdan İmran b. Hasın diyor ki: Peygamber s.a.,. efendimizin yanında kendime göre hususî bir mevkim vardı... Bir gün bu durumu bana açıktan anlattı ve şöyle buyurdu:
— «Yanımızda senin hususî bir kıymetin ve yerin vardır. Peygamberin kızı Fatıma'yı ziyaret etmek senin için mümkün mü?..»
Anam babam sana feda... Elbette böyle bir ziyareti candan arzularım, dedim.
Kalktık... Hz. Fatıma'nın evine vardık... Peygamberimiz s.a. kapıyı vurdu ve şöyle buyurdu:
«Selâm size... İçeri girebilir miyim?».
Hz. Fatıma elbette, ya Resûlallah deyince, efendimiz:
— «Benimle birlikte gelene de izin var mı?».
Kim olduğumu sorunca da,
— «İmran b. Hasın» buyurdu...
Hz. Fatıma, benim Peygamber s.a. efendimizle beraber olduğumu anlayınca şöyle dedi:
— Seni gerçek Peygamber olarak gönderene yemin
ederim ki, üzerimde yalnız bir aba var. Bununla tam örtünecek durumda dahi değilim.
Peygamber efendimiz eliyle işaret etti:
— «Şöyle, şu şekilde yaparsın» buyurdu...
Hz. Fatıma b.u emir karşısında şöyle dedi:
— Vücudumu bu şekilde örttüm sayılır, ya başı mı?..
Peygamber s.a. efendimizin üzerinde bir Örtü vardı,
çıkardı Hz. Fatıma'ya uzattı ve:«Bunu da başına koy» buyurdu...
Bundan sonra, izin verdi, içeri girdik... İçeri girince«Allah'ın selâmı üzerine olsun, canım kızım, bu geceyi nasıl geçirdin?».
diye sordu ve Hz. Fatıma şu cevabı verdi: Sabahladım, ama Allah şahid ki aç olarak... Öyle bir açlık beni sardı ki, onun tesiri ile yemek yiyecek kuvvetim dahi kalmadı, beni takattan düşürdü.Bunu işitince efendimiz ağladı ve şöyle buyurdu:«Sızlanma, canım kızım; ben de üç gündür Allah'a yemin olsun, bir yemek tadmadım. Allah katında senden
daha ekremim... Eğer Rabbımdan yemek ihsan etmesini isteseydim, olurdu... Ama, âhireti, dünyaya tercih ettim.»Efendimiz s.a., Hz. Fatıma'nın sırtına eliyle dokundu ve devam etti.«Seni müjdelerim, Allah'a yemin olsun, sen cennet ehlinin hanım efendisisin» buyurdu.Hz. Fatıma: Ya, Firavun'un karısı Âsiye ile îmran'ın kızı Meryem'in durumu?
Peygamber s.a. efendimiz bunu da şöyle cevaplandırdı:«Âsiye kendi âleminin, Meryem kendi âleminin,Hatice de kendi âleminin hanım efendisi idi. Sen de, kendi âleminin hanım efendisisin... Sizler kamıştan örülü evler içindesiniz. Oralarda ne ezâ verici bir hal, ne de bir can sıkıntısı verecek söz... Amcan oğluyla iyi geçin, bu halle yetin... Kanaat sahibi ol. Seni Öyle bir kimse ile everdim ki o, hem dünyada bir efendi, hem de âhirette bîr efendidir.»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ŞÖHRET DÜŞKÜNLÜĞÜ VE RİYAKÂRLIĞIN KÖTÜLÜĞÜ
Şöhret sahibi olmak, başa geçmek kalblerin sevdiği şeylerdir. Bunun terki ancak sıddîk zümresi için kolay olur. Bu sebeple şöyle demişler: Siddîklar zümresinin kalbinden çıkan dertlerin sonuncusu, baş olmak sevgisidir.
Bu konuyu bazı bölümlere ayırarak anlatmaya çalışacağız...Anlamaya çalış...

Bilesin ki, şöhretten garaz, ün sahibi olup adı dillerde dolaşmasını arzulamaktır. Bu hal kötüdür. Ancak, Allahü Teâlâ'nin dininin neşri için meşhur edip, ünlü kıldığı kimse bu hükmün dışındadır.
Hazreti Enes r.a. tarafından rivayet edilen bir hadîs-i şerif şöyledir:
«İnsan oğluna şer olarak din ve dünya işlerinde sivrildiği için, parmakla gösterilmesi yeter. Ancak, Allah'ın esirgediği kimseler hariç...»
Hz. Ali r.a. şöyle buyurur:
Tebdil gez. Meşhur olmayı arzulama... Şahsını yükseltme ki, zikir ehli olabilesin. Öğren, saklı tut, sus ki selâmeti bulasın... Aksi halde iyiler memnun olsa da, k¬tülerin öfkesi çetin olur...
İbrahim Edhem diyor ki: Şöhreti seven, Allah'ın doğru kıldığı kimse değildir.
Ashabdan Talha r.a. bazı kimselerle beraber yürüyordu. Şu kelâmı söyledi: Bir sinek kadar şöhret arzusu, Cehennemden bir yataktır.
Süleyman b. Hanzale diyor ki: Biz birgün Ubey b. Kâab'le beraber yürüyorduk... Omuzuna bir papağan konmuştu. Öteden Hz. Ömer çıkageldi. Kâab ona papağanı göstererek; bak, ya Emire'l-Müminin şunun yaptığına. Hz. Ömer şöyle buyurdu: Bu, uyacak kimse için bir zillet, uymuş olan için de bir fitnedir.
Hz. Enes anlatıyor: Birgün İbn Mes'ud r.a. evinden çıktı. Halk peşinden gidiyordu. Onlara döndü ve şöyle dedi:
Beni takip etmenizin hikmeti ne?.. Allah'a yemin olsun, eğer benim ne gibi hayırlara kapımın kapandığını bilseydiniz, biriniz bile beni takip etmezdi.
Hz. Hasan diyor ki: İnsanların peşinden gelen ayak sesleri, ancak ahmakların kalbini bağlar...

ÜNSÜZ YAŞAMANIN DEĞERİ
Bu konuda, hadis-i şerif ve ashab r.a. tarafından buyurulan yüce kelâmları zikretmekle yetineceğiz. Hadis-i şerifler:
«Birçok saçı dağınık ve rengi sararmış, kendisini Örtemeyecek şekilde yırtık pırtık libasa bürünmüş kimseler vardır ki, bir şeyi Allah adına yemin edip isteseler, muhakkak Allahü Teâlâ arzularını yerine getirir. Berâ b. Malik onlardan biridir.»
«Birçok yırtık libasa bürünmüş, tamamen Örtunemeyen kimseler vardır ki, bir şey için Allah adına yemin etseler arzuları yerine gelir. Şayet o kimse, Allah'ım senden, Cenneti istiyorum dese, Hak Teâlâ ona Cenneti verir. Halbuki ona dünyadan bir şey vermemiştir.» Bu hadîs-i şerifi, Ibn Mes'ud rivayet etmiştir.
«Cennet ehlinin çoğu, giyecek şey dahi pek bulamayan, rengi sararmış, saçı dağınık kimselerdendir. Onlar, dünyalık adamların huzuruna çıkmak için izin isteseler, alamazlar. Kadınlarla evlenmek için nişan taksalar, nikâhları kıyılmaz. Konuşmak isteseler, sessiz durup, dinleyen olmaz. Dertleri yüreklerinde kalır. Ama kıyamet günü birinin nuru, mahşer halkınâ dağılacak olsa, hepsine yeter.» Bu hadîs-i şerifi de Ebu Hüreyre rivayet etmiştir.
Rivayet olunur: Birgün Hz. Ömer mescide girdi. Peygamber s.a. efendimizin kabri başında, Muaz b. Cebel'i oturur, ağlar buldu. Niçin ağlarsın, diye sorunca; Peygamber s.a. efendimizden duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu:
«Az bir gösteriş şirk sayılır. Allah gizlice ittika sahibi olanları sever. Onlar kaybolsalar, bulunamazlar. Bir mecliste hazır olsalar, tanınmazlar. Kalbleri hidayet kandilidir. Cümle dar, karanlık yerlerden necat bulurlar.» İbn Mes'ud r.a. şöyle buyurur:
İlim kaynağı, hidayet kandilleri olunuz. Evlerinizdeki münzevi hali bırakmayınız. Gece kandilleri olup, kalblerinizi aydınlatın, parlatın, yenileyin. Elbisenizin illâ yeni olmasına çalışmayın. Böyle yaparsanız, sema ehli sizi tanır, yer ehlinden de saklı durursunuz.
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
«Şu âhiret evi var ya, onu, yeryüzünde üstünlük taslamayan ve fesad çıkarmayı arzu etmeyenler için hazırlayacağız.» (Kasas, 83). ;
Gerçekten şöhretin tarifi, kalbleri kazanmayı ve onlara sahib olmayı istemektir. Nasıl ki, dünyalık mala sahib olmak, gözleri kazanmak, dikkati kendi üzerine çekmek anlamını taşır. ' *
Dünyalık mala sahib olan kimse, malı sayesinde birçok gayesine erdiği gibi, kalbleri kendine bend edende o”sayede birçok gaye ve maksadına nail olur.
Dünya malı, birçok sanat ve ustalıkla elde edildiği gibi, kalbler de, birçok işler, çeşitli muamelelerle kazanılir.
Kalblerin bir kimseye bağlanması, inançla olur. Bir kimse, diğer bir kimsede, iyi vasıf sezerse kalben ona bağlanır. Bu gibi bir yol tutan kimse, nisanları kendine kul köle yapmak arzusundadır.
İnsanlar için mal, her ne kadar sevimli ise de, şöhreti ve şan daha öndedir. Bilmen gerekir ki, şöhret ve şan sevgisi, ruhanî bir kuvvettir. Ruh bu kuvvetle, yükselmek ve rububiyet vasfini almak ister. Çünkü ruh, ilâhî emir âlemindendir, bu yüzden yaratıcılık, üstünlük ve insanları köleleştirmek ister. Tam kemâl mertebesine ermeyi sever ve ister. Bu sebeple, hiç kimseyi bu irade ve arzu bağından sıyrılmış göremezsin...

Nefis, daima övülme ile kabarır ve kendisini rahat hisseder. Çünkü övmede, olgunluk duygusunu bulur. Bunu nefis sever... Aksi olarak, kötülenmeyi de sevmez. Çünkü onunla noksanlığını duyar.

ŞAN VE ŞÖHRET SEVGİSİNİN İLÂCI
Bil ki...
Bir kimse şan ve şöhret yapma hastalığına kapılırsa, bütün gayesini o yöne teksif eder Durmadan şöhretinin artmasını ister. Ve halkın kalbini avlama yolunu tutar. Zarurî bir şekilde bu işin sonu, riya ve nifaka varır. Bundandır ki, Peygamber s.a. efendimiz mal ve şöhret sevgisini, koyun ağılma dalan iki zararlı kurda benzetti... Ve «Bu haller, suyun yeşillik bitirdiği gibi, kalbde nifak bitirir,» buyurdu...
Bu hastalığın ilâcı iki şeydir: Bilgi, amel...
Bu yolu tutan bilmeli ki, bu yolu tutmaktan gaye, kalblere sahib olmaktır. Biz bunu daha Önce de anlattık, sonu ne?.. Bu uğurda aranan, saf ve kedersiz bir ömür elde edilse bile, sonu ölüm olmayacak mı?.. Netice elde, hiçbir iyi şey baki kalmayacak...
Şarktan garbe kadar yeryüzünde olanların, elli yıl kadar Önünde eğilip sana secde ettiğini farzet, sonunda ne secde eden kalacak, ne de edilen... Haline gelince, senden önce ölüp gidenler gibi olacaksın... Senin gibi birçok şan ve şöhret sevenler hep ölüp gitti... Böyle bir şey, gerçekte varlığı olmayan mevhum mal gibidir. Bugün var olsa da,'ölümle eriyip gidecektir. Anlatmak istediğimiz bu mânâyı Hasan-ı Basrî hazretlerinin Ömer b. Abdulâziz'e yazdığı bir mektubun şu cümlesi, ne kadar güzel anlatıyor:

Sen kendini şöyle san: Hakkında ölüm hükmü yazılan ve bu ölümü bekleyen...
Cevabını şöyle almıştı: Kendini şöyle bil: Sanki, dünyaya hiç gelmedin... Ve âhirette ise ebedî kalacaksın...
Bu büyük zatlar, daima işin sonuna baktı... Bildiler ki, o şey, geleceği kati; uzak denemez, yakında gelir...
Bu hastalıktan kurtulmak için yapılacak işlere gelince: Onun da birçok yolu vardır. Anlatalım:
Bir yolu şudur: Dışından sarhoş edici şaraba benzeyen helâl bir içki içilir. Halk bunu haram olan şarap sanır ve içeni ayıplar. İyi bildikleri halde, haram işledi, kanaatına varır, aralarından kovarlar, olur biter.
Bir yol da şudur: Zühdü, takvası ile tanınan ve bu tanınma icabı şöhret bulan kimse, hamama gider. Çıkarken bilerek başkasının elbisesini giyer, yol kenarında durur, görenler tanır ve yakalar. Üzerindeki elbiseyi çıkartırlar, ayıplar, döverler. Ve bu adam yankesici der, aralarından kovar, artık yüzüne bile bakmazlar.
Bu anlatılan iki yol makbul olmakla beraber, daha iyisi tanınmayacak ve bilinmeyecek bir yere hicrettir. İnsan kendi ilinde ne kadar kaçınsa, riyadan kurtulamaz. Ne kadar dikkat etse, yine de uzlet ve inziva âlemine daldığı duyulur.

ÖVÜLMEYİ SEVMEKTEN, KÖTÜLENMEYİ SEVMEMEKTEN KURTULMAK
Daha önce anlattığımız gibi, bunların sebebi, vehmi bir kemâl arzusudur. Bu vehmin aslında hiç olduğunu ve bu dünyada biraz yarasa da, öbür âlemde hiç de faydalı olmayacağına inanan için, bu hastalıklardan kurtulmak gayet kolaydır.
Şayet insanın, dolayısîyle Övülmesini istediği şey, dinî bir iş gereği oluyorsa, bu bir hevestir. Çünkü iş son nefesin iyi geçmesine dayanır, övülmek ancak o son nefes iyi geçirildiği takdirde faydalı olur...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
RİYA - GÖSTERİŞ
Bil ki...
Riya haramdır. Riyakâr da, Allah'ın dargın olduğu kimseler arasındadır. Zikredeceğimiz üç âyet-i kerime riyanın yasak olduğunu anlatır ve riyakârları kötüler. Tam iyiliği bulmak için bir nevi şirk sayılan riyayı bırakmayı emreder.
«Yazıklar olsun onlara... Ki, onlar namazlarını yanlışlarla dolu kılarlar. Ayrıca onlar, gösterişe de kapılırlar.»
(Maun, 5-6).
«Kim Yaratanın yüce katına ak yüzle çıkmayı arzuluyorsa, iyi iş tutsun. Rabbina yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin.» (Kehf, 110). Bu âyet-i kerimeyi dinleyen bir sahabe, ya Resûlullah, bu şirkten kurtulmak nasıl mümkün olur? diye sorunca Peygamber s.a. efendimiz şöyle buyurdu:
«Kulun, Allah'a ibadette kulları ve onlara ait bir şeyi istememesi ile.»
Diğer bir hadîs-i şerifi ile Peygamber s.a. efendimiz şöyle anlatmıştır: . .
«Ümmetim için en çok korktuklarım arasında küçük şirk vardır.»
Küçük şirkin ne olduğu sorulunca da şöyle buyurdu:
«Riya... Kullar kıyamet günü amellerinin karşılığım almaya gelince, Allahü Teâlâ onlara şöyle hitab eder:
Yaptığınız bu amellerle, kimlere gösteriş yaptıysanız onlara gidiniz. Hele bir bakın, onlarda size verilecek bir mükâfat bulabilir misiniz?».
Bir başka hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulur:
«Hazen kuyusuna atılmaktan Allah'a sığının...»
Bu Hazen, ne ola, ya Resûllulah, diye sorulunca:
«O, cehennemde bir deredir. Gösteriş için Kur'ân okuyanlara - hafızlara - hazırlanmıştır.» buyurdu...
Hased, riya ve kendini beğenmişlik, büyüklük satmak üzerine birçok rivayet ve haber vardır. Biz bunların hepsini özünde toplayan ve sana yetecek bir hadîs-i şerif zikredeceğiz.
Halid b. Ma'dan hazretlerine istinad ederek Abdullah b. Mübarek uzun bir hadîs-İ şerif anlatır.
Bu hadîs-i şerifin son ravisi Abdullah b. Mübarek'tir. Esas ravisi Muaz b. Cebel'dir. Bu hadîs-i şerifi Abdullah b. Mübarek'e anlatan zat, —Halid b. Ma'dan— şöyle anlatıyor:
Bir gün Muaz b. Cebel r.a. hazretlerinden bir hadîs-i şerif anlatmasını istedim. Peygamber s.a. efendimizden duyduğun bir taneyi anlat dedim. Ağlamaya başladı. O kadar çok ağladı ki, durmayacak sandım. Sonra durdu. Ve şöyle konuşmaya başladı: Ah, Resûlullah'a olan iştiyakım... Ona kavuşmak için duyduğum hasret ne kadar büyük, bir anlatabilsem.
Bundan sonra Peygamber s.a. efendimizden duyduğu uzun bir hadîs-i şerifi şöyle anlattı:
Resûlullah s.a. bana şöyle buyurdu:
«Ya Muaz, sana önem taşıyan birkaç öğütte bulunacağım. Bunları hafızana alır, gereği ile amel edecek olursan, Allah katında sana faydalı olur. Aksi halde unutur, hiçe sayarsan, hiçbir tutanağın kalmaz. Kıyamet günü alacağın iyiliğe dair hiçbir senedin de olmaz.
Ya Muaz, Allahü Teâlâ, yeri ve semâları yaratmadan Önce, yedi melek yarattı. Sonra yarattığı her semâya bu meleklerin birini kapıcı kıldı.
Hafaza melekleri, — kulun işlerini hesaba memur melekler — kulun günlük amelini alır, semâya yükselirler. Çıkardıkları amelin nuru, güneş gibi parlar. Bunu dünya semasına memur meleğe götürür, över, kabul olmasını dilerler. Fakat kabul ettiremez, hatta şu cevabı alırlar:
— Bunu götürünüz, sahibinin yüzüne vurunuz. Ben gıybet işlerine bakarım. Rabbımm emri şu ki, kapımdan gaybet edenin işi girmeye.
Buradan, insanların gaybetini yapan kimsenin işi geçip, öte varamaz.
Sonra Hafaza melekleri kulun salih amelini alır, ikinci semâya bakan meleğe götürürler. Amel nurludur, pâktir. över, büyütür ve kabulünü isterler. Ne yazık ki, buradan da alınan cevap, birinciden farksızdır:
— Bunu alın, sahibinin yüzüne vurun. Ben böbürlenme işlerine memurum. Rabbımm emri şu ki, kapımdan kibirli, kendini beğenmiş, kurulan kimselerin ameli geç meye. Dolayısıyla, bu ameller benden geçemez. Çünkü bu
amelin sahibi, insanlara karşı kurulur, meclislerinde üst başa oturur, üstünlük taslardı.
Hafaza melekleri buradan da red cevabı aldıktan sonra, kulun amellerinden namaz, oruç, sadaka gibi güzel işlerini parlar bir halde alır, üçüncü semâ meleğine giderler. Burada da alınan cevap öbürleri gibi olur.
— Durun. Bu ameli alın, sahibinin yüzüne çarpın. Ben
kibir işlerine bakarım. Böyle kibre kapılan bir kimsenin yaptığı işler kapımdan öte geçemez, Rabbım bana emri budur. O, insanlara kibirli davranırdı. Meclislerinde ken
disini yüksek gösterirdi.
Hafaza melekleri, yine kulun yıldızlar gibi parlayan ak amelini alır ve tath sesler çıkararak dördüncü semâya yükselirler. Bu güzel amelleri teşbih, namaz, oruç, hac ve umre gibi ibadetlerdir. Bu kadar güzel ibadetlerin reddine bir sebeb yokken, yine reddedilir. Alman cevaba gelince, diğerlerinden daha serttir.
— Durun, bu amelleri alın, sahibinin yüzüne, sırtına ve karnına vurun. Ben ucüp, kendini beğenmişlik haline bakarını. Rabbım emri şu ki, ucüp sahibinin amelini
kabul etmeyeyim. Bu işler benim kapımdan geçmeye. Bu şahıs yaptığı işlere ucüp kattı. Bu yüzden merduttur.
Bundan sonra Hafaza melekleri, yine kulun amelini alır, beşinci semâya yükselir. Bu ameller, daraad İçin süslenen bir gelin gibîair. Reddi için bir sebeb de yoktur. Bu semâ kapısının meleği de, bunları durdurur ve öbürlerine benzer cevap verir:
— Bunu alın, sahibinin yüzüne vurun, omuzuna yük-
leyin. Ben hased işlerine bakarım. Bu kimse, kendi gibi ilme çalışanı, amel yapanı çekemezdi. Kim daha fazla ibadet etse, çekemez ve hased ederdi. Arkalarından yersiz
atardı. Hatta gaybet bile ederdi.
Hafaza melekleri, bir başka şekilde kulun namaz, oruç, hac, umre, cîhad, zekât işlerini alır, altıncı semâya yükselirler. Orada da melek durdurur, öbürleri gibi reddeder:
— Durun! Ben rahmet meleğiyim. Bu amelin sahibi merhamet etmezdi. Hiçbir insana rahmet nazarı ile bakmadı. Allah'ın kullarından birinin başına bir felâket gelse, ona karşı sevinç duyardı. Rabbımın bana emri, bu gi bilerin amelini benden Öteye geçirmemektir. Bu yüzden götürün ve sahibinin yüzüne çarpın.
Bundan sonra. Hafaza melekleri kulun yaptığı ibadetlerden, oruç, cihad, namaz, sadaka gibi ibadetleri alır yükselir. Yedinci semâya varır. Bu amelleri götürürken, üçbin melek refakat eder. Çünkü yapılan ibadetler güzeldir. Güneş gibi parlar. Güzel terennümle yol alırlar.
Fakat burada duran melek de onların karşılarına çıkar, durdurur. Öbürleri gibi söyler ve yol vermez:
— Bu amelleri alın, sahibinin azalarına vurun. Kalbine de kilit asın. Ben zikir meleğiyim. Rabbımm rızası için yapılmayan her ibadeti atarım. Ona varmasına mani
olurum. Aldığım emir budur. Bu şahıs yaptığı işte Allah'tan başkasını arzuladı. Fakihlerin yanında yüksek bir mekân arzuladı. Şöhret arzuladı. Şöhreti ülkelere dağılsın, istedi. Rabbım bana emri şu ki, onun için yapılmayan İşleri kabul etmeyeyim. Bundan Öte yol vermeyeyim, Pâk, temiz olsa da Allah için olmayan her ibadet riyadır. Allah, riyakârın yaptığını kabul etmez.
Bu olan işlerden sonra, Hafaza melekleri, kulun bir sürü amelini alır, yola devam eder.
Namaz, oruç, hac, umre, iyi ahlâk, sükût hali ve zikir gibi işleri alır, yola çıkarlar. Bunları, yedi kat semânın melekleri uğurlar. Böylece bütün perdeler kalkar, ilâhî hazrete varırlar, önünde durur ve o işleri yapanın ihlâsma şehadet ederler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ şöyle ferman eder:
— Siz, Hafaza meleklerisiniz. Onun ancak dış hallerini bilirsiniz. Fakat ben onun kalbini bilirim. O, yaptığı bu işlerle beni dilemedi. Benden başkasını arzuladı. Ona
lanetim olsun.
Sonra melekler hep bir ağızdan:
— Lanetin onun üzerine olduğu gibi, bizim de lane timiz onun üzerine olsun.
Sonra, yer ve semâlar, içinde bulunan cümle varlık ona Iânet eder ve yapılan ameller geri çevrilir.»
Bundan sonra Muaz r.a. hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonra devam etti:
— Ya Resûlallah, sen Allah'ın Peygamberisin. Ben ise zavallı Muaz... Bu hallerden benim için kurtuluş nasıl olur? dedim.
Resûlullah, bu arzum üzerine şöyle buyurdu:
«Bana uy, Peygamberine tâbi ol... Yaptığın amel az da olsa bana uy.
Ya Muaz, sen kardeşlerinin gaybetini etme. Bilhassa Kur'ân hafızlarının gaybetini sakın yapma...
Günahlarını kendin yüklen, onlara günah isnadında bulunma. Onları zemmetmek sureti ile kendini üstün tutma.
Dünya için yaptığın işleri âhiret işine karıştırma.
İşlerini gösteriş için yapma.
Oturduğun mecliste, kibirli olma. İnsanlar huysuzluğundan bizar olmasın.
Üç kişi otururken; birini yalnız bırakıp, öbürü ile
gizli konuşma. Nasa karşı, azamet tavrı takınma, sonra dünya ve
âhiretin iyiliği senden kesilir.
Dilinle insanları incitme, gönüllerini kırma. Sonra kıyamet günü Cehennem köpekleri sana saldırır.
Allahü Teâlâ'nın Naşitat olarak anlattığı şeylerin ne olduğunu bilir misin?».
— Anam, babam sana feda olsun buyur, ya Resûlullah, dedim, şöyle buyurdu:
«Onlar ateşte bulunan köpeklerdir. Etleri kemiklerinden ayırırlar.»
Bunları dinledikten sonra, anam babam, sana feda olsun, bunlara kimin gücü yeter. Sayılan bu işleri kim yapabilir? dedim... Şöyle buyurdu:
«Ya Muaz, bunlar Allah'ın kolaylık verdiğine kolaydır. Saydıklarım arasında senin için en Önemli düstûr ve iş şu olmalı:
Kendin için sevdiğini başkaları için de sev. Kendin için kötü gördüğünü onlar için de kötü gör. Bunu yapabildiğin takdirde selâmeti buldun sayılır, ya Muaz.»
Bu badîs-i şerifi Abdullah b. Mübarek'e anlatan Had b. Ma'dan, Muaz hazretlerini anlatırken, ondan daha "çok Kur'ân okuyanı görmedim, diyor.
Hz. İkrime diyor ki: Allahü Teâlâ kulun niyeti için yaptığı ihsanı, ameline yapmaz. Çünkü niyet, ihlâs için daha şümullü olup, ona riya giremez.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
RİYANIN GERÇEK YÜZÜ
Riyanın aslı rüyet, sumanın aslı simadır (*).
Riyanın gerçekte anlamı; halk nazarında bir makam kasdını kalbinde gizleyerek, çeşitli işler yapmaktır. Böyle bir arzu, bazan ibadet nevinden olmayan bir işle de olabilir. İbadet yolu ile yapıldığı da olur.
İbadet nevinden olmayan riyakârlık işlerini şöyle sıralamak mümkündür:
Gramer kaidelerine göre kelimelerin geliş kökleri anlatılıyor. Burada, riya görsünler, sum'a işitsinler, anlamına geilir.
Muhite tesir edecek şekilde, kaba elbise giyip sarkıtıp gezmek... Rengi sarartmak. Gözlerin bakış şeklini değiştirmek... Saçları taramadan perişan bir halde salıvermek. Konuşma şeklini değiştirip, yavaş sesle konuşmak... Yürürken kendini ağır ağır vakarlı yürümeye zorlamak. Ve yeşil elbise giyip halk arasına çıkmak... Bu sayılan hallerin hepsi, ibadette yapılan riyanın eksiğini tamamlar. Ve bu sayılan işler, gösteriş için yapılıyorsa haramdır.
Tıpkı bunun gibi, âlimlerin vaazlarını yaparken kafiyeli söz kullanmaları ve bununla ilmî dirayetlerini göstermeleri de haramdır. Ancak; dinî terimlerin o şekilde daha iyi anlaşılacağı ve vaazın faydalı olacağı biliniyorsa, zararı yoktur. Bu durumda niyet sahihtir. Vaazın tesirli olması niyete alınır ki, bu caizdir.
İbadetin aslına karışan riya ise, halk arasında kılman namazın; zahid ve vera —şüphelerden sakınma— sahibi sansınlar diye rükûunu, secdesini uzatmak... Böyle bir yola sapan kimse, halk arasında bir zorluk çekmesin diye rükûu ve secdesi uzun namaz tatbikatını evinde de yapar.
Bu tatbikatı yapmaktaki gayesi, halk arasında uzun rükûulu, secdeli namaz kılmakta bir zorluk çekmemesidir. Böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu sanır. Halbuki, tam riyanın içine girmiştir. Ne olursa olsun, böyle yapanın riyası artar, ihîâs sahibi olamaz.

Sözün gerçeği, kendisinde riya denilen şey, şöhret arzusudur. Şüphesiz bu arzu, ibadetle de olur, ibadetin gayri ile de...
Helâl mal taleb etmek, içinde bir karışıklık yoksa, haram olmaz. îşin riyaya kaçması için niyetin bozuk olması şarttır. Şüphesiz bozuk niyet, mal talebinde de, şöhret talebinde de aynıdır.
Sonra, şöhret ve makam talebinde bulunmanın hepsi haram sanılmasın. Zarurî işler için bir makam talebinde bulunmak ve lüzumlu mal, çeşitli ihtiyaçların giderilmesi için gereklidir. Bir âyet-i kerimede belirtildiği gibi, Yusuf a.s. da Mısır Azizine; «Beni yer hazinelerine memur kıl, ben onları saklama kudretine ve bilgisine sahibim.» (Yusuf, 55). Bu âyet-i kerimeden de anlaşıldığına göre, şöhret talebinde hem zehir, hem de tiryak vardır. Yani, niyete göre,.. Mal için de aynı hüküm vardır... Mal için geniş bilgiyi yukarıda vermiş bulunuyoruz.
Ne malın çoğuna talib olmalı, ne şöhretin, ne de makamın... Fazla mal insanı azdırır, Allah'ı anmaktan alıkoyar. Şöhret ve makamın da meşgul edeni aynı hükmü taşır.
Günün birinde, bir hırs ve şiddetli taleb olmadan, büyük bir makama çıkarsan ve bu makam, seni Allah'ı anmaktan alıkoymazsa, zararı olmaz. Cömertlikle mal harcar gibi yerinde kullanır, nefsinden ziyade halkı düşünür ve onlar için faydalı işler yaparsın... Böyle bir makam için verilecek hüküm, daha önce de anlatıldığı gibi, helâl kazanılan ve iyi yola sarf edilen mala verilen hüküm gibidir.
İnsanın erişeceği şöhret ve makam, peygamberlerin ve hulefâ-i raşidin'in makamından daha yüksek ve yorucu değildir. Bununla beraber, yine de dikkat gerek... Allah'ı unutturan işlere dalmamak ve böyle bir şeye erişip, ayrılınca da mahzun olmamak icab eder... Veren de Allah,alan da...
Gösterişin çeşitleri vardır. Bunların hepsine haram diyemeyiz... Daha önce de anlattığımız gibi, niyete, zaman ve zemine göre değişir. Bu duruma göre, meselâ, halk arasına iyi bir elbise giyip çıkmak riyadır. Yani gösteriştir, fakat haram değildir, İyi niyetle giyiniyorsa o, mahzurlu değildir, kullara, kul olmak, onların elindekini kapmak kasdı yoktur. Varsa fena...
Halk arasına çıkarken iyi giyinmeli ve onların tiksinmesini celbetmeyecek şekilde çıkmalıdır. Bunu, Hz. Aişe r.a. tarafından rivayet edilen Peygamber s.a efendimizin durumu daha iyi anlatmaktadır
Hz. Aişe r.a. diyor ki: Peygamber s.a. efendimiz; ashabı arasına çıkacağı zaman, su dolu kaba bakardı. Orada şeklini seyreder, sarığında ve saçlarında bir düzensizlik görürse, düzeltirdi. Bir gün, ya Allah'ın Resulü, sen de mi böyle dış görünüşe önem veriyorsun, dedim, şöyle buyurdu:
«Evet, veriyorum. Allahü Teâlâ, arkadaşları arasına: çıkarken kendine çeki düzen veren kulu, sever.»
Evet, Peygamber s.a. efendimizin bu şekilde kendine çeki düzen verip ashabı arasına çıkması bir ibadettir. Çünkü o, halkı Hakk'a çağırmaya memurdur. Onların hoş göremeyeceği şekilde çıkarsa, durum bozulur, gaye hâsıl olmaz.
Riyanın birçok dereceleri olduğunu bil... Bîr insanın yaptığı işlerden gayesi gösteriş ise, kati olarak yaptığı ibadetleri batıldır.
Çok kere riya ibadet niyetiyle yapılır.
Yapılan bir İbadette, riya ile ibadet niyeti eşit olursa, yani ibadet kendi başına, riya da kendi başına olup birbirine tesir edemeyecek şekilde at başı giderse, netice de böyle biterse, lehte ve aleyhte bir durum olmaz. Ve böyle bir işin sahibi kârlı çıkar.
Şayet, yapılan işte, ibadet asıl, riya da kendi başına tercihli bir durum taşıyorsa, bununla beraber, bu halin sahibi, riya ortada olmasa da, ibadete devam edecekse, riyayı ibadet niyetine sokmuyor ve bir istiklâl tanımıyorsa, verilecek hüküm: Bu gibi ibadetin aslına bir zarar getirmiyeceğidir. Ama böyle bir ibadetin sevabı eksilir, riya haline göre azar işitir. Çünkü ibadet yalnız Allah için olmalıdır. «Ben, şirkten uzak, zenginlerin en zenginiyim,» kudsî hadisi, anlatmak istediğimiz mânâyı aydınlatır. Yukarıda da anlattığımız gibi, riya halini ayrı, ibadet halini ayrı bir mecradan yürütebilen, riyakârlık olmasa da ibadet edeceğine kani olursa cezalı kısma girmez.
Şunu da bil, riya hali, imanın aslına dokunuyorsa, nifaka dalınmış sayılır. Böyle bir hale sahib olanın cehennemin esfelinde yeri vardır. Riya imana karışmaz, farzlara dokunursa, imana dokunuşuna nazaran hafif sayılır.
Nafile ibadetlere ve ibadetin bazı evsafına karışan riya hali, daha önce anlatılanlara benzediği için, yeniden anlatmaya lüzum görmüyoruz...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
GİZLİ RİYA
Böyle bir riya, yani gösteriş hali. insanda karınca izinden daha gizlidir. İbadete kendi başına bir istiklâli de yoktur. İçten içe bir gösteriş olduğu için, yalnız kalınca az, halk arasında çok ibadet etmeye tesir de etmez. Ancak, yaptığının halk tarafından bilinmesini, anlaşılmasını ister. Böyle olmasını sevinerek bekler. İşte bu gizli riyadır.
Böyle bir gösteriş halini defetmenin çaresi ve ilâcı, geliş yönünü tayindir. Yani mal ve şöhret sevgisinden neşet ettiğini anlamaktır. Bunlar dolayısıyla Övülmeyi arzu etmektir ki, bunları daha önce anlatmış bulunuyoruz.
Böyle bir hale kapılana gerekir ki, Allahü Teâlâ, onun bütün haline vâkıf olduğunu bile... Ve bilmeli ki, Allah’ü Teâlâ, ona şu hitabı yapmaktadır:
«Sana göre ben görenlerin en düşüğü oldum, öyle mi?» İnsan düşünmeli... Bu şekilde bir gösterişin kendisine bir hasılatı olsa da ölümle eriyip gidecektir. Öldükten sonra bir faydası olmayacaktır. Böyle bir düşünce sonunda bilinir ki, o kötü olan gizli riyadan arınmak, daha uygundur.
GÜNAHIN GİZLENMESİNE DAİR RUHSAT
Bilesin ki, her şeyin aslı ihlâsa dayanır. İhlâs, gizli de, aşikâre de aynı olmaktır.
Bir gün Hz. Ömer r.a. şöyle buyuruyor&u:
— Size alenî amel gerekir:
Bunun nasıl ve ne olduğu sorulunca da, şu şekilde açıkladı:
— Sizden birinin, yaptığı gizli işi meydana 'çıkınca utanmaya...
Peygamber s.a. efendimiz, bazı hatalı işleri kasdederek şöyle buyurdu:
«Bir kimse, şu kazurat nevinden bir hata işlerse, Allahü Teâîâ'nın kerem sıfatına itimad ederek gizlesin...»
Sonra bir insan, şahsına ait bir hatanın açığa vurulmasını sevmediği gibi, başkalarına ait hatanın meydana çıkmasını da istememelidir.
RİYA OLUR KORKUSU İLE İBADETİ BIRAKMANIN CAİZ OLMADIĞI
Bu konuda sözümüz şudur: İlk başta bir riya yoktur. Fakat, ibadet esnasında, riya arız olacak korkusu ile terk edilir. Böyle bir halde lâyık olan ibadeti terk etmemektir, terk edildiği takdirde şeytanın arzusu yerine getirilmiş olur. Bilâkis böyle korkuyu akıldan atıp, ibadete geçmeli... Riyayı da, yukarıda zikri geçen çarelere baş vurarak defetmeli...
.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
KENDİNİ BÜYÜK GÖRMENİN VE BEĞENMENİN KÖTÜLÜĞÜ
Bilmelisin ki, kibir daima fenadır. Zikredeceğimiz âyet-i kerimeler delilimizdir:

«Yeryüzünde hiç yoktan, haksız yere kibir yolunu tutup, kendini büyütenleri, âyetlerimin mânâsmı anlamaktan mahrum edeceğim.» (A'raf, 146).
«İşte Allah, bütün kibirli, zalim, eli altındakini ezenlerin kalbini böylece mühürledi.» (Gafir, 35).
«İnananlar, Allah'tan fetih istediler, verdi. İnatçı, zalim kimseler de böylece perişan olup gitti...» (İbrahim, 15).
Kibre ve büyüklenmeye dair birkaç hadîs-i şerif de zikredelim:
«Kalbinde zerre kadar kibir taşıyan kimse, Cennete giremez.»
«Allahü Teâlâ şöyle buyurur: Büyüklük perdem, azamet ise, örtümdür, bunların birine el atıp, benimle eş olma yoluna sapmak.isteyeni Cehenneme atarım.» — Kud-sî hadîs —.
Kibri daha iyi anlatmak için deriz ki, o huy nefsi büyük görmekten ileri gelir. Bir kimsede büyüklenme alâmeti varsa, o nefsini büyütüyor demektir.
Peygamber s.a. efendimiz bir duasında şöyle yalvarırdı:
«Allahim, kibirli kimselerin kabarmasından sana sığınırım.»
Kibirli olup, kendini büyük tutmak birkaç yoldan incelenebilir. Allah'a karşı, Peygamberine karşı ve kullara karşı...
Allah'a karşı kibirli olmak, emirlerine boyun eğmemek demek olur ki, bu, tam bir küfürdür.
Peygambere karşı kibir ise, onu kendisi gibi bir beşer zannetmesi demektir ki, bu da tam bir küfürdür.
Üçüncüsü olarak, kullara karşı olan kibir gelir. Bunun şekli de, kulları hizmetine çağırmak, kendisi için tevazu etmeye mecbur kılmak... Böyle bir hal aşağı yukarı birinci hükmü giyer. Çünkü Allah'ın büyüklüğünü paylaşmak sayılır. Onunla çekişme yoluna girmek demektir. Sebebine gelince, hiç kimsenin Allah'tan başkasına itaat etmesi doğru değildir.
Kibir üç şeyle olabilir. Mal, iyi hali görmek, ilim ve amel...
Mala ve şöhrete güvenip kibre kapılan kimsenin, o halden kurtulması için çareleri daha önce anlattık...
iyi halini görmek suretiyle kibre kapılan kimsenin zaten iyi hali kalmıyor. Halindeki iyiliği, kibri bozuyor.'.
İlim ve amel cihetiyle yaptığı bir hayra bakıp kabaran kimse için kurtuluş çaresine gelince, niçin kibre kapıldığı sorulur. Yaptığı iş Allah için olmayacak mıydı?
Bir şeyin iyi olması, Allah için yapılmış olmasına bağlıdır. Yapılan bir hayır iş için insanlara, şunu yaptım, diye büyüklük satan için, o işte hayır kalır mı? Kibre kapılıyorsa, o işteki ecri kibir olur...
Birçok hadîs ve büyük zatların işareti bu yoldadır. Kibir, yapılan hayrın ecrini eriteceği haberini verirler.
Bu anlatılan yollar hatırda tutulursa kibir halinden kurtulmak mümkün olur. Bir kötü düşüncenin karşısına daima iyi düşünce ile çıkmalı ve bu şekilde huzuru bozulan kalbi, rahata erdirmelidir.
Her ne zaman bir insanın nefsi, halka karşı yükselmeye meylederse, derhal tevazu yolunu tutmalı ve kibri bırakmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde, Allahü Teâlâ'nın o kimseyi, bu' gibi huylarından kurtaracağı ümit edilir.
Nefis, her ne zaman kibri bıraktığı iddiasına kapılırsa, onu, dört şekilde denemek gerekir:
Birinci şekil: Hasmı ile münazara ederken nefsin haline dikkat etmeli... Gerçek, başkasının vasıtası ile zuhur edince darılıyor, öfkeye kapılıyor mu? Bir üstünlük iddiasına kapılıyor mu, yoksa kapılmıyor mu?.. Kibri kırmak için darılmamak, öfkeye kapılmamak, üstünlük arzu etmemek gerekir...
İkinci şekil: Oturma yerlerinde, meclislerde, kendini arkadaşlarından üstün görüp, üst başa çıkmaktır. Böyle bir şey yapıyor mu?
Üçüncü şekil: Evi için gereken yemek işlerini vb. şeyleri kendisi taşımalıdır. Böyle yapmak Peygamber s.a. efendimizin âdeti idi. Evde yapılacak işleri çocukları ve köleleri ile paylaşmalıdır. Yemeği, onlarla birlikte oturup yemelidir; bu da sünnettir. Bu cümleden olarak, çağıran fakirlerin davetine icabet etmek, çarşı pazarda onlarla gezmekten ve işlerini birlikte görmekten utanmamak da kibri kırar.
Dördüncü şekil: Pek şık elbise giymemek... Bu da kibri kırar... Peygamber s.a. efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurur: «Süssüz elbise giymek, imandandır.» Diğer hadîs-i şeriflerde ise; kibir üzerine şöyle buyurulur:
«Bir kimse devesini yeder, yün libas giyerse, kibirden uzak olur.»
«Bir kimse, evinin ihtiyacını kendisi taşırsa, kibirden beri olur.»
Buraya kadar zikredilen husus, birer çaredir. Bunları dene... Halini düşün... Bil ki, en iyisi orta halli olmaktır, îşin hayırlısı budur. Tevazu ederken de dikkatli ol... Sevilen tevazu, zillete varmayandır. Arkadaşlara tevazu gösterirken, zelil bir tavır yakışmaz...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
UCÜB KENDİNİ BEĞENMİŞLİK
Ucüb, kendini beğenmişlik kötüdür. Bu hususu belirten birçok âyet-i kerime vardır... Birkaçını zikredelim:
«Huneyn günü, çokluğunuz size kendinizi beğendirdi, ucube kapıldınız. Fakat çokluğunuz, size bir şey kazandırmadı...» (Tevbe, 25).
«Onlar şu kimselerdir ki, dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki iyi bir iş yaptıklarını sanırlar.» (Kehf, 104).
«Onlara yaptıkları —kibir, ucüb, vb.— işlerin sonucu, Allah tarafından ummadıkları şekilde çıkacaktır...» (Zü-mer, 47).
Bir hadîs-i şerifinde ise, Peygamber s.a. efendimiz şöyle buyurur:
«Üç şey yıkıcıdır. Cimriliğe kapılma hali... Boş arzuların peşine düşmek... İnsanın kendini beğenmesi...»
Ucübün gerçek sebebi bir büyüklenmedir. Bu da içten gelir... Bildiği ve amel bakımından kendine göre kemâle erdiğini hayal eder ve bu hale kapılır.
Haline bakıp, nasıl olsa birgün onun zevalini düşünen kimse kendini beğenip ucüb yolunu tutamaz.
Elindeki nimetin Allah tarafından verilen bir ihsan olduğuna inanabilen ucbe, kendini beğenmişliğe, kaptırmaz. Bu halin sahibi Allah'ın verdiği ihsanla mesrurdur...
Asıl ucüb hali, bu sayılanların dışında o iyi halini kendine has, zevalsiz bir nimet bilmek, onu vereni görmemek, bilmek istememek, özüne has bir vasıf bilmek hali; ucübün, kendini beğenmişliğin ta kendisidir. Böyle bir tavır yıkıcıdır. Bundan kurtulmanın çaresi, sonucu düşünmektir. Zahirde iyi hal sahibi olduğu halde, sonunu küfürle kapayan Bel'am adlı —malûm— âlimi düşünmeli... Şeytan da aynı akıbete uğradı... Sonunun kötü kapanma ihtimalini düşünebilen kimse — ki bu olabilir, — hiçbir halini beğenip ucbe kapılmaz... En iyi bilen Allah'tır...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
GURUR FANİ ŞEYLERE KANMAK, ALDANMAK
Bilmen gerekir... Gurur, fani şeyleri baki sanıp aldanmak, helak sebeblerini hazırlar... Bu şekilde, aldanmış ve kanmış kimseler birçok bolüme ayrılır,. Fakat biz burada dört sınıfı ele alıp inceleyeceğiz... Bu dört zümre:
1) Âlimler.
2) Âbidler.
3) Tasavvuf ehli.
4) Dünya adamları, mal mülk sahihleri.
Bunların incelenmesine geçmeden önce gururun kötülüğünü anlatan birkaç âyet-i kerime ve hadîs-i şerif zikredelim...
«Ey insanlar! Muhakkak Allah'ın va'di haktır. O halde, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (Şeytan) sizi Allah ile aldatmasın. (Fatır, 5).
«Birtakım kuruntular sizi alıkoydu, derken ilâhî ferman geldi...» (Hadid, 14).
Bu dünyanın fani haline aldanmayan ve ayık olanları şu hadîs-İ şerif över:
«Ayık ve zeki kimselerin uykusu ve o uykudan kalkmaları ne kadar güzeldir. Onlar bu halleri ile ahmak kişilerin ayıklığından ve onların çalışmasına benzer işlerden nasıl kurtulurlar, bir bilinse... Takva ve yakın sahihinin bir zerre amelî, fani şeylere kanan kimselerin yer dolusu yaptığından değerlidir.»
Gurur, bir şeyi olduğundan başka görüp, kanmaktır. Bu, bir nevi cahilliktir. Nefsin, hayal ve şüpheli cinsinden şeylere, hevâ yollu.uyup gitmesi de diyebiliriz.
Birçok aldanmış kimseler vardır ki, fena inancı, ona dünya hayatını iyi, gerçek ve baki tanıtmıştır. Âhireti de geçici, şüpheli ve hiç... Tabiî fanı ve hiç olan şeyle, baki hayat değiştirilmez... Bu inanca sahib olan elbette dünyayı tercih eder... Bu gibilerin halini, Allahü Teâlâ şu âyet-i kerime ile güzel anlatır:
«O kimseler ki, âhirete karşılık dünyayı satın aldılar. Onlardan azap hafifletilmez...» (Bakara, 86).
Burada anlatılan zümre, şüphesiz, küffar güruhudur. Bunların imanı bazan bir illete, bazan bir delil ve burhana dayanır. İllet geçip, burhan çürüyünce; imanları da gider. Bazan da taklit yollu iman ederler. İman, itikad, bir nevi şifa ilâcı gibidir. Şüphesiz, bir hasta, ilâcı doktorun sözüne göre, şifa ümidiyle içer. Şayet o hasta, ben bu ilâcın faydalı olacağına kani olmadıkça içmem derse, bu söz onun ölüme gitmesinin delilidir. Bu aklın sahibi, kötü düşünce ile hareket ediyor. O ilâçtan kaçınması mücerret bir ihtimale dayanmaktadır. Doktorun tavsiye ettiği ilâcı şüphe edip içmeyen tedbirliye, eğer enbiya sözü ve mucizeleri bir kanaat vermiyorsa, bir zan ve ihtimal hiç vermez. Bu edip, çıplak bir ihtimale dayanarak o ilâcı içmekten çekinir...
Hz. Ali r.a. bazı ilhada dalan kimselerle yaptığı mücadele sonunda, eğer durum dediğin gibi ise, ikimiz de kurtulmuş sayılırız... Ya benim dediğim gibi çıkarsa, ben kurtulmuş olurum; sen de helak olursun... demiştir...
İnsanların bu âlemdeki aldanışları çok defa şu iki zümre içinde olur...
1 — Allah'ın kerim, rahim olduğunu söylerler...
2 — Babalarının mutteki ve iyi kimselerden olduğunu
söyler, kendilerine bir faydası olur, sanırlar...
Bu gibi kelâmın, sandıkları gibi olmasına imkân yoktur... Biraz açıklayalım...
Onlar diyor ki: Allah kerimdir, rahimdir... Bu sözleri doğrudur... Allah'ın merhametli ve kerem sahibi olduğunu gösteren birçok âyet-i kerime vardır. Fakat, onun merhameti ve keremi dünyada yapılacak işlere göredir... Şu âyet-i kerimeler sözümüzü teyid eder:
«İnsana dünyada yaptığı kadarı vardır.» (Necm, 39). ^ Bu âyeti okuyan kimse Allah'ın rızık göndereceğine itimad edip, çalışmayı bırakması doğru olur mu?.. Elbette olmaz.
«Allah bir kimsenin hidayetim murad ederse, onun sinesini İslama açar.» (En'am, 125).
Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurulur: «Bir kimse, Allah'a tevekkül ederse ona yeter.» (Ta¬lâk, 2).
Allahü Teâlâ hazretleri, dünya için hırsa kapılmamayı, onun keremine güvenmeyi emreder. Halbuki o cahil kişi hırsla çalışır, bunu yapmaz. Âhiret için ise, Allahü Teâlâ emrettiği halde o kimse, tevekkül yolunu tutar... bu hal aksiliğin son haddidir.
Babalarının,'takva sahibi oluşuna güvenip onların iyi hali ile övünenlere gelince, onlara da diyeceğimiz var. Allahü Teâlâ'nın Nuh Peygambere a.s. oğlu için yaptığı şu hitabı okusunlar:
«O senin ehlinden değildir. O yaramaz bir şeydir...» (Hud, 46).
Peygamber s.a. efendimiz, anasının kabrini ziyaret etmek ve hakkında bağış dilemek için Allahü Teâlâ'dan izin istemişti... Ziyaret için izin verildi, ama bağış talebi için izin verilmedi... Bu sebeple Peygamber s.a. efendimiz ağlamıştı...
Boş temenniye kapılıp, nesebiyle övünen, bu halden ibret almalı...
Şu hadîs-i şerif de bu konuda çok faydalıdır:
«Akıllı, zeki odur ki, nefsini bile ve ölümden sonrası için işler yapa... Ahmak kişi odur ki, nefsine uyar ve zannınca, faydalı saydığı ümitlerle Allah'a güvenir...»
Bilesin ki, akıllı, basiretli kimse; daima, geceli gündüzlü sonunun kötü olması ihtimalinden çekinerek, kötü işleri bir yana atıp ibadet - taatle meşgul olur... Dünyada ve âhirette faydalı olan işlerde devamlı kalmasını Allahü Teâlâ'dan niyaz eder, ister... Kaderin sert sesinden korkar.
Bu sözler, seni biraz korkutabilir. Dolayısıyla Allah'tan ümit kesilmeyeceği sözü nerede kaldı dersen, aşağıdaki cevabı veririz:
Korku ve ümit, imanın şartları arasında iki önemli şeydir... Her birinin kendine has yeri vardır... Ümidin iki yeri vardır... Bir tanesi, her ne zaman, günahların çokluğu sebebi ile bir kimse Allah'ın mağfiretinden uzak kaldığını sanırsa, ona düşen ümid edip tevbe etmektir... Böylece şeytanın delâletini bir yana atar ve verdiği ümitsizliği kırar... Diğerine gelince, o da, cennet ve oradaki yüce makam arzusudur. Kendi için cennete girmek ve oradaki yüce derecelere ermek arzusunu duyar. Bunlara kavuşmak için de, farz ibadetlerde kusur şoyle dursun, birçok nafile ibadet yapar.
Gurura dair böyle bir mukaddime yaptıktan sonra, başta saydığımız üç mağrur sınıfın tafsiline geçelim...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Birinci sınıf âlimler: Bunları ilim bahsinde anlattığımız için, burada fazla tafsile gitmeyeceğiz... Bu sınıfın gurur sebepleri de orada anlatıldı...
Allah için tahsil edilen ilme sahib olanların Allah'a karşı korkusu artar. Peygamber s.a. efendimizin buyurduğu şu hadîs-i şerif konumuzu güzel aydınlatır:
«Ben, size nisbetle Allah'ı en çok bilenim, bununla beraber Allah'tan en çok korkan da benim.»
Bir kimse, hatalarını bilemiyorsa, ya da biliyor, izalesine çalışmıyorsa, aldanmış sayılır. Bilgisi elbette ona fayda vermiyor, demektir...
İkinci sınıf-ibadet ehli: İbadet çeşitleriyle meşgul olanların hemen hepsi, bir çeşit gurura kapılmıştır. Ancak, Allahü Teâlâ'nın başarı ihsan ettiği anlayışlı, akıllı kimseler müstesnadır ama, bunlar da pek azdır...
Bunların, bir kısmı, bazı sünnet ve şartlara dalar, farzı ihmal eder, ya da kaçırır... Tıpkı, abdest esnasında vesveseye kapılıp oyalanan ve elbise temizliği ile uğraşırken, farz namazın vaktini kaçıran, ya da dar vakte sıkıştıran gibi...
Bazıları da, niyeti tam yapacağım derken, vesveseye mağlûp olur, oyalanır ve cemaatı kaçırır.
Bu ibadet ehlinin bir kısım aldananlarını da vesvese hali, Fatiha-i şerifeyi tekrar ettirir. Kendi kendine dikkat edip harflerini mahrecinden okuyayım, der... Ama bundan daha önemli kısımlar vardır ki, dikkat etmez.
Bu gibilerin misâli şöyledir: Bir padişaha elçi gelir, name getirir. O, içindeki mânâya dikkat etmez. Başlar harflerini güzel söyleyebilmek için çalışmaya... Böylece harfleri tekrar eder ve. elçiye saygı göstermekten gafil .durur. Böyle bir kimse, tımarhaneye, delilerin yanma konmaya daha lâyıktır...
Yapılan amelin zarar verecek yönlerini bilmeden ve ibadetten önce yapılması gereken işleri öğrenmeden hac, oruç ve benzeri ibadeti yapanlar da böyledir. Bu gibi ibadetlere başlayan kimse, önce tevbekâr olacak, zulmettiği kimselerden helâllik alacaktır. İçini dışını temizleyecektir. Bunlar yapılmadan ibadet ediliyorsa, bu ibadetle o kimse aldanmış sayılır.
Üçüncü sınıf - tasavvuf ehli: Bunlar iki zümredir. Biri gerçekten tasavvuf ehlidir; Öbürü de yapmacık. Asıl ameline aldananlar ikinci kısımdır. Biz burada onlardan bahsedeceğiz... Onların halini de birkaç kısma ayıracağız...
Bir kısmı, gerçek tasavvuf ehli gibi zahirde hareket eder. Onların halini dıştan görür, işi o kadar sanır ve aldanır...
Bir kısmı da daha ileri gider. Koca taçlar giyer. İpekli işlemeli cübbelere bürünür. Bu zümre bir zavallı ihtiyar kadına benzer. Bu kadıncağız, kahramanlık göstereceklerin ismi padişahın divanında yazıldığını duyar. Kendisi de onlardan biri olmaya heves eder. Kalkar zırh giyer. Silâhlanır. Başına miğfer geçirir, doğru padişahın huzuruna çıkar... Padişah, silâhtan tecrid edilmesini ve cenk işine lâyık olup olmadığının denenmesini ister. Ne vakit ki, başından miğfer kalkar ve üzerinden zırhı indirilir, ihtiyar: âciz bir kadın olduğu anlaşılır. O zaman, sen demek ki, padişahla alay ediyorsun denir, kolundan tutulur, doğruca fillerin önüne atılır. Ve siyasî bir mücrim gibi ceza verilir.'
Bu sahte tasavvuf zümresinin bir kısmı da, marifete dair bilgileri öğrenir. Marifet ehli gibi konuşup, irfandan dem vurur... İddiaya kapılır. Allah saklasın, böyle bir yola kapılmak helak sayılır.
Bu zümrenin bir kısmı da, yaptığımız amellere lüzum olmadığını sanarak, ameli bırakır, vazife yükünden sıyrılır. Onlar bilmez ki, yapılan işler, yalnız kendileri içindir, iyi veya kötü, neticesi kendilerine aittir.
Bir başka zümre de, bütün dünya nimeti çeşitleri içine dalar. Hiçbir ayırma ve seçme yapmaz... Bilemez ki, bulunduğu makam için, helâlin bile çoğu yakışmaz. Kaldı ki, haramı yığsın...
Bir kısımlarına da bazı manevî yollar açılabilir. Bu yolda ufacık bîr marifet esintisi duyar, erdiğini sanır...
Halbuki bu yolun acaip halleri bitip tükenmez. Her makamda durup kalanın yolu uzar. Vuslat halini bulamaz. Bunların dışında bir zümre daha vardır ki, çok ileridedir. Yolda görünen hiçbir makam nuruna iltifat etmemişlerdir. Bol ilâhî nimetler de bunları zat-ı Hakk'a varmaktan alıkoymamıştır. Hiçbir ferah hal de bunların ilerlemesine engel değildir. Bütün mesafeleri katedip öte 'geçmiş, ilâhî yakınlığın son haddine ermişlerdir... Buraya kadar hatasız yol aldıkları halde, bundan sonra yanılıp, vardıkları ilâhî yakınlığı Allah’ü Teâlâ'nın zatına erdik sanmışlardır.
Bunlar yanılmıştır. Çünkü Allahü Teâlâ'nın zatına ait yetmiş tane nurdan perde vardır. Bu perdelerin birine yetişen kimse erdiğini sanır. Halbuki aldanır... Bu yolcunun hali tıpkı İbrahim a.s. Peygamberin haline benzer. -Onun hikâyesini anlatan âyet-i kerimeyi burada zikredelim:
«Vakta ki, onu srece karanlığı sardı, bir yıldız gördü ve bu Rabbım'dır dedi.» (Enam, 76). Buradaki yıldız, gördüğümüz gökte ışık veren yıldızlardan değildir. O bunu, ta küçük yaşta görüyordu ve ne olduğunu da biliyordu... Onun bir ilâh olmayacağını da ayrıca bilmekteydi... Çünkü o gökteki yıldızlar çoktu, bir değildi. Böyle bir şeye, cahil halktan biri bile aldanmaz, kaldı ki İbrahim Peygamber a.s. aldansın. Bu âyet-i kerimede zikri geçen «yıldız», zat-ı îlâhi'ye has nurlardan biridir ki, ilâhî perdelerin ilkidir. O nurlar, yolcunun yolu üzerindedir. Tam vuslata erip, onları katetmeden tasavvur edilemez.
Onlar birtakım nurdan perdelerdir, herbiri zat-ı îlâhî'ye yakınlığı nisbetinde büyük veya küçüktür. Gökyüzünün en küçük nuru yıldız olduğu için, anlatılan âyet-i kerîmede, ilk defa istiare yolu ile «yıldız» tabiri kullanıldı... Gökyüzünün en küçük nuru yıldız, en büyüğü de güneştir. İkisi arasında ay vardır.
Allah’ü Teâlâ, İbrahim Peygamberin halini şöyle anlatıyor:
«Biz böylece, İbrahim'e semâların melekûtunu gösteriyoruz.» (En'am, 75).
Onun gördüğü nurlar birbirini takip ediyordu. Bir perdeyi geçince Öbürüne takılıyordu... Birinci halde zuhur eden ettikten sonra öteye geçti... Orada öncekinden daha azimi ve daha yücesi ile karşılaştı. O zaman yine vasil olduğunu sandı... «Benim Rabbım budur, dedi...» (Enam, 76).
Hal böyle iken, gördüklerinin hiçbiri yerinde, kalmıyordu... Daima bir evvelkinin büyüğü ile karşılaşıyor, o da durmuyor, dönüp gidiyordu... Bu yüzden hiçbirine kapılıp kalamıyordu.,. Peygamberlik nurunun verdiği serzenişle bunların Ötesinde bir başka nurun varlığına inanıyordu.
Bir makama varıyor, oranın zirvesine çıkıyor, öncesinin düştüğünü görüyor; bu yüzden bulunduğu makamın aynı şekilde sona ereceğini biliyordu... Bu yüzden, «Ben üful edip gidenleri sevmem» diyordu...
Böylece, haddi belli şeyleri aşıp gitti. Sonsuz varlığa erince, öncekilerden tamamen ümidini kesti... O zaman şöyle dedi: «Ben yüzümü öyle bir varlığa çevirdim ki, semâları ve yeri o yarattı.» (En'am, 79).
Bir saliğin bu nurlara erip, ilâhî perdeleri aşabilmesi için, ilk defa nefsanî perdeyi aşması gerekir. Başka türlü olmaz. Nefsin perdesi de ilâhî emir âlemine ait bir iştir. İlâhî nurlardan biri olduğu da katidir. Bu arada emir ve nur, demekle Hak Teâlâ'nın gerçek yüzünü tecelli ettiren, . kalbin ve ruhun sırrını kastediyorum. O bütün âlemi içine alıp kuşatabilir. Her varlığın sureti orada tecelli etmektedir. Ona, Levh-u Mahfuz tabirini kullanan da vardır.
Bir yolcu buraya vardıktan sonra ona yüce bir nur görünür. Onun yüceliği doğrudur, çünkü bütün varlık olduğu gibi orada zuhur eder. Bu sır yolcuya ilk zamanda saklıdır...Kur'ân-ı Kerim de aynı yola delâlet etmektedir.,. Bu makama eren kimsenin kalb perdesi açılır. İlâhî nur doğduktan sonra kalbin cemâl hali açıkça görünür. Bu hali bulan, kalbine baktığı zaman kendisine dehşet veren cemâlini görür. Böyle dehşet haline kapılan kimsenin, ağzından, «Ene'l-Hakk - Ben Hakk'ım» sözü, çok büyük bir ihtimalle çıkabilir. Bu makama takılan kimseye başarı eli gelir, ilâhî lütuf imdad ederse, bu yanıltıcı makamdan kurtulur, gider. Çünkü o, bu durakların yeni yolcusu ve acemisidir. Aksi halde, ilâhî yardım yetişmezse, helak olmak işten bile değildir.
Çok dikkat gerekir. Bu makam aldatılma makamıdır.
Bu makamda, tecelli edenle tecelli yeri karıştırılır... Tıpkı bir kimsenin, aynadaki suretini görüp kendini o sanması gibi... Ve şişenin rengini, içindekinin rengi sanmak gibi...
Şarap inceldi, kadeh de inceldi;
İş karıştı, birbirine benzedi.
Sanki şarab var da kadeh yok,
Ve sanki kadeh var şarap yok...
îşte bu gözledir ki, Nasara Hz. İsa'ya baktı, ilâhî nurun orada parladığnı gördü, takılıp kaldı ve yanıldı. Tıpkı, suya ya da aynaya bakıp yıldızı gören ve o gördüğünü yıldız zannedip yanılan gibi... Bu aynada ya da suda gördüğünü, yıldız sanıp tutmak için elini uzattı, ama yanıldı...
Tasavvuf yolunu tutanların aldanış şekilleri çeşitlidir. Ciltlerle yazılsa bitip tükenmez. En iyisi bu sayılan kadarını bilip, ötesini bırakmaktır
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt