Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Âfetler ve çareleri (İmam Gazali) (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
TEVBE KURTARICI HALLER
Burada kurtarıcı ameller anlatılacak. Bu amellerin başında tevbe gelir. Bunu da birkaç fasılda anlatmaya çalışacağız...
Bilesin ki, tövbe üç şeyden meydana gelir: İlim, hal ve fiil.
Yapılan bir hatanın birçok zararı vardır. Ve o hata, kula bir perdedir. Gerçeklere kapanan bütün kapılar günah yüzünden kapanırlar. Bu, birinci bölüme girer, yani ilim...
Bu anlayışı bulduktan sonra, kalbde bir üzüntü meydana gelir. Buna da hal tabir edilir. Bunun mânâsı, yapılan hata yüzünden üzüntüye düşmek ve sevgiliyi yitirme korkusudur. Bu hal'in daha açık tabiri, pişmanlık demektir.
Tövbe arzusu böylece insanı istilâ ettikten sonra, yapılan hatalar tamir edilir. Eksikler tamamlanır. Buna da fiil tabiri kullanılır...
Tövbe: Derhal hatayı bırakmak," bîr daha ona dönmemeye azmetmek, yapılmış hataların yerine iyisini yapmaktır... Hiç olmazsa pişman olmak... Çünkü Peygamber s.a. efendimiz bir hadis-i şerifinde bunu belirtir: «Pişmanlık, tövbe sayılır...». Pişmanlık, büyük şeydir... Bu duygu, daha önce anlattığımız gibi, hataların ne gibi yıkıntılara sebep olduğunu bildikten sonra hasıl olur...
TEVBENİN GEREKLİ OLUŞU
Yukarıda da anlattığımız gibi, akıl tövbenin gerekli olduğuna işaret eder ve değerini anlatır...
Bütün âyet-i kerime ve hadîs-i şerifler, tövbenin gerekli olduğunu bize anlatmaktadır. Birkaçını yazalım:
Âyet-i kerimeler:
«Toplu halde tövbe edip Allah'a yönelin, ey iman sahipleri... İflahınız bu yolda umulur...» (Nur, 31).
«Ey iman sahipleri, nasuh tövbesi İle —bir daha dönmemek üzere— tövbe ediniz.» (Tahrim, 8).
«Allahü Teâlâ'nın, bol bol tövbe edenleri seveceği muhakkaktır.» (Bakara, 222).
Zikredeceğimiz hadîs-i şerifler de tövbenin önemini anlatmaktadır:
«Tevbekâr Allah'ın sevdiğidir.»
«Hatasını anlayıp, tövbe eden, hata işlememiş gibidir.»
«Allahü Teâlâ mümin kulunun tövbe edip, kendisine dönmesinden o kadar ferah duyar ki: Suyu, yemeği ve diğer zaruri ihtiyacı yüklü bineği ile yola çıkan; susuz, kurak ve tehlikeli bir yerde yatıp uyuya kalan, uyandığı zaman, her şeyini kaybolmuş gören ve onları aramaktan bitab düşüp Allah'ın dilediği kadar susuzluktan ve hararetten perişan olduktan sonra, kendi kendine, artık bulmam mümkün değil... Önce yatıp uyuduğum yere gideyim. Orada ölümü bekleyeyim, der... Ve gider. Başım kolunun üzerine kor, Ölmek için uyumak ister... Bîr aralık gözlerini açınca, yiyeceği, içeceği üzerinde bulunan bineğini yanında görür. Dolayısı ile çok sevinir. Allahü Teâlâ bu adamın duyduğu ferahtan çok fazlasını mümin kulunun tevbe edip kendine dönmesinde duyar...»
İmamlar, tevbenin vacib olduğuna ittifak etmişlerdir. Bize şöyle bir şey diyecek olursanız:
— Tövbe kalbde hasıl olan, pişmanlık duygusunun bir meyvesidir. Bu duyguyu meydana getirebilmek, insanın elinde değildir. Bu sebeble onun vacib olması nasıl olacak?..
Deriz ki:
— Tövbenin sebepleri, insanın iradesine girebilir. Buda tövbe yolunu Öğrenmektir. Bu sebepledir ki, ilmin de vacib olduğunu söylüyoruz... Kul için sadece bir talep
olabilir. Yoksa kul, ilmin veya tövbenin kendisini yaratamaz. Kul, arzuyu yaratma kudretine sahib değildir. İlimde, fiil de, bunların elde edilmesi için gereken kudret de
kaadir olan Allah'tandır. «Sizi de, yaptığınız işleri de Allah yarattı...» (Saffat, 96) âyet-i kerimesi bu mânâyadır.
Basiret ehline göre, gerçek olan açıkça budur. Ötesi şaşkınlıktan başka bir şey değildir ve dalâlettir...
Kulun, bir işi yapmakta ya da terkte bir iradesi, seçme kabiliyeti yok mudur?., diyecek olursan, buna şu cevabı veririz:
— Vardır. Fakat bu bizim sözümüze' aykırı değildir.Çünkü hepsi Allah'tandır. İhtiyar ve arzu da Allah tarafından yaratılmıştır. Kul seçme kabiliyetini kullanmaya
mecburdur. Allahü Teâlâ sağlam bir el yarattığı zaman, tatlı yemek de yarattı; o yemeği yemek için mideye iştihada verdi... O yemekte, bulunan istinasını söndürecek kuvvetin varlığına dair bilgiyi kalbde yarattı. Sonra, akılda çekişmeli bir ilim yarattı. Akıl bununla, yenen şeyin zararlı veya faydalı olacağı sonucunu çıkarıyor. Eğer faydalı olacağı sonucuna varıyorsa yiyor. Böylece yenen şeyin yalnız isteği söndürmesini kâfi görmüyor. Bu düşüncelerden sonra, bir mani ve zarar olmadığına dair bilgiyi de
kalbde yine Allah yarattı... İşte bu sebepler bir araya geldikten sonradır ki, yemek yemeği gerektiren irade meydana geliyor.
Bu sayılan işler ilâhî âdetlerin gerektirdiği işlerdir. Allahü Teâlâ her şeyi bir düzende yaratmıştır.
Meselâ: Allahü Teâlâ kudret adı verilen sıfatı yaratmadan, hayat vermeden, irade vermeden bir eli yazı yazacak duruma getirmez... İçte bir istek, bir meyil yaratmadan, bir işi yapmak için arzuyu yaratmaz. Sonra, içte bir işe dair şimdiki halde veya gelecekte bir uygunluk bilgisini yaratmadan, bir meyil ve istek de yaratmaz. Gerek bilgi, gerekse bir işe tabiî meyil, daima kararlı bir iradenin peşinden gider. Gerek irade, gerekse kudret, daima hareketin ardından gitmek ister. Bütün işlerde usul budur. Hepsi Allahü Teâlâ'nın yarattığıdır. Usulsüz de olabilir, ama Allahü Teâlâ bazı işin yerine gelmesi için bazı şeyi ona gerekli kılmıştır.
Allahü Teâlâ'nın kullarında olagelen işleri bu minval üzere devam etmekte ve bir göz kırpımından fazla zaman almamaktadır. Verilen ilâhî hükümler bu tertib üzere meydana gelmektedir, katiyen kimse değiştiremez. «Biz, her şeyi kadere göre yarattık...» (Kamer, 49).
İşte bu kader icabıdır ki, gücü, kasdı, bilgiyi ve iradeyi yarattıktan sonra, kâtibin elindeki hareketi yarattı... Bir kimsede sayılan dört şey kendini gösterince, takdir edilen şeyi yapmak zorundadır.
Bu hal karşısında, mülk ve şehadet âleminin, gayb ve melekût âleminden perdeli kimseler meydana atılır. Ve. diyecek olursa:
— Ey kimse, sen hareket ettin, sen yazdın ve sen attın...
Buna karşılık ötelerden gelen ses şöyle hitah eder:
— «Attığın zaman sen atmadın, Allah attı...» (Enfal, 17). «Onlarla kıtal ediniz, Allah elinizle onlara azab edecektir.» (Tevbe, 14).
İleri gidemeyen, şehadet âleminin ortasında duranların aklı burada şaşkınlığa düşer.
Bu makamda bir kısım zatlar, bu hal cebr'dir, der. Bir kısım zatlar da, benzeri olmayan acaib bir hal der... Bir kısım orta yolu tutanlar da, yalnız çalışmak var, der... Bu tahminî kelâm eden zatlara, semâ kapıları açılsa da, gayb ve melekût âlemine bir baksalar, elbet herbiri bir başka yüzden hakikat zahir olur... Aslında kusur hepsine şamildir. O çeşit çeşit fikirler beyan edenlerin hiç biri, bu işin Özüne ermiş değildir. Bu âlemin zevkini o tadar ki, kendisine gayb âlemi penceresinden bir nur kırıntısı gelmiştir...
Gayb ve şehadet âlemini Allahü Teâlâ bilir. Onun gizlediği âleme kimse vâkıf olamaz. Ancak, razı olduğu peygamberlerine dilediği kadar bildirir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Bir kimse, sebepler ve onları meydana getiren amiller zincirini tahkik etse ve onların birbirine. zincirleme bağlanış şeklini bilse, bu bilgi sonunda sebeplerin sahibine bağlanış yönünü sezebilse, ona kader-i ilâhî'nin sır yolu açılır. O zaman tam bir şekilde bilir ki, Allah'tan başka ne bir Halik Teâlâ var, ne de ondan başka akla durgunluk veren harika bir yaratıcı...
Bunları dinledikten sonra diyecek olursan: — Verdiğin hüküm şu: Cebir, ihtira, çalışmak... Bunları da. bir yönden doğru buluyorsun, bir yönden de eksik...
Bu sözünü dinledikten sonra hemen, evet öyle diyebilirim... Daha iyi bir şekilde anlatabilmem için, aşağıda vereceğim misâl yollu hikâyeyi dinle...
Birtakım âmâ kişiler, illerine fil adında tuhaf bir hayvanın geldiğini duyarlar... Tabiî sadece adını duyarkendisini görmezler... Aralarında:
— Biz, kendi gücümüze göre, elle tutmak suretiyle onun ne olduğunu mutlaka bilmemiz gerek... derler...
Netice, aralarından seçilen bir heyet o filin yanma gider, elleriyle nasıl olduğunu Öğrenmeye çalışır...
Gittikten sonra her biri filin bir yerine dokunur... Kimi ayağına, kimi dişine, kimi kulağına... Böylece ne olduğunu anladık der, haber bekleyen arkadaşlarının yanma varırlar... Anlatmaya başladıkları zaman, herbiri bir türlü anlatmaya koyulur...
Filin ayağına dokunan, o bir direk gibi... Şu fark var ki, bu biraz yumuşak... Dişine dokunan, buna cevab olarak anlatmaya başlar:
— Yanlış, Öyle değil... O sert bir cisim... Tırmalayıcı bir hali yok, kaygan... Onda direğe benzer bir hal de yok... Aşağı doğru sarkık bir haldedir.
Kulağına yapışan daha başka türlü anlatır:
— O dediğiniz gibi değil, bir yaygıya benziyor.
Şu anda, onların hepsi doğrudur. Ancak anlayabildikleri kadarını haber vermektedirler, daha öteye geçememişlerdir. Şu var ki fili, anladıkları kadar sanmış, işin hepsini bildik zannetmişler, dolayısıyla yanılmışlardır...
Bu misâlden ibret al. İnsanların pek çoğu bu şekilde ihtilâfa düşmektedir.
Konumuza gelelim.
Biz daha önce üç şeyin bir araya gelmesi ile.tevbenin gerekli olduğunu anlattık... Yani; ilim, hal, fiil... Şimdi de, tevbe etmenin bir hata sonunda derhal lâzım geldiğini anlatacağız. Çünkü devamlı olarak, hatalardan sıyrılıp çıkmak her kula vaciptir. Keza, Allahü Teâlâ'ya yalvarmak, devamlı surette vaciptir.
Tevbe herkese vaciptir. Bunu, şu âyet-i kerîme bize izah eder: «Hep birden tevbe ediniz ve Allah'a dönünüz.»(Nur, 31).
Bu âyet-i kerîme sana kesin anlatıyor ki, tevbe, bütün insanlara vaciptir. Sebebine gelince: Günah isabeti, almayan tek insan yoktur. Herkes bir türlü hata ve günah işler. Kimi hayalde, hatırda, kimi de dış duygularla işler.
Günahın ve hatanın en azı, Allahü Teâlâ'dan gafil olup, unutmaktır. Bundan da tevbe gerek... Bu hal, peygamberlerin ve hayatın dış yüzüyle yetinmeyen, öbür yüzündeki perdeyi de aralayan siddîkun - doğrular - zümresinin halidir.
Allahü Teâlâ tarafından sineleri İslama açılan ve kalblerine iman nuru nakşedilen evliya zümresine gelince; Onlar, harcadıkları her nefesin, paha biçilmez bir kıymet taşıdığını bilmişlerdir. Hatta, dünya ve içindekiler, bir nefesleri için değer verilse, yine de yetmez olduğuna inanmışlardır. Bunu öyle bildikleri için, zamanlarının kıymetini bilirler.
Bunların dışında kalanlar, gaflet sahrasında boğulmuştur. O kadar ki, ancak ecel geldiği zaman ayrılır ve yarabbi, beni bir müddet daha dünyada bırak, varlığını tasdik edip iyilerden olayım der... Fakat, Allahü Teâlâ böyle bir şeyi elbette yapmayacaktır. O hiçbir kimsenin, eceli dolduktan sonra, ölümünü geri bırakmaz. Bu zavallı kulların hikâyesini biraz daha açıklamak gerekirse şöyle anlatabiliriz:
Hatalarla dolu kul, son nefesini vereceği zaman, gözünden perdeler kalkar. Halini görür ve ölüm meleğine şöyle der:
— Beni bir gün tehir et... Rabbımdan özür dileyip,tevbe edeyim. O yeni geçeceğim âlem İçin, bir hazırlık yapayım. Nefsime iyilik alayım...
Melek şu cevabı verir:
— Günleri boşa geçirdin, bir günü değil...Daha sonra bir saat tehirini ister, fakat melek; saatleri boşa harcadın, ne bir saat istiyorsun... der ve tevbe
kapısını kapar...
Artık o zavallı kul, hır hır etmeye başlar ve kesik kesik nefeslerle karnı kalkıp iner. Böylece, ömrünü boşa harcadığı ve bu son nefesi için bir şey temin edemeyerek gamı kadehini içer bitirir.
Bu hatalı kulun, iman kökü, böyle şiddetli anda sarsılmaya başlar. Ya bir de tamamen nefsine kapılmış idiyse... Eğer bu son nefeste, Allah tarafından hakkında iyiliği istenen bir insan olursa; iş değişir, ruhu tevhid üzere teslim olur... ki buna, son nefesin iyilikle kapanması, tabirini kullanırlar. Şayet ilâhî hüküm onun şekavetini gerektiriyorsa ruhunu şüphelerin sıkıntısı içinde teslim eder, buna da son nefesin kötü geçmesi, tabirini kullanırlar. Böylelerinin halini Allahü Teâlâ şöyle anlatır:
«Şu tevbe değildir: Onlar durmadan kötülük ederler. Aniden birine ölüm gelince de, ben şimdi tevbe ediyorum der...» (Nisa, 18).
Şu âyet-i kerime de tevbenin nasıl olacağını anlamıyor: «Tevbe o kimseler içindir ki, bilmeyerek hata yapar, hemen peşinden de tevbe ederler.» (Nisa, 17). Bunun anlatmak istediği mânâ, yapılan kötülüğü eritmesi için peşinden iyilik yapılmalı... Birçok hadîs-i şeriflerde de durum aynı şekilde anlatılır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt